Orta öğretim düzeyinde neler olduğunu epeydir izlemiyorum. Zaten ne olduğunu anlamak için yakından bakmak gerek. Yakından bakmayınca, ortaya atılmış çeşitli rastgele onaylayan ya da onaylamayan sözlerden anlam çıkarmak güç. Ama ülkede genel bir gidiş var ve ona bakınca bu düzeyde neler olduğunu da insan tahmin edebiliyor – üç aşağı, beş yukarı.
Türkiye hızla bir “meritokratik toplum” olmaktan çıkıyor: “Liyakat” diyelim. “Ehil insanların ehliyet sahibi oldukları işleri yaptıkları bir toplum. Belki şunu da söyleyebiliriz. “Merit” ya da “ehliyet” kavramlarının anlamı değişiyor, değişti. “Ne bakımdan ehil?” “İktidara sadakat’ bakımından.” Yani, “liyakat” toplumundan “sadakat” toplumuna geçiyoruz.
Zaten yıllar önce söylenmiş, amaç belirtilmişti: “Dindar nesiller yetiştireceğiz.” İşin ölçütü de bu.
Bu yıl, eğitim kurumlarında bu amaçla gerçekleştirilen çeşitli oldukça radikal değişimden sonra, bunların üniversiteye giriş aşamasına yansımaları basının ele aldığı konular arasına girdi. Sonuçlar pek parlak görünmüyor. Üzerine göz nuru dökülen imam-hatip okullarının akademik düzeyinde göz dolduracak bir başarı, bir ilerleme, düzelme yok. Tam tersi.
Şaşılacak bir şey mi? Hayır, şaşılacak bir şey değil, beklenilecek bir şey. AKP’nin son döneminde pek çok şey “Bindiğim dalı kesiyorum. Sonra düşerim” mantığına uygun yürüyor. Bugün yapılan, şevkle yapılan birçok şeyin hayırlı sonuç vermeyeceği belli. Ama toplum bu, toplumun ağır yürüyen zamanı içinde yaşıyoruz. Her şey hemen olmuyor, zaman alıyor.
İstatistiklere göre, “başarısızlık” gibi görünen bu sonuçlar iktidar için ne anlama gelecek? Bunlar sonuç olarak bakış açısına göre değişen, görece şeyler. “Newton kimdir?” sorusuna cevap veremeyen çocuk “iktidar kimdir?” sorusuna gerekli ve yeterli coşkuyla cevap veremiyorsa, eh, “dindar nesiller yetiştireceğiz” diye ifade edilmiş olan amaç gerçekleşmeye başlamıştır.
Hattâ, “bu liseler başarısız” sonucunu çıkarmış kişilerin elindeki “başarı ölçüleri”ni değiştirmek gerekebilir. Gerekir. Çünkü, diyelim, “özgür düşünce”, “tarafsız bilgi”, “eleştirel tavır”, “bilimsel açıklık” gibi Türkiye’nin eğitim sistemlerinde herhangi bir zamanda var olup olmadığı tartışma konusu olan ilkeler, zaten iktidarın hedef olarak koyduğu yapıya uymamaktadır. Karşına gelen öğrenciyi beğendiğin o “dindar nesil”in üyesi yapmayı kafana koymuşsan, yukarıda saydığım ilkeler sana olsa olsa ayakbağı olur.
Bu konuların, bu alanların hepsinde iktidar yapılmaması gereken ne varsa onu yapıyor. Bunun fazla bir gizlisi saklısı da yok doğrusu. Bu “dindar nesil” konusunda olduğu gibi, gitmek istediği yeri açıklıyor. O açıklamadan sonra, vay kızlarla oğlanların okullarını ayırıyorlar falan diye telâşlanmanın anlamı kalmıyor. Evet, söylemişler zaten, ilan etmişler, yapıyorlar.
Demokrasiden, bilimden v.b. yana insanlar olarak bunlara muhalefet etmek, bu iktidarın zihninde oluşturduğu “Türkiye vizyonu”nu gerçekleştirme girişimleriyle ısrarla mücadele etmek gerekiyor. Gerekiyor ama bunu bir “restorasyon” mücadelesi kılığına sokmamak da önemli. Bütün bu konularda Türkiye iyi bir konumdan kötü bir konuma geçmiyor. Kötü bir konumdan başka bir kötü konuma geçiyor. Bu yeni “kötü”sü eski rejimin “kötü”sünden dahi daha kötü olabilir, genellikle de öyle, ama sorun “en kötü”yü önermek değil. A’dan Z’ye eğitim sisteminin tepeden tırnağa şoven olmadığı, olmayan şeyleri “doğru” diye yutturmaya çalışmadığı, bilgiyi otoritenin emrine vermediği ve her şeyden önce en sağlam yöntem olarak “ezber”i uygulamadığı bir dönem oldu mu?
Bunları, bunların bazılarını belirli dönemlerde uygulayanlar olmuştur. Ama “sistem”? Sistem saydığım o şeylerin hepsini yaptı.
Şimdiki iktidar o eski sistemin dogmalarının bazılarını olduğu gibi koruyor; bazılarının yerine de kendi itikadının dogmalarını koyuyor. Bu gerçek anlamda bir “değişim” edğil elbette. O dogma yerine bu dogmanın konması, temel sorunu, insan-bilgi ilişkisini değiştirmiyor. Ama muhalefetin bazı kesimlerinin yaptığı gibi, “Ben eski dogmalarımı isterim” vızıldanmasıyla da varılacak bir yer yok.