Türkiye'de bir kesim insan İnönü'nün "çok-partili parlamenter düzene" geçme kararının erken olduğu kanısındadır. Toplum henüz yöneticisini kendi seçecek olgunluğa erişmeden (Yani 1946'da) bu düzene geçilmiş ve somut tarihte görüldüğü üzere sonuçlar parlak olmamıştır.
Bu kanıda değilim, teoride de, pratikte de. Öncelikle, sözü edilen "olgunluk" nedir, nasıl elde edilir, ne zaman elde edilir, bilmiyorum. "Yüzmek" söz konusu edildiğinde tekrarlanan bir klişe vardır: Yüzmeden yüzme öğrenilmez. Bunun siyasi olgunluk için büsbütün geçerli olduğunu düşünüyorum. Her zaman, her aşamada, "daha olmadı" diyecek sebep bulursunuz. Bizim "olmadı" diyenler de oy verme hakkını diplomaya bağlamak gibi taleplerde bulunmuşlardır hep. Bunların demokrasiyle hiçbir ilgisi yok ve böyle konuşmayı adet edenler "demokratik olgunluk"tan ne kadar uzak olduklarının farkında değiller.
Pratikte de teşhisi doğru bulmuyorum çünkü bu tarihten itibaren seçim sonuçlarının pekala aklı başında bir toplum gösterdiği kanısındayım. CHP'liler CHP'nin kazanmadığı bir seçimin doğru bir seçim olduğuna inanamazlar; dolayısıyla zaten Türkiye'de "doğru seçim" henüz yapılmamıştır. Binaenaleyh seçmen de olgunlaşmamıştır.
1946'nın nasıl bir seçim olduğu malum! Ama 1950'de seçim seçime benzeyince halk CHP'yi iktidardan gönderdi. 1954'te kendi yaptığı işin isabetini onayladı, "doğru yapmışım" dedi. Ama bundan sonra DP tuhaf bir kanala girdi. Ekonomide de "arıza" sesleri geliyordu ama asıl sorun iktidarın zorbalaşmasıydı. DP seçimi erkene aldı. Oylarının ciddi bir şekilde düştüğünü gördü. Bu hep tartışılan konudur: 27 Mayıs olmasa DP seçimi kaybederek iktidardan gider miydi? "Evet, kesin giderdi" diyemeyiz ama böyle bir ihtimal vardı ve koşullar değişmeden devam ederse bir sonraki seçimde bu noktaya gelinebilirdi.
Bu, işin spekülasyon tarafı. 27 Mayıs oldu. Bu, temelde "iki-partili" olan düzeni uzun boylu değiştirmedi. Sağdan ve soldan eklentiler, yani MHP olacak CKMP ile TİP sisteme adım attılar ama sistemi değiştirecek kitleselliğe erişmediler. Darbe koşullarının kargaşasında ortaya çıkan AP/YTP bölünmesi de giderilince, ortada gene CHP/"Ona muhalif parti" ikilisi kaldı. Bu durumda 12 Mart darbesine gidildi.
Sola düşman olduğu besbelli darbe tuhaf bir şekilde Ecevit'in temsil ettiği solu güçlendirdi; sağı ise dağıttı. Yetmişli yıllarda Erbakan'la birlikte "İslamcı" siyaset de sahnede yerini aldı. AP'de olana "liberal/muhafazakar" ayrışması denebilir mi? Sanırım bir ölçüde denebilir. O zamanlar daha çok sözü edilen "milliyetçi-muhafazakar" kanatta kalanlar Demokratik Parti'de göründüler. Bu koşulların ilk koalisyonunun CHP-MSP arasında olması ilginçti.
O tarihlerde Mümtaz Soysal bunun Türkiye'ye özgü "tarihi yanılgı"yı düzelteceği umudu dile getiren bir yaza yazmıştı, ama koalisyonun temelleri bunu yapacak kadar sağlam değildi. MSP ya da onun içinden bir kanat Demirel'in cansiperane çabaları sonucu af oylamasında CHP'ye kazık attı. Ecevit bunu koalisyonu bozacak kadar ciddi bir olay gibi görmedi. Ama Kıbrıs çıkarmasıyla popülaritesi büyük ölçüde artınca erken seçimi zorlamak üzere bu sefer bozdu koalisyonu. Tabii usta Demirel seçime meydan vermedi ve Milliyetçi Cephe koalisyonları dönemine girdik.
Birçok hükümet... Arada Sadi Irmak bile geldi geçti. Ecevit 11'lerle hükümet kurdu v.b. Sonunda, yetmişleri bitirirken, Demirel bir seçim zaferi kazandı.
Bu gidiş gelişlerde seçmenlerin büyük yanlışlar yaptığını düşünmüyorum. Geleneksel olarak yüzü sağa dönük bir toplum... "Sol" bir söylem kulağına çalınınca yüzünü o tarafa dönüp bekleyenler var. Tam tersi yöne koşup orada örgütlenenler de var. Ama "sol", açık ve koyu renkleriyle, başarılı sınav vermiyor, veremiyor. Bu koşullarda 12 Eylül.
Benim "aklı başında" gördüğüm Türkiyeli seçmenin aklını dağıtan 12 Eylül'dür. Bu berbat rejimi izleyen seçim aşamasında yeni kurulan (ama eski bagajları taşıyan) üç parti arasında Özal'ınkini seçmeleri de bana aykırı gelmiyor. 12 Eylül "ethos"una en uzak duran oydu. Gene, pratikte de Türkiye için kötü olmadı. Herhalde olası bir Turgut Sunalp hükümetinden çok daha olumlu işler yapıldı.
Ama üçüncü darbe siyasette "gelenek" denecek bir şey bırakmamıştı. Siyasi düşünceyi altüst etmişti. Referandumda verilen yüzde doksanın üstünde "evet" oyu toplumun sindirilmesinin boyutlarını gösterir. Bu oran ve ardından Özal'ı birinci, Sunalp'ı sonuncu yapan oylama... Bir seçimde Ecevit başta, bir sonrakinde neredeyse sonuncu... Özal ve Demirel cumhurbaşkanlığına tırmanınca partilerinin dağılması... Barajı geçemeyen bir CHP... Derken yüzde 7'lerde oy alan Refah'ın birinci parti haline gelmesi. Bunlar, ne yapacağına karar verememiş bir seçmen kitlesinin sinyalleri. Seçimden seçime savruluyor. Neredeyse her seçimin bir sürprizi var.
Neyse, Refah birinci parti haline geldi ve DYP ile koalisyonu da kurdu. Erbakan, Başbakan olmuştu. Bu durum "laikçi" kesimi sinirlendirdi. Toplumda basılmadık ayak bırakmayan 12 Eylül rejiminin başlıca hedeflerinden biri de "İslamcı parti" heyulasıydı. Alınan bunca tedbire (hapsetmek v.b.) rağmen bu sonuç bayağı asabiyet yaratmış olmalı. Ordu yeniden harekete geçti. Orduyu harekete geçmeye çağıranlar zaten hiç susmamıştı.
Bu konjonktürde Silahlı Kuvvetler'in ("bunu da silahsız kuvvetler yapsın" sözüne rağmen) sonuç alan hareketleri yapması bana Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ciddi yanlışlarından biri gibi görünür (darbelerin hangisi böyle değil ki?). O sıralarda askeri göreve çağıranlara sivil toplumu hatırlatmaya çalıştığım bir yazıyı anıyorum. Türk-İş ve DİSK Erbakan hükümetine "Böyle olmaz" diyor; TÜSİAD öyle, başka işveren örgütleri öyle. Burada işin içine asker sokmadan toplum sorunlarını diyalogla çözebilir. Erbakan her dediğini yaptıracak güçte değil, onun "şeriatçılığının" sınırları çizilebilir. Onun haklı şikayetlerine kulak verilebilir (örneğin başörtüsü), katı kurallar esnetilebilir.
Ama hayır. Böylece tankları sabaha karşı kente sürmeyen türden bir darbe daha yaşadık. O tarihlerde "İktidara bunlar gelecekse ben Kenan Evren'in yanındayım" diyen solcular vardı. Onların dediği oldu. O zamandan beri gerçekten çoğu Kenan Evren'in yanında.
Öyle görünüyor ki 28 Şubat da Refah Partisi'ne oy verenleri sinirlendirdi. 1980-2000 arasındaki değişken seçim sonuçları böyle değişkenlik göstermez oldu. AKP'de toplandı. Ancak son on yıldır AKP politikaları da elli dört sonrası Menderes iktidarı gibi ve ondan birkaç kat fazla ölçüyü şaşırmaya başladı. Benzer süreçler benzer sonuçlar yaratıyor. AKP oyları da azalıyor şimdi.
Azaldıkça, AKP, ya da karar mercii, politikalarının İslamcı dozunu yükseltiyor. Ama buna da gelecek yazıda girelim.