İsmail Saymaz’ın “Şehvetiye’si epey ilgi toplamış olmalı. O konu zaten edebiyatta da ele alınmıştır: Yakup Kadri’nin “Nur Baba”sı, Refik Halid’in “Kadınlar Tekkesi” geliyor aklıma.
T24’te de önce Tayfun yazdı, bugün de Mehmet Yılmaz konuyu ele almış. Her ikisi de, “tekke” ile “şeyh” ile alışı verişi olmayan, olamayacak yazarlar. Ama “yasaklansın!” “Kapatılsın!” diye haykırmıyorlar. Böyle inananlar oldukça böyle şeyhlerin de olacağını kabul ediyorlar.
Ben bu yazıda biraz bu işin geçmişine bakmak, biraz başka kültürlerle karşılaştırmak, biraz da “sosyalleşme” çerçevesi içinde başka pratiklerle karşılaştırmak istiyorum.
“Tekke” kavramının İngilizce (ya da Batı dillerinde) tam bir karşılığı yok. “Convent” diyorlar. Ama “convent” aslında “manastır”la eşanlamlı bir terim. Manastır da, “mono” kökünden gelen bir kelime; ibadet için başka insanlardan uzak bir yere çekilmeyi anlatıyor. Hristiyan tarihinin başlarında bu davranış yaygındı. İlk örneklerden biri Mısırlı Aziz Antony’dir. Mısırlı olarak çöllere çekiliyordu. Kimileri sütunlara tırmanır, yıllar yılı orada kuru ekmek ve suyla geçinirdi. Doğu bölgelerinde ilkin Aziz Basil insanların bu “ibadet” ihtiyacına daha “sosyal” bir çözüm buldu. İlk “manastır” böyle kuruldu.
Ama işi ilerleten Batı’da, Benedict oldu. Batı’da “ekonomik” mantık çok erkenden kendini göstermeye başladığından mı, nedir, Benedict, toplumdan çekilerek kendini Tanrı’ya adanmış bir hayat kurmak isteyenlere “çalışma” yolunu gösterdi. Manastırlar insanların topluca yatıp uyuduğu, topluca ibadet ettiği, topluca yediği, topluca uyanıp kalktığı yerler olarak kuruldu.
Ama bu gibi ibadete yönelik gündelik işler dışında, manastır, aynı zamanda bir “ekonomik işletme” idi. Ekiliyor, biçiliyor, şarap yapılıyor, peynir v.b. yapılıyordu. Genel çizgilerle, “feodal” malikane nasıl işliyorsa burada da durum aynıydı.
Bizim edebiyatta “yozlaşan tekke” teması var, demiştik. Batı’da da “yozlaşan manastır” çok eski bir temadır. Öyle ki, çeşitli çağlarda, bu yozlaşmaya karşı yeni “tarikatlar” kuruldu: Cistercian, Carthusian v.b.
Biz “tarikat” diyoruz; Batı’da “order”, yani “düzen”. Farklı anlamlar gibi ama sonuçta çok da farklı sayılmaz. “Tarik”, tabii, “yol” demek. Yani Tanrı’ya daha yakın olmanın yolu. “Düzen” de aynı amaca ulaşmak için gereken düzen.
Ortak olan şey, Tanrı’ya yakınlaşma isteği. Bu insanlar bunu istiyor, ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Bunun için kendileri dışında birinin yardımına ihtiyaçları var. Bizim burada bu yardımı “şeyh” ya da “pir” sağlıyor. Burada da bir “toplu ibadet” oluyor: zikir gibi ya da Mevlevilik’te “sema” gibi.
Ama “tekke”de ya da “dergah”ta, insanlar manastırda olduğu gibi sürekli yaşamak yok. Kurumunu çeşitli görevlileri dışında insanlar orada yatıp kalkmıyor. Belirli zamanlarda toplu ibadet için geliyorlar.
Ciddi bir bağlılık gerektiriyor bir tekkeye “mensup” olmak. Bunun en net kanıtı Yunus Emre’nin şiirinde: “Taptuk’un tapusunda, kul olduk kapusunda.” Bu, az buz bir bağlanma değil.
“Mensup olmak” terimini kullandım az önce. Fiil olarak kullanacaksak, “intisab” etmek diyoruz. Yakınlarda gene yazmıştım, Osmanlı toplum yapısından bize miras kalmış bir “topluluk oluşturma” biçimini anlatıyor bu. Temelde belki “lonca” örgütlenmesi var. Toplumda herkesin bir yere bağlı olması gerekiyor. “Serbest” kelimesinin anlamı da bu ya: “başı bağlı”. Yani ancak başınız bir kuruma, loncaya v.b. bağlandığında “serbest” oluyorsunuz.
Loncaya girdiğinizde, orada belirli bir hiyerarşi var. Hiyerarşinin tepesinde de loncanın “pir”i yer alıyor. Tabii bir yanda “usta-kalfa-çırak” zinciri. Bu her işyerinin, imalathanenin v.b. kendi hiyerarşisi. Ama bunun dışında bir de loncanın hiyerarşisi ve ona göre çeşitli kademelerin görevlileri var.
Lonca “üye” olması zorunlu bir örgütlenme; tarikat böyle değil elbette. Ama “intisab” etmek gerekince, bunun kuralları aynı esasları izliyor.
Dikkat etmek gereken bir başka örgütlenme biçimi, 17. Yüzyılda sık sık karşılaştığımız Celali örgütlenmeleridir. Osmanlı terminolojisinde önemli bir yeri olan “kapu” burada da karşımıza çıkar: “Birisinin kapusunda olmak”. Gene aynı mutlak itaat koşulu geçerlidir. İşin tuhafı, kimi zaman bu şekilde örgütlenmiş bir Celali çetebaşı devletle anlaşır ve uzlaşır. Devlet de, ele avuca sığmaz çıkan Celali beylerini böyle bir yoldan ehlileştirmeyi elinin altında bir yöntem olarak bulundurur. Bu şekilde eşkıyalıktan inzibatlığa geçiş yapan çetebaşı örgütlenmesini değiştirmez.
17. yüzyılda eski Kapıkulu sistemi tamamen çökmüştü. Eline bir tüfek geçirmeyi başaran Sarıca veya Sekban, Celali beyinin ya da Sancak beyinin adamı olduğu gibi Yeniçeri ocağına da yazılabiliyordu. Ama bunların hepsinde “intisab” etmenin kuralları üç aşağı beş yukarı aynıydı.
Türkiye’de “sivil toplum” oluşumu olmamasını ciddi bir sorun olarak önüne koyan Şerif Mardin, tarikatlarda bir “sivil toplum” potansiyeli görmüştü. Ben Şerif Mardin’den çok şey almış, dolayısıyla benzer düşünen biriyim; ama bu konuda ona katılmıyorum. “Sivil toplum”, bireylerle mümkün olan bir şeydir; bireyselleşmeyle el ele giden bir şeydir. Tarikat ise bireyselleşme getirmez. O da “herkese uyma” kuralını getirir, bunu idealize eder. “Ben kimsenin ‘tapu’sunda olmak istemiyorum, kul olmayacağım” diyen bir “talib” düşünemezsiniz.
Zaman zaman bizim toplumda “sınıf bilinci” olmadığı söylenir. Bundan Batı toplumlarında, feodal ya da kapitalist sistemlerde biçimlenmiş bir “sınıf bilinci” anlayacaksak, evet, ölesi pek yoktur çünkü tarih o tür kurumlar yaratmamıştır. Ama bu Türkiye’de insanların “sınıf bilinci” edinmeden yaşadıkları anlamına gelmez. Toplum hayatının her köşe bucağında hiyerarşiler oluşmuştur ve hayat bu hiyerarşilerin oluşturduğu kalıplar içinde ve onların gözetiminde akmıştır. Modernize geçiş biçimimiz bu kalıbı yerinden oynatmamıştır. “Yerinden oynatmamıştır” demek abartılı olabilir. Ama öyleyse, Barutçu fıkrasında olduğu gibi, bunu düzeltmek için “yerinden oynatmıştır” demekten fazlası içimden gelmiyor.
Bu koşullarda “tarikat olmasın” demek, bir “temenni”den başka bir şey olamaz. “Yasaklansın” demenin bir anlamı yoktur. Yasaklandı ve bunca yıllık yasaklanmadan sonra buradayız.
“Günü geçmiş bir kurum” olduğu için tarikatlerin yok olmasını isteyenlerin en güvenilir müttefiki tarikatler kendileri olabilir. “Modern hayat” dediğimiz şeyin yayılmasıyla insanların metafizik inançlarından sıyrılacaklarına inananlardan değilim. Ama “metafizik inanç” da İsmail Saymaz’ın örneklerini sıraladığı kepazeliklere inanmaya devam etmek olmamalı. Böyle inançlarla yaşamaktan sıkıntı duymayan birileri her zaman olacaktır, en “modern” toplumda da vardır böyleleri. Ama bunların bir avuç azınlık olarak kalacağı bir düzene elbette geçilebilir.
Bunu yalnız “tarikat” bağlamında söylemiyorum.