Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını, anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir.
Kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabiidir.
“20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.”
Ne bu? Kim konuşuyor? Tayyip Erdoğan konuşuyor. Gezi öncesinde başbakanken, nisan ayında bunları söylediği bir bildiri yayımlamıştı. O zaman hayatlarını kaybedenlerin ya da onların çocuklarının içini rahatlatacak bir demeç değildi ama bundan önce bu mevkilerde herhangi bir Türk buna benzer bir söz söyleme gereğini duymamıştı. O dönemde Tayyip Erdoğan dış dünyada da takdirle karşılanan işler yapıyor ya da sözler söylüyordu.
Şimdi Tayyip Erdoğan böyle şeyler söylemiyor. Buna benzer şeyler söyleyenlerin kanının temizliğiyle ilgili birtakım lakırdılar ediyor.
Büyük Reis'in tayin ettiği Başbakan olarak Binali Yıldırım da Alman Parlamentosu’na karşılık 1915'te kayda değer bir olay olmadığını beyan ediyor. Merak edilebilir: Binali Yıldırım'ın "önemli" ya da "kayda değer" bulması için daha ne olması, kaç kişinin ölmesi gerekirdi? Ama böyle soru işaretleri yarattı mı, yaratmadı mı, önemli değil. Önemli olan Reis'in söylediğinden şaşmamak. Bakın, danışman, Kılıçdaroğlu'na mermi gösterildiğinde, "O da zaten hak etmişti" diye konuşuyor. Reis "tasvip" etmeyince o da etmiyor.
Tek adamlar yanılmaz. Bir zaman sonra, kandırılmazlar da.
Bu olaylarla kendimizi durmadan değişen bir dünyada buluyoruz. Öldürülen Ermeniler için taziye denirken "öldürülen Ermeni" sözünü anmak hiyanet-vataniye haline geliyor. Erdoğan'ın arkasında bir de koro var. O ne derse birkaç derece ileriye taşıyarak beş on kat yüksek volümde bağıran bir “basın." Bu "basın" söylenen şeyin kendisiyle, içeriğiyle, bir mantığı olup olmadığıyla ilgili değil. "Şimdi bu söylenecek" komutunu aldığı anda onu söylüyor. Maksat tutarlı bir şey söylemek değil, daha yüksek ses çıkarmak. Sayı kuvvetiyle, epey gürültü çıkarmayı, daha doğrusu konuşulan her şeyi gürültüye boğmayı başarıyorlar.
Dolayısıyla bir gün kalkıyoruz, Erdoğan (Başbakan) Ergenekon davalarının savcısı, fiili savcının kefili vb. İki üç gün geçiyor, Ergenekon davalarının bir kumpas olduğu anlaşılıyor. Meğer başbakanı kandırmışlar. Kandıran, sadece kefil olduğu savcı da değil. Meğer neler neler varmış! İki gün önce canciğer kuzu sarması olduğu Fethullah Gülen cemaati meğer ne karanlık işler çeviriyormuş: Devlete sızmışlar, hiç haberimiz olmamıştı, hele Tayyip Erdoğan hiç bilmiyordu.
Bu tabii ayakkabı kutularında paralar çıkarkenki durum. Gün geçtikçe yeni numaralar çıktı: Fethullah Gülen'in silahlı terör örgütünden günde on beş kere söz ettiğimiz bir ortama geldik.
Fethullah Gülen de Tayyip Erdoğan'ı kandırmış. Her şey A'dan Z'ye değişiyor. Şimdi böyle korkunç bir örgütün sinsi faaliyetlerini devam ettirdiği bir dünyada yaşıyoruz.
Kürtler... Onlar da kandırdı. “Barış" yapıyoruz falan derken, tam artık bu işin sonuna geldik derken, şimdiye kadar görülmemiş yoğunlukta bir savaşa girdik. Şimdi tabii bu yeni ortamın dilinde konuşuyor Tayyip Erdoğan'ın korosu. Daha aşağı kademelerdekiler, "vaka mahalli"nde bulunanlar daha da dehşetengiz bir dil konuşuyor, yalnız konuşmuyor, duvarlara da yazıyor. O dille konuşurken Türkler ve Kürtler bir arada nasıl yaşayacak, pek fazla tahayyül edemiyorum, ama Tayyip Erdoğan bir rahatsızlık göstermediğine göre endişe edecek bir şey yok demektir.
En sonunda hiç beklenmedik bir "kandırma" durumu daha çözülüyor gibi görünüyor. Henüz Büyük Reis bu konuda ağzını açıp bir şey söylemedi ama, Pelikan falan, bir şeyler hazırlanıyor. "Başarılı" olduğunu söylemesi iyice imkansızlaşmış "Suriye politikası" var (ya da genişletip "Ortadoğu politikası" diyelim). Belki "vardı" demek gerekiyor. Bunun da Ahmet Davutoğlu'nun "kandırması" olduğu, yani böyle değerlendirildiği yolunda birtakım ipuçları görünüyor.
Binali Yıldırım'ın "önemli" ya da "kayda değer" bulması için daha ne olması, kaç kişinin ölmesi gerekirdi?
Bütün bu "kandırma" olayları ortaya yeni yeni "suçlu"lar çıkarıyor, ama "kandırılan" Büyük Reis, "Büyük Reis" olarak kalıyor. Onun, başka herhangi bir şeyden vazgeçtik, sırf "kandırılmış olmak" gibi bir kusuru olduğu söylenmiyor, düşünülmüyor. Bir "pre-kandırma" yayın var; beklenmedik bir anda "post-kandıma" durum çıkıyor ve buna göre bir yayın başlıyor. Bu ikisinin arasında Büyük Reis'in gene nasıl kandırıldığını soran yok. Bazı konular var ki bunların halen sözü bile edilmiş değil. Örneğin AKP iktidarının yaptığı yasal değişiklikler!.. Bunların hemen hemen hepsi geri alındı, daha da birkaçı geri alınıyor. Belli ki bu konularda da Tayyip Erdoğan'ı kandırmışlar, gene kendi partisinin o kanun değişikliklerini hazırlayan kişiler.
"Tek adam"a dayanan diktatoryal rejimler böyledir ve anlattığım hikayenin "alfa"sı ve "omega"sı budur. Uzun lafa gerek yok. "Tek adam" olmanın hikmeti “yanılmamak." Ne kadar yarım yamalak da olsa, "demokrasi" ögeleri içeren bir düzenden şimdi tam diktatoryal bir düzene geçiş sürecinde Reis'in bir şeylere kanmasını, bir şeyleri yanlış yapmasını önleyen tedbirler henüz alınamadığı için politika değiştirmek gerektikçe bir "kandıran" bulunuyor. “Kandırılan," pirüpak, yoluna devam ediyor. O tedbirler alındıkça, daha geniş bir teknoloji işleyecektir. Hani Sovyetler Birliği'nde bir fotoğraftan Troçki'nin ya da başkalarının uçurulması, silinmesi gerektiği gibi, burada da böyle şeylerin gereği yapılacaktır. Silinmesi gereken epey adam var ortalıkta. Buharin, Zinovyev vb. gibi "emperyalizmin ajanı" olduğunu itiraf etmenin benzerleri de çıkacaktır. Sovyet zamanının "Kızıl Cehennemden Geliyorum" türünden kitaplarının benzerleri, "Fethullah Cehenneminden Geliyorum" misali başlıklarla yazılacaktır.
Tek adamlar yanılmaz.
Bir zaman sonra, kandırılmazlar da.