Uzunca bir tatilden yazı yazmaksızın ve “Ne konuda yazsam?” diye düşünmeksizin döndüğümde, masanın üstünde dikkat çeken iki şey gördüm. Mümkün olduğu kadar “güncel” denilen çeşitten siyasi konulara girmemeyi tercih ediyorum. Bu düzeyde kimsenin kimseyi dinlediği yok, daha uzun süre, dinleyeceği de yok. Bir konuyu tarihi ya da sosyolojik bakımdan daha geniş bir çerçevede ele alma çabası gösteren yazıların alıcısı var mı, onu da pek kolay hesaplayamıyorum. Ama orada kendinizi baştan “uzun vadeli” diye kategorize ettiğiniz bir yere koyuyorsunuz. Dediğim o “masa”nın üstündeki iki konudan biri “idam”dı. Bizim tatil sırasında bunun yeniden gündeme geldiğinden haberimiz olmuştu. Daha bir süre devam edecektir tartışması. BBP Meclis’e önerge verecekmiş ya, nasıl vereceği belli değil; AKP’li Yazıcı’yı da şaşırtmışlar. Vaktiyle kaldırılması için (o zaman “devlet” politikası öyleydi) oy veren Devlet Bahçeli şimdi geri gelmesi için yırtınıyor. Bu sefer de yeniden rafa kaldırılabilir ya da kaldırılmaz. Bunun bir somut ve dolaysız sonucu var: Avrupa Birliği üyeliği ihtimali ortadan kalkar. Bunun, Tayyip Erdoğan’ın kısa değil ama orta vadeli bir hedefi olduğunu tahmin ediyorum. Resmi düzeyde estirilen Batı düşmanlığı Avrupa söz konusu olduğunda iyice sertleşiyor; buna rağmen, Erdoğan’a oy veren kesimde dahi AB üyeliğinden yana hatırı sayılır bir kesim olduğunu sanıyorum. Onun için Tayyip Erdoğan bu konuda acele etmiyor ve özellikle de Avrupa’nın “Burada Türkiye’nin işi yoktur” deklarasyonunu yapmasını istiyor (ve bunu yaptıracak adımları atıyor.) İdamı geri getirmek bunu garanti edecek davranışların başında geliyor. Demokratik ülkelerde idamın çoktan kalkmış olmasının bazı haklı somut gerekçeleri var. Birincisi şu: “Geri alınamaz” bir uygulama. İdam ettiğiniz kişiyi geri getiremiyorsunuz; ama yanlış bir kararla idam ettiğinizi anlayabiliyorsunuz. Bu öyle kırk yılda bir olan bir şey de değil. Örneğin Amerika’da belirli bir tarihten bu yana 1500’e yakın insan idam edilmiş, bunlardan 160 kadarının idam edilmemesi gerektiği sonradan anlaşılmış. Yani onda birden fazla. Böyle bir durumda yüksek bir yanılma payı. Ama bu sorun Amerika’daki 160 yanlış idamdan ibaret bir şey değil elbette. İdam olan her yerde, her zaman, benzerleri görülmüş. Ancak, dediğim gibi, demokratik ülkelerin ABD dışında tamamında idam cezasının hukuk sisteminden çıkarılmasının asıl nedeni bu gibi yanlışlıklar değil, insan hayatı kavramı karşısında alınan tavırdır: Devlet, insan öldürmemelidir.
“İnsan onuru” diye bir değer tanıyorsak, “devlet” gibi “temsili” bir kurumun insan öldürmesine izin veremeyiz. “İnsan öldürme”nin herhangi bir biçiminin, herhangi bir özrü olacağını kabul edemeyiz. Edersek, birilerinin cinayet işlemesini de haklı çıkarmış oluruz. İdam talep edilen kişilerin pek çok zaman tiksindirici işler yapmış tiksindirici insanlar olduğunu biliyoruz. Ölçüt bu değil. Onları somut bir Ali-Veli olarak görmüyor, öyle değerlendirmiyoruz. “Soyut insan” olarak görüyor, tavrımızı bu büyük harfle yazılmış İnsan’a göre belirliyoruz. Ağır suçlar işlemiş bir kişinin yaptıklarını düşünüp pişman olmasını da beklemiyoruz. Bu olabilir; birçok zaman oluyor; ama olmayabilir de. Tabii böylelerinin serbest bırakılması için neden yok, sonuna kadar hapiste tutulabilir. Toplumun “asmayıp besleyecek” gücü var. Ancak bu da idamın kaldırılması için önemli bir “pratik” gerekçe sayılabilir: İnsanoğlunun değişim yetisi. Bu alanda verilebilecek en çarpıcı olduğunu sandığım örneği vereyim: Dostoyevski! 1849 yılında Dostoyevski Çar emriyle bağışlanacağına, idam edilseydi, o yılların koşullarında kimse bunu yadırgamaz, bir zaman sonra da unutur giderdi. Bu tarihe kadar yazdığı, yayımladığı gençlik romanlarını okuyup “Vah vah! Yetenekli adammış!” diyenler de çıkardı büyük bir ihtimalle. Ama ne kaybetmiş olduğumuzu anlayan olmazdı. Bu sanırım epey çarpıcı bir örnek, ama dediğim gibi, “idam” denilen edime karşı olmanın asıl nedeni, felsefi nedeni bu değil; asıl neden, “insan hayatı” kavramının kutsallığı (“seküler” kutsallığı.) İlginç; Türkiye’de Erdoğan, Bahçeli, Destici korosu “idam” diye haykırırken, Papa Francis de Katolik dünyasında idamın yeri olmayacağını söyledi. Papa’nın gerekçesi de benim burada saydığım değerlere dayanıyor: “İnsan hayatının kutsallığı”. Dünyada hiçbir otoritenin bu hayata iradi olarak son verme yetkisi ve hakkının olamayacağını söylüyor. Papa’nın bu çıkışı, sanırım, Katolik dünyada da sarsıntı yaratacak, tartışma başlatacaktır. Çünkü o dünyada da, şimdiye kadar bu konuda herkesi kapsayan bir fikir ve bir irade biçimlenmedi. Şiddetle idamdan yana olan Katolik çok. Son kırk elli yılın Papa’ları arasında bunu savunacak biri çıkmazdı; nitekim çıkmadı. Ama Francis özellikle Jean-Paul’den beri gelen çizginin temsilcilerine benzemiyor. Benzemediğini pek çok örnek olayda gösterdi. Margaret Thatcher’ın idam girişimlerini birkaç kere yazmıştım. Onu, kendi partisi zapt etti. Bunlar, iki dünya savaşı yaşamış insanlığın insanlık üstüne geliştirdiği hem çok eski, hem de çok yeni “değerler” tartışmasının önemli nirengi noktaları. Bu noktada Erdoğan-Bahçeli ittifakının anlamı, “güncel politika” sınıflandırmasına çok büyük gelen önemli bir konu. Herhalde bu özelliğiyle de tartışılmalı.