"Bin dokuz yüz doksan"lı yıllarda başlayıp iki bin"le başlayan yılların başına devam eden süre içinde Türkiye Batılılaşmasının ürünü olan bölünmenin büsbütün"giderilmesi" değilse de sonuçlarının yumuşatılması mümkün olur muydu? Bana "mümkündü" gibi geliyor.
Ama önce bunun niçin "gerekli" ya da "önemli" olduğu hakkında bir iki söz söyleyeyim. Böyle bir bölünme, gerçekleştiği toplum için çok sakıncalı sonuçlar üretebilir, çünkü bir toplum içinde iki ayrı ve birbirine düşman toplum yaratma potansiyeline sahiptir. Bunun tehlikesine dikkat çekerken toplumda herkesin her konuda "birlik ve beraberlik ruhu" içinde bulunmasının gereğini, hatta "iyi bir şey" olduğunu savunmuyorum. Elbette her konuda farklı görüşler olacak. Ancak bunun derecesi var; şimdi vardığımız kutuplaşma derecesinde yaşamanın sağlıklı bir durum olduğunu söylemek herhalde kabul edilir bir değerlendirme değil. Birkaç provokasyonla birbirini boğazlamaya hazır "taraflar" halinde yaşayan bir toplum kimseye salık verilecek bir varoluş biçimi getirmiyor.
Bu duruma bir son vermek üzere herhangi bir plan, program yoktu. Bu yönde bilinçli bir girişimden söz edemeyiz. Ama hayatın günübirlik akışı içinde değişen bir şeyler olmuştu.
Bir konuya değineyim: Avrupa Kıtasında siyasi duruma baktığımızda, yaklaşık İkinci Dünya Savaşı yıllarından beri kıtanın en Batısında, İspanya ve Portekiz'de, faşist rejimler vardı. Altmışlarda bu iki ülkeye bir askeri darbe ile Yunanistan da katıldı. Din düzeyinde, Batı'daki iki toplum Katolik, Yunanistan Ortodoks. Ama iş bu diktatoryal toplumlara gelince, Katolik-Ortodoks fark etmiyor, örgütlü kilise faşist siyasi rejimin yanında yer alıyordu. Bunu, mutlu bir biçimde, sevinerek yapıyorlardı. Böylece, asker ve polisin sahip olduğu fiziksel gücün yanına ideolojide önemli yeri olan din aparatı da rejimi ayakta tutan güçlere katılıyordu. "İş adamı" kesiminin de, bu dengelerden uzun boylu bir hoşnutsuzluğu olmuyordu. Sacayağı tamamlanıyordu.
1960'ta biz de ilk askeri müdahalemizi gerçekleştirdik ve yenilerinin yolunu açmış olduk. Yalnız bu darbe dönemlerinde, ordu ideolojisiyle dindar kesimin ideolojisi uyuşmadığı için, aynı "mükemmel" sacayağı oluşamıyordu. "Bonapartist" bir otoriter rejimden "faşist" bir rejime de geçilmiyor, orada duruluyordu. 27 Mayıs'ın getirdiği görece demokratik ögeleri olan anayasada -sonraki darbelerde- habire değiştirilen maddeler olmakla birlikte dört dörtlük bir faşizme geçilmedi.
"Değişen bir şeyler" derken bu gibi eklemlenmeleri kastediyorum. 12 Eylül rejimi anayasayı da değiştirerek varolan düzeni bir "otoriter" siyasi yapıya çevirmek için elinden geleni yaptı. Bu generallerin getirdiği "yenilikler"den bazıları da değişikliğe uğradı ama bu gibi değişiklikler bu kötü mirası silip atacak kadar etkili şeyler değildi. Aslında eleştiri yaygındı. Bütün bu deneylerden demokrasi adına çıkarılmış dersler de vardı. Ama o dersleri dile getiren sesler gene azınlıkta kaldı. Bu ortamda oylar Necmettin Erbakan'a doğru yönelmeye başladı. Bu tabii Silahlı Kuvvetler'i iyiden iyiye sinirlendirecek bir durumdu ve zaten 28 Şubat'ın yeni tip "ayar verme" olarak yetişmesi gecikmedi. Verilen ayarın tutmadığını herhalde söyleyebiliriz. Tutsa, AKP'nin popülaritesi de olmazdı.
AKP, "milli görüş" yaklaşımından uzak olduğunu ilan ederek çıktı sahneye. Bu, o koşullarda önemli bir bildirimdi, çünkü bir "ılımlılaşma" vaadinde bulunulduğu anlamına geliyordu. Bu süre içinde olanlar, 12 Eylül'den ANAP'ın çıkması, ANAP'lı yıllardan sonra ibrenin yeniden Süleyman Demirel'den yana dönmesi, gitgide karmaşıklaşan hayat ve getirdiği sorunlar, "merkez sağ" diyeceğimiz bloku ciddi bir şekilde sarsmıştı. Bu yeni parti, birçoklarında, boşalan o yeri dolduracak yeni alternatif olabileceği beklentisini yarattı ve AKP kendi oy patlamasını yaratarak iktidara geldi.
AKP yönetimi, erken döneminde, "akla yakın" denebilecek bir çizgi izledi. Bu süreç içinde Nazım Hikmet'in yurttaşlığının yeniden tanınması gibi beklenmedik uygulamalar dahi oldu. Tayyip Erdoğan bazı Müslüman ülkelere "laik" olmalarını tavsiye edebiliyordu. Ama birtakım aralıklarla, İslami bir ideolojiyi egemen kılma hazırlığı yapıldığını düşündüren bir şeyler de söyleniyor ya da yapılıyordu. Tayyip Erdoğan'ın demokrasi ile "otobüs yolculuğu" arasında kurduğu metaforik ilişki bu bakımdan yeterince uyarıcıydı. Öte yandan, Tayyip Erdoğan'ın geldiği yerlerden geçerek gelmiş birinin demokrasiyi böyle düşünmesi de "şaşırtıcı" bir şey değildi.
"Tercih Meselesi" dediğim şey de bu sıralarda AKP'nin İstanbul il başkanının beyanatıyla Türkiye siyaset dünyasının ortasına düştü. Belli ki Tayyip Erdoğan bu politika değişimini topluma ilan etme zamanının geldiğine hükmetmişti. İlan ettikten sonra da eyleme geçme zamanı geliyordu. O zamana kadar AKP'nin uyguladığı politikanın aslında "tercih ettiği" politika olmadığı, genel koşulların ona empoze ettiği politik davranış gereği olduğu anlaşılıyordu. Şimdi bundan vazgeçiliyordu.
Ama vazgeçme kararını veren kimdi? Besbelli, Tayyip Erdoğan'ın kararıydı bu. Nitekim yeni sayfa açılınca, hareketi başından beri omuzlamış, taşımış olanların adı konmamış tasfiyesi de başlamış oldu. Burada gene önemli bir soru karşımıza çıkıyor: Tayyip Erdoğan'ın tercihi Türkiye'de "siyasi İslam hareketi"nin mutlaka yapması gereken tercih miydi? Böyle olduğu kanısında değilim. Öyle idiyse DEVA, Gelecek, Saadet Partileri niçin var? Ayrıldıkları Tayyip Erdoğan çizgisini, üslubunu eleştirmek için söyledikleri (bana epey doğru görünen) sözler, göz boyamak için mi?
Partinin şimdiki kadrosunun ileri gelenlerinden milletvekili kalkıyor, "alfabenin değiştirilmesi bizim düşünmemizi engelledi" diyor. Devlet Bahçeli'yi bile sinirlendiren bir iddia... Aslında, Tayyip Erdoğan'ın açtığı kapıdan giden, başlattığı çığıra uyan bir önerme. "O,Ö,U,Ü vokallerini ve V sesini" aynı vav harfiyle karşılayan, buna karşılık Türkçe'de olmayan bazı sesler için de harfleri bulunan bir alfabeden söz ediyoruz; istatistik bilgileri karıştırıp bu değişiklik yapılmadan önceki "okur-yazar" oranının sayılarına, bu yüzdelerin Cumhuriyet yıllarında nasıl yükseldiğine bakabiliriz. Yani iddiamızı doğrulayacak ya da yanlışlayacak somut veriler var. Ama bu ortamda böyle veriler olması uzun boyu bir anlam taşımıyor. "Veri" falan değil, başkalarının sesini bastıracak kadar dik çıkan ses gerek bu ortamda. Hangi sesin bizim tarafın sesi olduğunu öğrenmişiz. Önemli olan da bu. Savaş koşulları... Savaş atmosferi… Bu koşullarda akıl, mantık buharlaşıyor, partizanlık baş değer oluyor.
Böyle olmayabilirdi, diye düşünüyorum. Bizi nelerin ayırdığını değil, neyin (işlenirse) birleştireceğini konuşabilirdik. Nasıl bir siyasi davranış biçimi oluşturmakla farklarımıza rağmen bir arada yaşayabileceğimizi araştırabilir, bulabilirdik. Ama bunlar Tayyip Erdoğan'ın tercihi değil. Ona göre zaten "tartışacak" bir şey yok. Bilinmesi gereken her şey zaten biliniyor ve en iyi bilen de Erdoğan kendisi. Dolayısıyla araştırma, tartışma v.b. değil, gerekli emirlerin verilmesi ve yerine getirilmesi önemli. Bunu kabul etmeyenler "düşmanlar". "Düşman" dediğimiz kişi de yok edilir. "Gidenleri bırakın gitsinler" dediği için Erdoğan'ı eleştirenler var. Oysa bu onun "hoşgörülü çözümü" olarak alınmalı, çünkü öbür alternatifin adını söylememek daha iyi.
Murat Belge kimdir?Prof. Dr. Murat Belge, 16 Mart 1943'te Ankara'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. 12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan darbe döneminde iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974'te üniversiteye döndü. 1981'de doçentken istifa etti. Halkın Dostları, Birikim, Yeni Dergi, Yeni Gündem, Milliyet Sanat, Papirüs dergilerinde ve Cumhuriyet, Demokrat, Milliyet, Radikal, Taraf gazetelerinde yazdı. 1983'te İletişim Yayınları'nı kurdu. 1997'de profesör olan Murat Belge, başkanlığını da üstlendiği Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde devam ettiği akademik çalışmalarını sürdürüyor. Türkiye'nin en üretken yazarları arasında ön sıralarda yer alan Murat Belge, çok sayıda kitapta yer alan makalelerinin yanı sıra 23 kitap yazdı; William Faulkner, James Joyce ve John Berger'den eserler de dâhil olmak üzere 15 çeviri kitabı yayımladı. 1957 seçimlerinde Demokrat Parti Muğla Milletvekili olarak parlamentoya giren gazeteci-yazar Burhan Asaf Belge'nin oğlu olan Murat Belge, aktris Hale Soygazi ile evli. Kitapları - Tarihten Güncelliğe (Alan, 1983; İletişim, 1997) - Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek (Birikim, 1989) - Marksist Estetik (BFS, 1989; Birikim, 1997) - The Blue Cruise (Boyut, 1991) - Türkiye Dünyanın Neresinde (Birikim, 1992) - 12 Yıl Sonra 12 Eylül (Birikim, 1992) - İstanbul Gezi Rehberi (Tarih Vakfı, 1993; İletişim, 2007) - Türkler ve Kürtler: Nereden Nereye? (Birikim, 1995) - Boğaziçi'nde Yalılar ve İnsanlar (İletişim, 1997) - Edebiyat Üstüne Yazılar (YKY, 1994; İletişim, 1998) - Tarih Boyunca Yemek Kültürü (İletişim, 2001), - Başka Kentler, Başka Denizler 1 (İletişim, 2002) - Yaklaştıkça Uzaklaşıyor mu: Türkiye ve Avrupa Birliği (Birikim, 2003) - Osmanlı: Kurumlar ve Kültür (Bilgi Üniversitesi, 2006) - Başka Kentler Başka Denizler 2 (İletişim, 2007) - Genesis: "Büyük Ulusal Anlatı" ve Türklerin Kökeni (İletişim, 2008) - Sanat ve Edebiyat Yazıları (İletişim, 2009) - Başka Kentler, Başka Denizler 3 (İletişim, 2011) - Edebiyatta Ermeniler (İletişim, 2013) - Başka Kentler, Başka Denizler 4 (İletişim, 2014) - Militarist Modernleşme-Almanya, Japonya ve Türkiye (İletişim, 2014) - Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik (Agora, 2006; Berat Günçıkan ile söyleşi) - Şairaneden Şiirsele / Türkiye'de Modern Şiir (İletişim, 2018) Çevirileri - Hegel Üstüne: W.T. Stace - Martin Chuzlewitt: Charles Dickens - Döşeğimde Ölürken, Ağustos Işığı, Ayı: William Faulkner - Dublinliler, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi: James Joyce - 1844 Elyazmaları: Karl Marx - Bir Zamanlar Europa'da, Leylak ve Bayrak: John Berger - Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla: Leo Huberman - Yazıcı Bartleby: Herman Melville - Kayıp Kız: David Herbert Lawrence - Yurtsuzların Ülkesi: Dugmore Boetıe - Lenin ve Felsefe: Louis Althusser (Bülent Aksoy ve Erol Tulpar ile birlikte) |