Son zamanlarsa bir kızışma eğilimi gösteren ve bildik “irrasyonel” zeminde yol alan “Atatürk” tartışmasına katıldığım birkaç yazı yazmıştım - Sonuncusu alfabe değişikliği üstüneydi. Dil konusunda bunu olumlu bulduğumu ama öbür girişimlerine hiç katılmadığımı söylemiştim; bu arada televizyonda aynı konu üstüne bir programı biraz da yarım kulak izliyordum. Bu “yarım kulak” nedeniyle belki de yanlış duyduğum bir iki cümle çalındı kulağıma. Konuşmacı, bu dil çalışmalarının bize “tarihimiz unutturacak” bir mahiyeti olmadığını ve bu arada “Hititçe” ve “Sümerce”yi kazandırdığını söylüyordu.
İşte, “hiç katılmıyorum” dediğim faslın bir örneği! Sümerce, elde bol malzeme bulunduğu için bayağı çok çalışılmış, ama herhangi bir dil ailesine bağlanamamış bir dildir. Hititçe’nin ise bir Hint-Avrupa dili olduğu kesinleşmiştir. Yani ikisinin de Türkçe ile herhangi bir ilişkisi yoktur, onun için bizim onları “kazanmamız” söz konusu değildir. Ama bunun uzun hikâyesi var.
Önce “Öz Türkçe” gelir. Osmanlıca’nın yapay bir dil olduğu aşağı yukarı Şemseddin Sami’den beri tartışılır, Türkçe’ye aykırılığının örnekleri verilirdi. Selanik’te Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Ali Canib önderliğinde yayımlanan “Genç Kalemler” dergisi “dilde özleşme”nin kampanyasını başlattı ve hararetli tartışmalara yol açtı. Bundan çok geçmeden Mehmet Emin’in “ilk” kabul edilen hece vezni şiiri yayımlaması da bundan kopuk bir girişim değildir.
Ancak “Genç Kalemler” çok radikal bir program önermiyordu. Bir “sadeleştirme”ydi önerdiği. Kelimelerin “ırki” kökeniyle uğraşmıyordu: “terkib almayalım”, “dilbilgisi kuralı almayalım” v,b, Atatürk “Dil Devrimi”nde bunları solladı geçti. Bunu topluma beyan etmek üzere kullandığı, İsveç veliahtının ziyarete gelmesinin hazırladığı fırsatta söylediği sözler, “… yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar…” gibi söylemler zihninde nasıl bir Türkçe tasarladığını ortaya koyuyor.
“Tarama Sözlüğü” yapıldı, eski metinler taranarak unutulmuş “Türk kökenli” kelimeler bulundu. “Derleme Sözlüğü” yapılarak Anadolu’da yerel Türkçe kelimeler bulundu (arada, örneğin “Nisan” için “Abrıl” gibi “Türkçeler” de vardı. Bunlar da yetmediği ya da benimsenmediği için çok sayıda “yeni” kelime türetildi; “yaşam”, “sözcük”, “olanak”, belit”, “gereksinme” gibi. Ama bunlar, “gerçek gereksinmeye umar” olmaya yetmedi. Ünlü gazete yazarları makalelerini bildikleri dilde yazıyor, sonra yeni sözlükleri ellerine alıyor, “eski” kelimelerin üstünü çizip yenisini yazıyorlardı. Uzatmayayım: bir süre sonra Atatürk kendisi de durumdan rahatsız olmaya başladı.
Onun yardımına yetiştiğini söyleyebileceğimiz eksantrik bir Avusturyalı var: Kvergitch. Bu adam, aslında bütün dillerin Türkçe’den yayıldığını söyleyerek “Güneş-Dil Teorisi”nin temelini attı. Biraz kısa kesiyorum. Aslında Dil Kurultayı’na benzer tezlerle katılan başka dil “bilginleri” de vardı ve asıl vurguladıkları Kızılderili dillerinin kökeninde Türkçe’nin olduğuydu. Ama sonuçta “bütün diller” genellemesinin kapısı açılmıştı ve biz bu kapıdan içeri geçmekte gecikmedik.
Yukarıda değindiğim “Hititçe ve Sümerce’yi kazanmak” bu bağlam içinde ortaya çıkıyor. “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabı bu “bilimsel keşif” üstüne yazdırıldı (sonradan Türk Tarih Kurumu’nun belli başlı üyeleri olacak bir ekibe). Konfüçyüs’in, Buddha’nın v.b. Türk asıllı olduğu iddia edildi. İlkokula gittiğimizde hepimizin gördüğü “Göçler Haritası” yapıldı (nedense en az Kızılderililer’in adı anıldı).
Genel durum böyle olunca “dilde özleşme” önemini kaybediyordu. Bütün dillerin kökeni Türkçe olduktan sonra temizlenecek bir “yabancı” kalmıyor. Dolayısıyla her kelimeyi rahat rahat söyleyebiliriz.
“Öz Türkçe” akımı olsun, “Güneş-Dil Teorisi” olsun, ikisinde de “ırkçılık” vardır—bu iki yaklaşım birçok bakımdan birbirinin karşıtı gibi dursa da, temelde böyle bir ortaklık vardır. Birincide belki daha açık: ırkımızın Orta Asya’da konuştuğu dilden başkasının kelimelerini, izlerini dilimizden temizliyoruz. “Öz Türkçe” ya da “Arı Türkçe”... Yani “arınıyoruz”. Bunu Yunanistan bir şekilde Homeros Yunanca’sına dönerek yapmaya çalıştı. Ta Albaylar döneminde kavga devam ediyordu. Artık bitti. Onlar da “katharavusa” demiş, yani “arınma”yı öne çıkarmıştı. Benzer hareketler Almanya ve Macaristan’da da görüldü. Bunlar hep bu “ulusallık konusuyla sorunlu toplumlar—ama bir tek biz değiliz. Bir de şunu gözden kaçırmamakta yarar var: “fütuhat” denen şeye aşırı meraklı bu toplumda Atatürk “Cihanı fethettik” demiyor, “medeniyet getirdik” diyordu (ama bu da bir ırkçı üstünlük hevesini ortadan kaldırmıyor).
Dilde sadeleşme, evet, gerekliydi. Ama kararında. Atatürk kendisi başlangıçta kararını kaçırmıç, ama sonra “Bu iş böyle olmuyor” demiş, frene basmıştı. İlginç ve tuhaf: onun çizdiği sınırların dışına çıkmamayı temel görev bilen Atatürkçüler konu buraya gelince “söz dinlememeye” karar verdiler. Örneğin Nurullah Ataç. Ataç bir Kemalist’tir. Atatürk’ün ağzından çıkan her sözü ciddiye almaya hazırdır. Ama Güneş-Dil Teorisi’nin ilettiği yarı örtük mesajı almamak ve anlamamakta direndi. İşi başlatan Atatürk’tür diyebiliriz sanıyorum; ama en çok emek veren ve dolayısıyla sürecin gidişatını biçimlendiren Ataç oldu. Aynı zamanda Ataç Güneş-Dil Teorisi hakkında da (benim bildiğim) olumlu ya da olumsuz bir şey söylemedi. Benimsemediği bellidir. Yunanca ve Latince’ye özel bir saygısı vardı ve Arapça ile Farsça’nın sınırlarını çizdiği medeniyet dairesinden çıkıp Yunanca-Latince dünyasına geçmek istiyordu.
Bu hikâyeyi bir şekilde sona erdirenler bir başka kumaştan dikilmiş üniforma giyen Kemalistler oldu: 12 Eylül generalleri. Bu zamana kadar bu işi “sol” benimsediği için olabilir, bu “Öz Türkçe” akımından hoşlanmıyorlardı. Ve onlar da Atatürk’ün miras hakkına müdahale edip (hemen hemen her hukuk ihlalini ilkin onlar yapmıştır—ama bunu yapmanın meraklısı çok) Dil ve Tarih Kurumları’nı çalışamaz hale getirdiler. O zamandan beri dili özleştirme çabaları enerjisini kaybetti.
Bütün bu işler olurken dili konuşanlar ne yaptı? Açıktan ses çıkarmadılar. Geleneksel rolü benimseyip dalga geçtiler. Dili yabancı kelimeden arıtmanın ulusal görev olduğu dönemde “hostes” yerine “gök konuksal avrat” ya da “imambayıldı” için “içi geçmiş dinsel kişi” gibi buluşlar yaptılar. Bütün dillerin Türkçe’den geldiği Güneş-Di zamanında ise Amazon’un “Amma Uzun”dan, Niyagara’nın “Ne Yaygara”dan geldiğini tesbit ettiler. Benim en sevdiğim “telefon”: yeni icat olduğunda on kuruşluk jöton kullanılıyormuş; ama tabii Türkiye’de doğru çalışmadığı için on kuruş kayboluyor, yani “telef” oluyormuş.
Halkımız böyle eğlenirken, bir rivayete göre biri “elektrik”in Türkçe olduğunu kanıtlamış. “Bol” anlamında “elek” ve “ışık” anlamında “aytırak”tan geliyormuş) sanki “elektrik” “bol ışık” demekmiş gibi). Bu şaka değil, ödül almış bu tezle.
Hangisi daha komik?