Biz Türkiye Cumhuriyet yurttaşlarının kendimize bir "tarih yapma" tarzımızın Marx'ın ünlü tespitini hatıra getirmesi sık sık tekrarlanan bir durumdur: Hani der ya, ilk yapıldığı zaman trajik boyutları olan bir olay (verdiği örnek Napolêon Bonaparte'ın kendini imparator ilân etmesidir), ikinci kere tekrarlandığı zaman komedyaya dönüşür (bunun örneği de yeğen Louis Napolêon Bonaparte'ın kendini imparator ilân etmesidir).
Son "darbe girişimimiz" ardında üç yüz kadar cansız beden bıraktığına göre, (bu, "darbe olayının kendisi" olarak en kalabalık bilanço) bu durumda "komedya"dan söz etmek kolay değil. Gene de, bütün gidişatta "komik" denecek ögeler görüldü; vaktiyle Levent Kırca'nın yaptığı skeci hatırlatan sahneler görüldü. Bir "darbe parodisi" seyreder gibi seyrettik o gecenin olaylarının çoğunu.
Bu nedenle, girişimin ardından yazdığım ilk yazıda "darbe faslı bitti" dedim. Bu, "bir daha darbe olmaz", ya da "darbe girişimi olmaz" anlamına gelmiyor. Fiilen böyle bir şeyin olmasın, olmaması, sonuçta bir "akıl-fikir" meselesi. Zaten şu sonuncu saçma girişimin birilerinin bu olaya bir "çözüm" olarak bakmaya devam ettiğini gösteriyor.
Ama böyle bir şey bu toplumun tarihinde beğenelim beğenmeyelim belirleyici bir rol oynayan darbelerin bir "parodi"si olacaktır.
Bir sosyolojik gözlem: Bir toplumda herkes belirli bir üslûp içinde bir şeyler yapıyor; derken bir olay oluyor - diyelim ki "darbe"; buna da herkes bellediği üslûp içinde bir tepki gösteriyor.
Şimdi bu genel, herkesi kapsayan "üslûp"ta bir değişiklik yapmazsanız koşullar aynı, davranışlar aynı devam ederse... "Aynı olay" da tekrarlanır. Çünkü, canlı organizmalar gibi toplumsal yapıların da kendilerini oldukları gibi yeniden üretme eğilimi de ağır basan bir eğilimdir. Yalnız "olay"a değil, onun için "öyle" olmasını belirleyen genel koşullara bakma gereği, sosyolojinin artık klişeleşmiş bir yöntemi.
Benim biyolojik hayatım Türkiye tarihinin "darbeler" düzenine denk düştü. Onun için, şu söylediğim durumun Türkiye için geçerli olup olmadığını iyi kötü değerlendirebildiğim bir deneyim birikimim var.
Darbe veya benzeri, sarsıcı, olağandışı bir olayı izleyen davranışlar: Aslı esası olmayan suçlamalar, ama en çok da kazanan tarafın militanlarının aşırı, hamasî, coşkulu olmaya çalışan ama gürültülü olmaktan ileriye gidemeyen tezahüratı. Benim hikâyem 27 Mayıs'la başlıyor, bugün de olduğu gibi devam ediyor.
27 Mayıs'ta DP iktidarı Et-Balık Kurumu'nda öldürülen öğrencilerin cesetlerini kıyma haline getirmişti; Menderes memleketi Rusya'ya satmıştı; Bayar ise köpeklerini hayvanat bahçesine satmıştı. Kasalardan kadın çamaşırı çıkıyordu. DP'liler Yassıada'ya tıkılmıştı ama "kuyruklar" ortalıkta dolaşıyordu; onun için "kuyrukları tel'in mitingleri" yapılıyordu. 147 öğretim üyesi, binlerce subay (Eminsu) tasfiye edildi. Birtakım hainler Menderes'i kaçırmak için Yassıada'ya yeraltından tünel kazmaya başlamıştı.
12 Mart olduğunda düşman değişmişti. Düşman komünizmdi. Somut hikâyeler kısmen değişmişti ama zihniyet aynıydı. Yeraltı tüneli gene vardı, örneğin, ama şimdi ODTÜ bahçesiyle Sovyet Elçiliği arasında kazılmıştı.
Kendilerine "devrimci" diyenler Sovyetler Birliği'nden kamyon kamyon ruble almıştı. Gemi batırmışlar, Taksim'de "Kültür Sarayı'nı yakmışlardı. Boğaz Köprüsü'nü uçurmaya çalışırken yakalanmışlardı.
Büyük tehlike komünizmdi ama nedense bu devrimcilere "anarşist" deniyordu. Stalinist merkeziyetçilik ilkesini sonuna kadar savunmaya kararlı kişilere!
12 Eylül'de komünizm "başat" konumunu korudu. Ama onların yanına gene vatan-millet ve Atatürk düşmanı ülkücüler ve dinciler de eklendi. "Dış mihraklar" gene eksik değildi. Amerika'ya pek sözümüz yoktu ama Avrupa "demokrasi" kamuflajı altında bize düşmanlık yapıyordu.
Bu saydığım örneklerde değişmeyen bir rol vardı ki onu oynayan da Kürtlerdi. Onların cezalandırılma yöntemleri de durumlarının gösterdiği özelliğe uygun bir itinayla düzenlenmişti. Doz, her seferinde artıyordu.
Uzatmayalım, 28 Şubat'ta bunların benzeri İslâmcılar için söylendi. Aczmendiler bir tarafta, Andıçlar öbür tarafta, gene büyük tehlikeler, tehditlerle sarılmış toplum ve düşmanlarla kahramanca savaş "bizimkiler..."
Ya şimdi?
Şimdi düşman Fethullahçılar (ya da Fetullahçılar). Hrant Dink'i onlar öldürdü; Zirve'yi Santoro'yu filan onlar yaptı.
Hiçbir darbe geleneği olmayan TSK mensuplarına iftira ettiler. Suriye ve İsrail'e satıldılar. Amerika'dan hiç söz etmeyelim.
Hükümete hiçbir aslı esası olmayan yolsuzluk iftiralarında bulundular.
Elcevap: Fethullah'ın doğduğu evi "umumi hela" yapıyoruz; adı "Fethullah" olanlar bunu değiştirmek için mahkemelere koşuyor!
Diyanet İşleri, "darbeci ölüsü"ne dinî gömülme töreni yapılmayacağına karar veriyor; İstanbul Belediye Başkanı "Hainler Mezarlığı" düzenliyor.
Propaganda faaliyeti önceki bütün örnekleri sollayarak devam ediyor: Nesnel gerçeklik, bütün tarihimizde olduğu gibi, gene ayaklar altında. Cengiz Çandar bilmem kaç yıl önce Fethullah'ı övmüş! Tayyip Erdoğan ne yapmış? "Ne istediler de vermedik?é cümlesini kim telaffuz etmiş? YAŞ toplantılarında ihraçları kim durdurmuş (Fethullahçılar'ın asıl kadrolaşmalarını yaptıkları söylenen yıllarda)?
Bu hava, önceki örneklerde de olduğu gibi, iktidarın yandaşı olmayanları da etkiliyor. Bir söz söyleyecekseniz, önce darbeyi ve darbecileri lânetleyerek söze başlayacaksınız. Hayatı boyunca darbelere karşı duran biri de böyle bir yükümlülük hissediyor- çünkü hissettiriliyor. Lânetleyecekseniz, "Selâmünaleyküm" yerine; sonra "en ağır şekilde cezalandırılmalarını" talep edeceksiniz. Ne demek "en ağır?" Neyse cezası verilsin. Normal olan neyse, o yapılsın.
Böylece "zorunlu sözler"inizi söylemiş olarak, "serbest sözler"e geçebilirsiniz.
Yani, uzun boylu değişen bir şey yok. Siyaset erbabı yapı, medyası da dahil, kendini olduğu gibi yeniden üretmeye devam ediyor. Yapı kendini yeniden üretebiliyorsa, olaylar da kendilerini yeniden üretecektir. Bu koşullarda "tarih tekerrür eder."
Bu da önemli: Şu nedenle, öncelerin hepsi toplumdaki bir "cephe"nin eseri sayılır. Bugünküler kendilerini o "cephe muhalifi" olarak tanımlıyor. Ama siyasî davranış konusunda hiçbir farklılıkları yok.
Tayyip Erdoğan'ın bir iç savaş durumunda, "İyi olur, o zaman ezer geçeriz" dediği yayımlandı. Kendisinden bir tekzip de gelmedi. Tekzip gelmemesi anlatılanların doğru olduğunun kanıtı değil ama gene de bir karine.
Bir "darbe girişimi" de kendi çapında bir "iç savaş girişimi" olarak yorumlanabilir-daha başarılı bir girişim öyle bir olayı kolayca başlatabilirdi.
Şu halde bu olayın iktidara ("iktidar" denince bundan Tayyip Erdoğan'dan başkasını düşünmek mümkün değil) bir "ezip geçme" fırsatı yarattığı olgusu, nesnel bir olgu olarak önümüzde duruyor. Şu ana kadar olanlar, HDP'nin davet edilmemesi gibi simgesel uzantıları son derece önemli olaylar, Erdoğan'ın bu fırsattan yararlanmak niyetinde olduğunu gösteriyor. Bu kısa süre içinde binlerce kişi ya içeri alındı ya da görevinden alındı. Bu listeler herhalde 16 Temmuz günü çıkarılmadı.
Bir darbe girişiminden sonra birtakım generalleri, subayları gözaltına almanız ya da tasfiye etmeniz ilk ağızda yadırganmaz. "Darbeye karışanlar" olduğu gibi etkili bir davranış göstermeyenler de vardır vb. Bu gibi kadrolar, sivil yurttaşlar açısından "kapalı kutu"dur - biz de nereden bileceğiz "tümgeneral" falancanın siyasî fikirlerini?
Ama Nazlı Ilıcak'ın siyasî fikirlerini biliriz, çünkü zaten kendisi yazmakta ve söylemektedir. Aynı şekilde Şahin Alpay'ın, Ali Bulaç'ın Mümtaz'er Türköne'nin, Ahmet Turan Alkan'ın siyasî fikirlerini ve pozisyonlarını biliriz. Toplumun en iyi yetişmiş aydınlarından Hilmi Yavuz'un herhangi bir darbeyle nasıl bir ilişiği olabileceğini de biliriz.
Bu insanlar "falan yerde yakalandı" diye aktarılan bir biçimde gözaltına alınıyor, sorgulanıyorsa, sorgulananın ne olduğu konusunda ciddi sorgular oluşur zihnimizde.
Bu sorular hızla oluşuyor.