Shakespeare: "Eğer müzik aşkın gıdasıysa, durmadan çalınız”
Daha güzel bir dünya, büyük insanlık idealleri bir gelecek tahayyülünü gerektirir. Geçmişten ve halen yaşanmakta olandan daha mutlu; sadece insan türüne değil, tüm canlılara layık, biyosferimizin baş döndürücü güzelliklerini yeniden üreten bir hayat tarzını gerçekleştirme praxisinde sanat ve kültürün muazzam potansiyeli, uzun zamandır mahzun, üzgün ama sitem de etmeden sahiplenilmeyi bekliyor. 68 bu gücü, tözüne uygun ne kadar da işlevsel kılmış; dünyayı sanat ve kültür kaldıracı ile yerinden oynatmıştı.
İlk başlangıca dönersek:
“Mağarada biri oturmuş, iliği çıkarılmış bir kemikte delkler açıyor, kaldırıp ağzına götürüyor, kemiğe, yani bir düdüğe üfürüyor.Üfürüm ses oluyor ve zaman, bu ses aracılığıyla bir biçim alıyor.Sesin ve biçimlenmiş zamanın var olmasıyla, müzik başlıyor.
“Pek çok kez başlamış olsa gerek. 45.000 – 40.000 yıl önce, bizim türümüzün ortaya çıkışından uzak olmayan bir zamanda, başka türlü açıklanması olanaksız olan, içi boş, delikli kemik parçalarının bulunduğu iki yerde, Güneybatı Almanya’ da Geissenklösterle ve Slovenya’da Divje Babe’de başladığı neredeyse kesin.’’ Batı Müziğinin Kısa Tarihi – Paul Griffiths : Syf- 1
Sanatı çözümlemesi zor, gizemli şifreleri barındıran bu yüzden de özel insanların anlayabilecekleri, deşifre edebilecekleri bir alan olarak görmek, terk edilmesi gereken yanlış bir ön yargıdır. Müzik, yukarıdaki alıntıyla başlamış ise öyle sofistike algılar yaratarak, hele klasik batı müziğinde gizemli bir kabilenin ayin nesnesi haline gelmiş olması, bu sanata karşı haksızlıktır. Müzik konuşuyoruz, atom fiziği ve tanrı parçacığını değil. Sanatçılar en fazla beğenilmek, sevilmek isteyen insan topluluklarının başında gelirler. Takdir edilmeyi, beğenilmeyi elbette ki çok arzularlar. Bu yüzden yerlerini yurtlarını terk edip daha çok dinlenecekleri, saygı ve itibar görecekleri, eserlerini, virtuözitelerini sunacakları şehirlere, ülkelere giderler, turneler çıkarlar aylarca hatta yıllarca süren.
Geçtiğimiz günlerde, Haydn Quarter konserini izledim; alkış tufanı, o ciddi ve nemrut görünüşlü grup üyelerinin sevinç ve mutlulukları görülmeye değerdi.
Gezegen tarumar edilirken, sanat ve kültür evrensel bir sığlıkla sadece eğlencelik, zararsız seyirlikle malul hale getirildi. Her şeye rağmen bu gelişmeler ülkemizde karşıtına dönüşmenin de önünü açtı. Derinlere inme, oralarda aradığını bulma çabalarını yoğunlaştıran; ütopyalarını terk etmemiş insanların birbirleriyle buluşmalarına, daha farklı güzellikleri yaratma ve yaratıları keşfetmelerine, yakın zamanlara kadar hiç olmadık sıcak ve verimli bir iletişimin kurulmasına vesile oldu. Anlatmak istediğimi Eric Clapton çok güzel özetlemiş: “1960’ larda, Londra’ da uzun saçlı birini gördüğümüz zaman akrabamızı görmüş gibi olurduk.”
Sevinçle müşahede ediyorum ki akrabalarla daha sık karşılaşmaya başladık.
Bu, şimdilik az sayıdaki Neo-ütopyacılar, birbirlerinin varlığını, ürettiklerini gördükçe dayanışma, yüreklendirme, paylaşmaya dayalı bir iletişim ağı kurmaya başladılar. Karşı hegemonyanın kök saplarıdır bunlar, derinlere yani gönüllere ve zihinlere nüfuz etme yeteneğini taşıyor. Sırtında yüklenmek mecburiyetinde olmadığı küfe bulunmadığı için de, yaratıcı zeka, güç ve yeteneğin özgürce ama tevazuu elden bırakmadan, iktidar illetinden muaf bir kararlılıkla, liberter özlü kozalar örülüyor.
Kişisel inancım artık neo-liberalizm rüzgarı kesildi; bir daha hiç esmeyecek. O zaman şu tespiti yapıyorum cesaretle: Post – Liberalizm zamanlarının henüz başlangıç evresine ilk adımlar atılıyor. Liberalizm, her düzeyde, en iddialı olduğu bireyin özgürlüğü siyasasının pratiklerinde, sanat - kültür anlayış ve politikalarında, ekoloji ve çevre algısında, uygulamalarında gerçek anlamıyla bir fiyasko, bir çöküşle finali yaparak ömrünü tamamlamıştır. Ama vedasını ne yazık ki kanlı yapıyor. Sancılı safradan kurtuluyor insanlık. Cehaletin sultası çözülmenin hıncını saçıyor. Ama nafile.
Yaratılan sonra da baş edilemeyen kaosun kanlı bilançosuna rağmen, umudu var eden etkenler pıtrak gibi bitmeye başladı. Küçük gözelerden tertemiz pınar suları kayaların arasından, ormanların içinden yeryüzüne çıkmaya başladı. Yeni bir asabiye ilk ilmeklerini atıyor. Artık yeni bir ekolojik uygarlık arayışı endüstriyel barbarlığın alternatifi olarak zihinlere saldığı soru işaretleri ile akılları çeliyor.
Yeniden inşa, bu çöküş ve tahribatın önce durdurulması, sonra yeni bir dünya yeni bir uygarlık için sanat – kültür yaratımının olmazsa olmazı sınırsız özgürlüklerle, var edilmiş değerleri koruyup; gelmesi arzu edilene kavuşmak için de, zaruri olan öğrenmeyi, algı sınırlarımızı söküp atarak, bir abdal gibi yersiz yurtsuzlaşmanın ferahlığıyla küresel ve bize ait olanlara sahip çıkarak, o büyük birikimle zenginleşerek, üreterek sabırlı ama çok çalışmayla gerçekleşecek.
Türkiye’ de sözünü ettiğim dönüşüm praxisi ve derinlerde süren arayışlar, yoğun çabalarla, sabırla, emekle ve bir karşılık beklenmeksizin armağan edilmiş, çok kıymetli mutluluk verici eserlerin kendilerini beklemekte olduğunu gördüler. Son sözü tiraj rakamlarının söylediği piyasanın anti-etik görünmez elini sıkmaya tenezzül etmemiş bir asaletle üretilmiş bu eserler, emeğini, bilgisini, zamanını hasrederek üreten insanların da en az eserler kadar kalite ve soyluluğa sahip olduğunun da işareti.
Neo-ütopyacılar, kalite ve o özlenen asaletleri ile gün ışığına çıkıyorlar.
Aydın Büke, bu uzun girizgahın en tipik aynı zamanda da en nadide örneği. Müzik biyografileriyle yakından ilgilendiğim için, biliyorum, dünyada da eşi benzerine zor rasgelinir. 2600 sayfalık altı kitap. Çeviri değil telif eserler. Bach (1685 - 1750), Mozart (1756 - 1791), Beethoven (1770 - 1827), Chopin (1810 - 1849), Clara Schumann (1819 - 1896) biyografilerini beş kitap olarak ayrı ayrı yazmış. Piyasanın görünmez elini boşa düşüren insan ve sanat anlayışıyla ve şövalye ruhuyla yaratılmış enfes bir külliyat. Maddi bir getirisi yok, gösterilen ilgiyle başın göğe erme hissi de yaşanmayacak. Sadece yüksek bir sorumluluk hissiyatının teşviki ile yapılmış, bir nevi peygamberane bir çaba.
Adorno, ölümünden kısa bir süre önce kendisine yöneltilen, biyografisinin kimin tarafından yazılmasını istediğine dair soruyu şöyle yanıtlamış: "Benim biyografimi kimse yazamaz, biyografim yok, benim biyografim yapıtımdır.”
Eserleri, biyografileri olan bu beş büyük besteci ve müzisyenin biyografilerini yazmak, hem de bu ülkede ve bu zamanlarda, cesaret değil cüretkarlık ister. Bu dehaları kaç kişi dinliyor ki, biyografilerini kaç kişi okuyacak?
Serbest piyasayı tanzim eden o görünmez el, bu sorunun cevabına göre tanzim eder. Buradan bakınca da beyhude bir uğraşıdır, Aydın Büke’nin eserleri. Ama öyle olmadı; çok uzun yıllardır daha çok bilgi edinme arzusunu karşılayamayan müzik yazınında bu beş tanesi biyografi, biri opera konulu çalışmaları bizleri mutlu etti. Çünkü zevkle okuduk, pek çok şey öğrendik.
Uzun yıllar Faruk Yener’in müzik kılavuzu ile yetinmek zorunda kalmıştı, klasik batı müziği hakkında bilgi edinmek isteyenler. TRT’de radyo programı da hazırlayan Faruk Yener’in hakkını teslim etme borcumuz vardır. Filiz Ali’yi de anmadan geçemeyiz.
Aydın Büke’de, Faruk Yener döneminin gençlerinden ve izleyicilerinden. Akademisyen anne-babanın plak arşivlerinin, Avusturya’da aldığı müzik eğitiminin, profesyonel müzisyenliğinin yanı sıra, Enigma gibi çok kaliteli radyo programlarının yapımcılığı, literatürü takip etmesi, bilgi birikimi mutlaka ki bu devasa külliyatın yaratılmasında önemli etmenlerdir. Ama müzik yazını diye bir şeyden söz edecek isek, yazdığı kitaplar, Türkçe müzik yazınında farklı ve çok kıymetli bir yer tutuyor.
Dili, kitapların formatı, anlatım tarz ve biyografisini yazdığı bestecinin dönemi ve sanat ortamının tarihsel bir perspektifle işlemesi Aydın Büke’nin başarısı ve faklılığının özgül yanları. Kitaplar çok rahat okunuyor, bir edebiyat eseri gibi sürükleyici, okuru kendi içine alıyor, besteciyle beraber yaşamaya başlatıyor. Bilgilendiriyor; okurun her geçtiği sayfada sadece biyografisi yazılan besteci hakkında değil, dönemin politik çalkantı yaratan olayları, gelişmeleri hakkında da bildikleri artmış oluyor.
Yerinde kullanılan dipnotları, aşina olunmayan sözcüklerin izahı, hazin – gülünç anekdotların süslediği anlatımı sayesinde o büyük sanatçıları insan daha çok seviyor, arkadaş gibi oluyor; eserleriyle daha yakından tanışıyor.
Yazılmış mektupları, bu dehaların iç dünyalarını, sıkıntılarını, sevinçlerini tüm çıplaklığıyla gösteriyor. Aşkları, evlilikleri, hüsranları, kızgınlıkları, zaafları, çalışma disiplin ve iradeleri Aydın Büke tarafından ustaca aktarılmış. Roman tadında. 18.yy Viyana’sında, Paris’inde; saraylarda, konser salonlarında dolaştırıyor okuru.
Aktarmak istediğim pek bilinmeyen bir anane oluşmuş o altın çağda: Bir besteci ne kadar değerli eserler vermiş olursa olsun eğer opera yazmamışsa derhal gidermesi gereken bir eksiklik ve bir kusur olarak görülmüş. Bu itkiyle de besteciler daha yoğunlaşarak opera dünyasına kaliteli eserler kazandırmışlar.
Dahi çocuk Mozart’ın bir saray konserinde kraliçe ve saray erkanını büyüledikten sonra koşup kraliçenin kucağına atlaması, Chopin’in sıla hasreti ve tüberkülozu, Beethoven’ın Haydn’la yaşadığı tatsız vaka, kendisine hatırı sayılır miktarda aylık para yardımı yapan prensin sarayında ağırladığı işgalci Fransız subaylarına piyano çalması için ısrar etmesi üzerine Beethoven’ın sandalyeyi prensin kafasına geçirmeye kalkması, Bach ailesinin müzikçi/borazancı geçmişi, Clara Schumann’ın sinematografik yaşamı gibi vakalar, kitapların okunması sırasında değişik duygular yaşatıyor.
Yıllarca anlamsız bir önyargı yüzünden, klasik batı müziğinden uzak durmuş olmanın muhasebesini yaptırıyor. Moda olmadığı için demodelik gibi bir absürtlük de söz konusu değil.
Geç kalmışlığın telafi edilebileceğinin sevincini de yaşatıyor. O ummana açılma iradesi, isteği var ise Aydın Büke, mükemmel bir kaptan, kitaplar da şahane bir tekne, yolculuk ise büyüleyici.
Yirmi yıldan fazla oluyor. Ankara Devlet Opera ve balesi, Verdi’nin Aida adlı eserinin prömiyer duyurusunu yapmıştı. Bir koşu bilet almıştım Aida operasına. Bir aksi çakışma oldu, Fransız kültür merkezi, sosyalist devlet başkanı Mitterand’ın danışmanlığını yapmakta olan Regis Debray’ın Ankara’ da simultane çevirili konferansını saat ve yeriyle açıkladı. Aida ile aynı akşama denk geliyordu. Tabii olarak, Che Guavera’ın arkadaşı, Bolivya dağlarında gerillaya katılmış, yakalanıp hapis yatmış Debray’ı tercih ettim. Konferans yaklaşık yirmi beş dakika gecikmeyle başladı. Debray, o itici Fransız kibri ile özür dileme gereği bile duymadı, salona bakışı ve yüz ifadesi, Cezayir müstemlekesine gelmiş De Gaulle’in generali gibi idi. Aklıma CHE geldi; bu bakış neyin nesiydi? Simultane çeviri de yapılmıyordu.
Debray, laiklik ve cumhuriyet üzerine yine üst perdeden bir edayla konuşuyordu. Saate baktım, yetişebilirdim. Hızla salonu terk ettim, Aida’ ya yetiştim. Şahane bir opera izledim. Eser zaten çok güzeldi ama kostümler, dekor, sahnede sanatçıların performansları, müzik her şey harikaydı.
Verdi, Debray’a üstün gelmişti nazarımda, sanat da reel - politiker’e galebe çalmıştı.
Ertesi gün öğrendim ki konferansta bulunan rahmetli Uğur Mumcu, Debray’a, “Devrimde Devrim” kitabının Türkiye’deki 68 kuşağı üzerindeki etkisinden bahsetmiş. Debray, mealen, “Nasıl olur, o kitap tamamen Latin Amerika üzerineydi. Türkiye ile hiçbir benzerliği olmayan o ülkeler hakkında yazılmıştı, burada nasıl etki yaratabilir ki?" diyerek şaşkınlığını ifade etmiş, 68’le ve Che ile ilişkisi hakkında soru gelince sinirlenip tepki vermiş, Mösyö Debray!
Siyaset, sınırlara tabi olabiliyor ama sanat sınır, ülke, kıta dinlemeden aşıp gidiyor. Aydın Büke’nin, İki Dahi Üç Opera, adlı kitabını okuyunca, iyi ki Aida’ ya gitmişim, diyorum.
Aslında bir müzikli tiyatro olan opera, en mesafeli durulan sanat dalı oldu Türkiye’de. Tedrisatımız müzik derslerinde nesiller geldi geçti, bir şey öğretmedi.
Operanın, klasik batı müziği gibi radyodan dinlenme imkanı da çok çok sınırlıydı. Mozart’ın kırkıncı senfonisi, Beethoven’ın beşinci ve dokuzuncu senfonisi ile Für Elise, Carl Orff’un Carmina Burana’sındaki O FORTUNA bölümü, Albeniz’in Asturias’ı, Rodrigez’in Concierto De Aranjuez gibi eserler, Türkiye’de de kulakların aşina olduğu eserlerdir. Bu eserlerle başlayıp klasik müziğe ilgi duyan çok sayıda müziksever olmuştur. Ama opera da aynı gelişme olamadı. Biraz da bu nedenlerden olmalı, o mesafeli tavır kuşaktan kuşağa kötü bir miras olarak devroldu.
Aydın Büke, İKİ DAHİ ÜÇ OPERA adlı kitabında, bir ilk başlangıç için durgun suya büyükçe bir taş atmış oluyor. Dalgalar oluşmasa da, o durgunluğun yüzeyindeki halkalar az şey değildir.
Hatırlatmak isterim; The Who-Qudrophenia, Pink Floyd-The Wall, Roger Waters–Ça Ira, Frank Zappa–Joe’s Garage, Dawid Bowie–Ziggy Stardust… gibi rock operalar, operanın sandığımız kadar anlaşılmaz, ilgi gösterilmeye değmez bir müzik sanat dalı olmadığının da kanıtıdır.
Ön yargılarımızdan bir arınalım, büyülü ve sonsuz bir alemin bizi sabırla, şefkat ve özlemle beklemekte olduğunu göreceğiz. Gündelik yaşamın ve siyasetin boğuntusuna karşı mükemmel bir panzehir işte oracıkta duruyor.
Kapak resimleri, kitaplarda görsel malzemeler çok özenle seçilmiş.
Benim en çok sevdiğim, kitapların bitti sanılan kısmındaki sürprizi; bestecinin doğumundan ölümüne kadar ki tarihlerde yaşanan önemli olayların Besteci ve Çağı başlıklı kronolojik bölüm oldu. Bach kitabında sık kullanılan jargonun sözlüğü de yer alıyor. İlk kez yapılmış çok da iyi düşünülmüş.
Kitabı bitirirken , son kısımdaki bu birkaç sayfalık bilgi pınarından sonra artık Aydın Büke’ye kalben şapka çıkarası geliyor insanın.Tek başına piyasanın, o herkesin biat ettiği görünmez elini büküp yere yapıştırdığı için.
Klasik batı müziğinde Bach ile başlayan deha isimler Mozart ve Beethoven ile devam etmiştir ama Bach ile Mozart arasında bir isim vardır ki hem Mozart hem de Beethoven üzerinde büyük emekleri kadar ölçülemez etkisi de olmuştur. Haydn’dır bu önemli isim.
Aydın Büke’den bir Haydn kitabı bekliyoruz ki altın zincirin halkası eksik kalmasın.
Altı kitap, bir yazıya sığmazdı elbette; bir okurun çok kaliteli eserler vermiş, değerli bir yazara teşekkür borcunun teşvik ettiği naçizane bir karşılığıdır, yazım.
Ancak böylesine bir külliyatı tek başına bizlere sunan Aydın Büke’ de belirtiyor ki, ve zaten kitapları okuyunca bizler de anlıyoruz ki, çevirileri ve önerileriyle, eşi sayın Asuman Kafaoğlu Büke’ nin bu hazinenin ortaya çıkarılmasında çok çok önemli rolü ve katkısı olmuş. Asuman hanıma da müteşekkiriz…
İyi ki varsınız.
Aydın Büke’nin, İpek Mine Altınel (Sonakın) ile birlikte yazdığı, "Müziği Yaratanlar – Barok Dönem" başlıklı kitabı, bir dizi olarak tasarlanmış çalışmanın ilk kitabıdır ama baskısı bulunmamaktadır.
Aydın Büke’nin yazdığı kitaplar yayın yıllarıyla aşağıda listelenmiştir.