Kayıp zamanı arayış aslında gerçeği arayıştır. Gerçek, asla önceden oluşmuş iyi niyetin bir ürünü değil, düşüncedeki bir şiddetin sonucudur. Apaçık ve uzlaşımsal anlamlamalar asla derin olmazlar; yalnızca dışsal bir göstergede şart koşulduğu ve onunla kuşatıldığı takdirde anlam derindir.
Gilles Deleuze – Proust ve Göstergeler syf: 20 - 21
Klasik Hint müziği tutkum, 1990’ların başında, adı duyulmamış bir trio’nun Ankara Devlet Resim Heykel Müzesi’nde konserine gitmemin müşevviki olmuştu. Resitalde Shahid Parvez Khan sitar çalacaktı. Hindistan Büyükelçiliği personeli ile birlikte salonda 15-20 kişiydik. Shahid Parvez Khan, Ravi Shankar’a yakın stiliyle az seyirciye rağmen sahnedeki disiplin ve performansı ile usta bir virtüöz olduğunu gösterdi. Şimdi dünyanın tanıdığı, Üstat unvanı almış olan Shahid Parvez Khan ile başladığım aramada bir yanlış tuşa dokunmamın birkaç adım sonrasında tesadüfen, ressam Serap Kökten’e rast geldim. Adını hiç duymadığım sanatçının eserlerini görünce insanın sırtına serin rüzgârın değdiği zaman yaşadığı türden bir ürperti ile daha yakından ilgilenmeye başladım. Olağanüstü tanımlamasını fazlasıyla hak eden Serap Kökten kalibresinde bir resim sanatçısının eserlerinden habersiz ama öğrenince ilgi, merak ve sevinç duyacak çok insan olduğunu biliyorum. Herkes benim yaşadığım tesadüfe mazhar olamayabilir düşüncesiyle, Serap Kökten’in sanatı ve eserlerini tanıtma ve irdelemeye karar verdim.
Tablolarının yarattığı heyecanın sonrasında iki ay süren araştırma, öğrenme, bilgi ve görgüyü geliştirme amaçlı yoğun çalışma sonucunda, vargılarımı paylaşmamın, dünya resim sanatı literatürüne geçeceğine yürekten inandığım Serap Kökten’in sanatı ve eserlerinin tanıtımına katkıda bulunur kanaati hasıl oldu.
Yığınla sanat tarihi, resim sanatı, resim çözümleme, resmi anlama, resme bakma konulu kitap okuyup, binlerce yerli yabancı sanatçılara ait görselleri tetkik ettikten sonra ulaştığım sonuç iki kelime ile ifade edilebilir, ama önce Foucault’ya başvurmam gerekiyor:
‘’Parrhesia, ‘her şeyi söylemek‘ anlamına gelir. Parrhesia kullanan kişi, yani parrhesiastes, aklındaki her şeyi söyleyen kişidir. Hiçbir şeyi saklamaz, kalbini ve zihnini konuşma yoluyla başkalarına açar… Söylediği kendi fikri olduğunu kesin ve açık bir şekilde belirtir… Parrhesiastes, retorik yerine bulabildiği en dolaysız sözcük ve ifade biçimlerini kullanır... Diğer insanların zihinleri üzerinde faaliyet yürütürken gerçekten neye inandığını mümkün olduğunca dolaysız biçimde gösterir.’’ Doğruyu Söylemek - Michel Foucault, Ayrıntı yay. Syf:10-11
Parrhesia kullanarak söylenebilir o iki kelimelik vargım: Serap Kökten, bir dahidir.
Vaat edilmiş ülke, yitik cennet, ütopya kadim bir arayışın teolojik, ideolojik formlara aldığı tanımlamalardır. 68 ütopyasına bağlılığını sürdüren, bu ütopyaya göre en sıradan insanın Beethoven, Van Gogh, Marks, Goethe olacağı; sabahları balık tutup, öğlenleri piyano çalıp akşamları roman eleştirisi yapılan bir hayatın, insanlığın layık olduğuna inanan bir birey olarak, bu çorak ve çölleşmiş dünyada ( ifade Deleuze’a aittir ) ütopya serüvenimiz devam ederken çok sık olmasa da sert çarpışmalar yaşanabiliyor. Bu türden bir çarpışma halini, Erich Fromm’un ifadesiyle “sevginin soysuzlaştığı” şu zamanlarda bir dehanın hem de bu ülkenin insanı olan bir dehanın eserleri yaşayıp sonrasında insanı daha çok okumaya, hayata daha estetik ve çoğul kültür perspektifi ile bakmaya teşvik ettiğini duyumsamak; en son bu duygu ve heyecanı ne zaman yaşadığımızı bile unutmuşuz. Daha çok felsefe, daha çok efsane, daha çok mitoloji daha çok destan, roman, şiir, resim ve heykel kısacası kültürel bir motivasyonla cihazlandırıyor. Kışkırtıyor. Çünkü Serap Kökten, bu eşsiz topraklar üzerinde binlerce yılda gelmiş geçmiş uygarlıkların, kültürlerin zihninde ve ruhunda oluşturduğu imgeler denizinin içine fırçasını daldırarak tuvalde çok cesurca kullandığı renkler, semboller, çizgilerle büyüleyici şaheserlerini yaratıyor. Ama O’nun dehası bununla yetinmeyip, izleyicisinin de ruhunda bir kabaran bir uysallaşan duygu denizinin diplerine kadar daldırdığını, bunu gerçekleştirebildiğini ve sonra renk paletine ardından tuvale yöneldiğini düşündürüyor.
Eğer Antakya Arkeoloji Müzesi’ni ve Gaziantep Zeugma Müzesi’ni dikkatle gezmişseniz; Sagalassos’u ziyaret etmişseniz; Hitit – Urartu – Likya – Roma-Bizans-Osmanlı tarihleriyle ilgilenmişseniz; Budizm – Hinduizm, Freud, Derrida, Deleuze, Marcuse, Nietzche, İbn-i Haldun, Pink Floyd, Beatles, Raison Detre, John Cage, Adorno, Schönberg, Berg, Kubrick, Webern, Lautreamot, Nedal, Genet, Proust, Joyce, Baudelarie, İbn-i Batuta…
Kişisel kültür portföyünüzde bulunuyorlarsa Serap Kökten sanatındaki deha daha da göz kamaştırıcı gelecektir. Ama o ışık demetlerini görmek için illa da bu kültürel portföye sahip olmak şart değil. Sanatın hayatı yücelten işlevine açıksanız, geçmiş zamanın izinde bir gelecek ütopyasını anlamlı buluyorsanız o tabloların zengin mana derinlikleriyle neler barındırdığını görebilirsiniz. Hiçbir tablosu bir diğerine benzemeyen, her birinden dörde, altıya bölünecek tuvalin her parçasından ayrı ayrı birkaç tablo çıkacak yoğunluktaki bu eserler ancak bir dehanın yaratısı olabilir. Bilincin akışı; Joyce’un, Virgina Woolf’un romanda yaptıkları, Fluxus akımının başta New York sanat dünyasını ayağa kaldıran izleklerini bu tablolar içerimlemiş dahice. Yaşayan sanata karşı – sanat sorunsalı ve Dada; Serap Kökten’ in sanatının içerek özümsediği iki yaman terkib.
Serap Kökten’ in sanatıyla karşılaştığımda yaşadığım coşkulu heyecanın bir benzeri acaba dünyada yaşanmış mı? Nerede ve nasıl? Bulmak zor olmadı. Rönesans’ın memleketinde İtalya’dan çıkan bir fenomen haline gelen bir kadın ( olduğu tahmin edilen ) Elena Ferrante müstear isimli bir roman yazarının Napoli Romanları dizisi, o heyecan dalgasını tsunamiler halinde yaşatmış. Dizinin ikinci kitabı “Yeni Soyadının Hikayeleri”nin ilk on sayfası ilgilenenler için zengin bir seçki sunmuş. Birini alacağım, çünkü Serap Kökten sanatını değerlendirmeme çok uygun düşüyor:
“Ferrante’nin nesrini tahrik edici iç görülerle olgunlaştırması Proust’tan pek farklı değil’’ Shelf Awareness.
Bu cümle, “Kökten’in tabloları” ile başlatılabilir.
Bir başka vakayı da tam bu noktada anmak yerinde olur. Caz müziğinin en büyük sanatçılarından John Coltrane, konserlerinde uzun emprovize soloları ile ünlüdür. Bazen 7-8 dakikalık bir eser 30-40 dakikalık sololarıyla bambaşka boyut kazanır. Böyle bir konserinde, izleyiciler arasında bulunan bir Budist rahip, solo esnasında transa girmiş, titreme nöbeti geçirerek Coltrane… Coltrane… Colt… diyerek düşüp bayılmıştır. Çok çarpıcı bir olaydır; Kökten’in de başardığı sanat ve tüketicisi üzerindeki etkisi bakımından.
Eleştirmek, önemsememek, ilgilenmemek, yukarıdan bakarak küçümsemek… Sanatçı ve sanatı hakkında bonkörce kullanılan bir ananeler silsilesi halinde sürekli tedavülde.. Takdir etmemek, beğenisini yüksek sesle ifade etmekten imtina etmek, hak edilen kavram ve terimlerle hayranlık ifade etmekten kaçınmak, “Ağır dur molla desinler” mottosuna pek uygun düşüyor ki, evrensel resim sanatına büyük katkı yapma potansiyeline sahip Serap Kökten’i ancak tesadüfle bulabiliyoruz.
Bu yüzden cesurca ve çekinmeden duygu ve heyecanın da en yüksek perdeden dillendirilmesi gerekir. O sanatı yeniden üretmek için pozitif manada tüketmek gerekir. Bunun için bir resim ya da sanat tarihi allame- cihanı olmak şart değil. Sevmek yeterli; hiçbir maliyeti, ağırlığı da yok.
Teknolojideki gelişmeler ve internet, sanat – kültür oligarşisini yerle bir ediyor. Çünkü bilgi demokratikleşiyor; artık bir grubun inhisarında olmaktan çıkıyor. Bir ressamı ve eserlerini, eleştirmenlerin meşrebine uyup uymamasıyla değil, hatta sergisine gitmeye de gerek kalmadan sevebilme, önemseyebilme; izleme imkan ve araçlarına sahibiz. Entelejensiyanın varoluş koşulları değişiyor. Bu çok çok önemli bir gelişmedir. Sanat – kültür asıl tüketicisiyle buluşmanın yeni bir dinamizm kazanma imkanına ulaşıyor çünkü.
Bu yazıyı okuyup Serap Kökten sanatını resimlerini merak eden herkes, www.serapkokten.com sitesine girip, sergi gezer gibi eserleri görebilir. Her biri bir şaheser olan tabloları canlı görmek kadar olamasa da o duyguya çok yakın bir hissiyat yaşanabiliyor.
Sergiler, daha çok metropollerde düzenlendiği için oralarda yaşıyor olmak gerekmiyor. Resim sanatı da sadece metropol insanları için yapılmıyor.
Hani şu meşhur bardağın yarısını boş gördüğü yetmiyormuş gibi, diğer yarısının da tadı berbat bir şeyle dolu olduğundan neredeyse emin biri olarak, umut üzerine yazmak için biçilmiş kaftan değilim muhtemelen. Bir yanda hayat felsefesi “ye, iç, eğlen, yarın öleceğiz nasılsa” cümlesiyle özetlenebilecek olanlar var, bir yanda da kendime çok daha yakın hissettiğim, “yarın öleceğiz” diyenler. İnsanı dertlere salan bu eğilimlere rağmen bu konu üzerine yazmayı seçmemin bir nedeni, umudun, Raymond Williams’ın deyişiyle, “geleceğin kaybının hissedildiği” bir çağda merak uyandırıcı biçimde ihmal edilmiş bir kavram olması. Terry Eagleton
Eagleton çok güzel anlatmış. Yüzü ütopyaya dönük yaşayan her bireyin çok değerli ve heyecan verici bulacağı Serap Kökten’ in eserleri, var olanlardan her şeyiyle farklı bir estetik, anlamsal içerik zenginliği ve türsel çeşitliliğe sahip. İnsanın üzerine çiçek kapsülleriyle teçhizatlanmış, entelektüel birikimi nişanlayan napalmlar gibi geliyor. Bir entelektüel gönenç ve yeni bir dip dalgasının sessiz ve derinden gelişini duyumsatıyor. Magazinden uzak; sanatına en önce kendisi saygı göstererek, düşük kapasiteli ve tekrarlara dayalı ama piyasa ilişkileri ile önümüze çıkarılan can suyu çekilmiş; yenilik ve heyecan arzumuza hiç karşılık veremeyen resimler deposuna girmeyecek, sığmayacak kadar içerimlerinin hacmiyle, parıltısıyla Serap Köken, çok farklı bir yerde duruyor.
Yaklaşık iki yüz yıldır resim sanatında akımlar ve o akımların eserleri arasında keskin çizgiler vardı. Sürrealizm, Ekspresyonizm, Empresyonizm, Naturalizm, Kübizm, Sembolizm…gibi. Serap Kökten, eserlerinde bu akımlar arası sınırları adeta lağvediyor. Ama eklektizm ya da füzyon değil. Kendi bilincinin estetik mecrasında akarken ortaya kendiliğinden çıktığı anlaşılıyor.
Bir başka boyutu ise sanatının, Türkiye’de pek yüz bulamayan ama batı aleminde diğer akımlar kadar değerli ve saygın bir yeri olan Psychedelic Art akımının izleri de alımlanabiliyor. Bu akıma, Serap Kökten’in eserlerinde rastlıyoruz. Underground kültüre, hippi dünyasına duyduğum ilgi nedeniyle bu ayrıntıyı çok değerli ve heyecan verici buluyorum. Deha işte tam da burada görünür oluyor; heterojen ve ayrıksı ögelerin bir aradalığı değil tabloları. İçtenliğin ve tavizsiz dürüstlüğün estetik uyumu ile bütünsellik içerisinde yepyeni algı kapıları açıyor. Teolojiye hapsolmamış bir maneviyat vaat ediyor eserleriyle o algı kapılarını açarak. Yepyeni bir estetik aura yaratıyor böylelikle. Yani:
“Sanat tikellik demektir. Gelenekleri, türleri, bir sanatçının kişisel deneyimlerini, hayallerini ve duygularını estetik tahayyülde birleştirir ve dönüştürür. Dahası, sanat eserleri ve performansları bir yandan çok nadir, derin ve zamana meydan okuyan şaheserler olarak insan deneyiminde eşi görülmedik seviyelerde bir maneviyatı ortaya çıkarabilirken, diğer yandan pragmatik bir davranış biçiminin tam aksine insan yaratılarının en gösterişlileri, en şatafatlılarıdırlar.’’ Sanat İçgüdüsü - Güzellik, Zevk ve İnsan Evrimi Ayrıntı yayınları Denis Dutton syf: 12
Sanatçı – sanat eseri – alımlayan kişiler arasındaki geleneksel mesafeyi de ortadan kaldırıyor. Çünkü eserleriyle bir tür maneviyata dayalı iletişim gerçekleştirerek aynı zamanda performatif bir etkinliğe de dahil ediyor nazikçe ve sanatçı duyarlılığıyla. Üstelik kendisi gözükmeden eserleriyle başarıyor bu edimsel estetik etkinliğini. 68’in sloganı Hayal Gücü İktidara yankılanıyor.
Leyla Varlık Şentürk – Analitik resim Çözümlemeleri (Ayrıntı yayınları ) adlı çok kıymetli kitabında şu tespitleri yapmış:
‘’Bir resmi okumak, dolayısıyla anlamak ve değerlendirmek, eserin biçimsel yönünün ve içeriğinin analizi ile mümkün olur. Resmin biçimsel yapısı, organik bütünlüğünü oluşturan temel öğe ve ilkelerin, kompozisyonda nasıl organize edildiğinin cevaplarıyla ortaya konan “yapısalcı (teknik-biçimci)” eleştiri ile açıklanır… syf:11
Başka resim kritiklerine, kuramsal analizlere de baktım ve araştırdım. Serap Kökten’in sanatını tam anlamıyla kavrayamıyor. Geleneksel yaklaşımlar abideye ulaşamıyor, ancak abidenin üzerinden durduğu kaideye kadar gelebiliyor. Yeni eleştirel perspektifler, yeni yaklaşımlar gerekiyor da ondan olmalı; hatta yeni kavramlar.
Genç bir sanatçı olarak Serap Kökten gelecek zamanlardaki çalışmalarıyla ve bir bütün olarak kültür eylemi olarak adlandırdığım sanatıyla, Sidretül Münteha istikametine yolculuğunu muştuluyor.
Altın Post arayışındaki Argonotlardan birini, o genç sanatçıyı Agos gemisinde bulmak…
Görkemli Kaybedenler (Leonard Cohen) için, yeniden başladıkları o yolculuk şimdi daha da güzelleşti.