Muhakkaktır Eğer Hükmeylersen Dünyaya Ser Ta Ser Çıkar Elinden Ahırı Bin Yerinden Bağlasan Çember Cihane Sığmamışken Bir Mezara Sığdı İskender Varıp Baksan O Da Şimdi Yıkık Bir Gare Dönmüştür
Şanlıurfalı gazelhan Kazancı Bedih’in “Ağarmış Saçlarım” isimli uzun havada ismi zikredilen Büyük İskender yerine Turgay Şeren desek hiç absürt kaçmayacak.
Kaleye, onsekize, hatta seksen metre ilerideki takım arkadaşı santrfor Metin Oktay’a kalesinden “Metooo, arkandakine dikkat et,” diyerek stadyumlara sığmayan Turgay Şeren şimdi mezara nasıl sığacak?
Elli yıllık bir Fenerbahçeli olarak, Metin Oktay’ın vefatından duyduğum üzüntüyü, şimdi de Turgay Şeren için derinden hissetmekteyim. Eli öpülesi denir ya, işte o ölçülemez kırattaki bu büyük futbolcu ve değerli insanlar ancak öyle tanımlanır.
Tekaüt olduktan sonra bile olsa Turgay ve Metin’i statta izleme onuruna ermiş bir futbol severim. Şöyle oldu.
1971 yazında, Reyhanlı’dan İstanbul’a halamlara geldik, gezmeye. Kapıcı bu ultra lüks apartmanın generali edasıyla, “Evde yoklar,” deyip kapıyı kapatmaya kalktı. Babam, “Söyle, kardeşiyim,” deyince kapı açıldı. Halam “Fuat, bu ne güzel sürpriz, Murat’ı da getirmişsin geçin geçin,” deyince, babamın şu sözü, tonlama ve vurgusu ile kaydedildi: “Abla Deniz Gezmiş gelir diye mi peşin peşin yok dedirtiyorsun?”
Gülüştüler. THKP-C ve THKO burjuvaziyi fena korkutuyordu.
Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi’nde detaylı tasvirleri ile anlattığı Nişantaşı–Teşvikiye–Vali Konağı mahallinde, muhteşem boğaz manzaralı dairede benim gözüm hep aşağıda gördüğüm o zamanki adıyla Mithatpaşa Stadyumu’nda idi. Fenerbahçe şampiyon, Ogün gol kralı olmuştu. Reyhanlı’daki Galatasaraylılara kasabayı dar ediyorduk.
Ama sezon bitmiş olduğu için, ancak hayalini kuruyordum stattaki maçların. Cemil ve Alpaslan toy ama gelecek vaat eden futbolcular olarak henüz İstanbulspor’da oynuyorlardı.
Balkondan Boğaz’ı seyrediyorum ama en çok Şamdan adındaki sosyetenin akşamları yemeğe geldikleri pahalı ve lüks restoranın mutfağının açıktaki kısmını izlerken eğleniyorum.
Jet sosyete ya da o zamanın magazin yakıştırmasıyla “cemiyetin önde gelen seçkin insanları”, bopstil giysileriyle gelip yemek yiyorlar. Ama ben gündüz, sıvanmış paçası, tokyo terlikleriyle elinde hortumu, akşam salatalara doğranacak yeşillikleri tepeleme sulayan –güya yıkayan– personeli seyrediyorum. “Bu salaklar, bu topluca üstlerine su püskürtülen yeşillikleri, önlerine tabakta geldiğinde nasıl yiyorlar,” der gülerdim.
Böyle bir keyif halinde iken rahmetli babam, “Hadi kalk gidiyoruz, sana sürprizim var,” dedi.
Herhalde aşağıdaki lunaparka gideceğiz derken, aşağı hillene hillene, yani yayan indik ki mahşeri bir kalabalık. Babam gülüyor ama bir şey de söylemiyor. Hava da akşama dönüyor. Gece maçı hiç bilmediğim ve haberdar olmadığım bir şey.
Karanlıkta maç mı oynanır?
Turnikelerden geçtik, kapalıda yerimizi bulduk ve oturduk. Kale arkasında bir pankartı okuyunca anladım, lacivert üzerine sarı harflerle şu yazıyordu: “Ogün Üzgünüz Bugün”.
Babam, “Bugün sizin gol kralınızın jübilesi var, onu izlemek için geldik, bütün sevdiğin, hayran olduğun futbolcuları seyredeceksin,” dedi, evladını sevindiren bir baba mutluluğuyla.
“Oooh,” dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
Yemyeşil gözlerinin sulandığını bugün gibi anımsıyorum. 45 yıl geçti.
Alkışlar ve takdir sözcükleriyle yapılan coşkulu tezahüratlar başladı ki ne göreyim. Klasik iki parçalı Galatasaray forması ile sahaya Metin Oktay çıktı, stat çınlıyor. Herkes ayakta, alkış tufan… Neye uğradığımı şaşırdım, ağlarımızı yırtmış bu adamı* niye tamamı Fenerbahçeli olan seyirciler ayakta alkışlıyor. Beşiktaşlı olan babam da ayakta, “Kalk oğlum, bak Metin çıktı,” deyince, kasabalı hıncıyla kalktım. Metin, tribünlere saygı jestiyle karşılık verdi. Siz benim başımın tacısınız, diyordu hareketleriyle. Asaletle, vakarını yitirmeden ve kibirsiz.
Ardından siyah kazağı ile Turgay Şeren göründü. Kıyamet o zaman koptu. Berlin kaplanı, bir beyefendi, bir tevazu abidesi. Tıpkı Metin gibi göbeklenmiş, bıyıklar Clark Gable–Ayhan Işık gibi. Şerit halinde. Sevgi şelalesi coştu da üstümüze akmaya başladı sanki.
Suphanallah, Reyhanlı’ ya dönünce nasıl anlatırdım, Galatasaray futbolcularını ayakta alkışladığımı.
Zaten ilk kez şimdi ikrar ediyorum.
Kulaklarımda Halit Kıvanç’ın radyodaki anlatımları.
Daha ne olduğunu anlamaya çalışırken, stat yıkılıyor gibi oldu. Önce Can ve Lefter çıktı, çizgili sarı-lacivert formalarıyla. Gurumuz, tarihimizin altın isimleri. Aklımı yitirmek üzereydim
Mübalağa cenk olundu.
Maçı Fenerbahçe 4-2 kazandı. Goller mi? Kim atacak, tabii ki Metin, Can ve Lefter.
Ama iki an, hafızam çok değerli bulduğu için silinmiyor.
İlki, sahaya çıkıldığında, Can-Lefter ile Turgay-Metin tokalaşıp kucaklaştılar. O sevecenlik, samimiyet, hürmet ve hayranlık ifadesini hâlâ hatırlarım.
Bir diğeri ise estetik bir şaheser. Fenerbahçe’nin peş peşe yaptığı hücumlardan birinde top sağ kanattan Can’a geldi. Can, Lefter’e ortaladı, Lefter dömivole pozisyonu aldı. Cimbom defansı güçbela topu çeldi ama top tekrar Can’a geldi. Can aynı yerde bekleyen Lefter’e bu defa falsolu bir orta yaptı. Lefter öyle bir vole attı ki top Turgay’ın koruduğu kalenin iki yan direğin içlerine çarparak ağlarla buluştu. Hep beraber göklere yükseldik sanki.
Ama Turgay, çaresiz kaldığı bu vuruşu yapan Lefter’e doğru yürüdü. Hayranlık, takdir ve dostluk dolu jestlerle gözlerimizi yaşarttı. Lefter ve şahane ortayı yapan Can’la birlikte orta sahaya doğru yürüdüler.
Tekaütler maçıdır bu. Koşacak halleri yok ya.
Alkış kıyamet maç bitti. Babam hayatımda ilk defa yediğim pandispanya çöreği aldı bana, tadı şimdi bile damağımda. Ardından stat aniden aydınlatıldı ve gündüz gibi oldu. Heyecandan konuşamıyordum. On bir yaşında Reyhanlı’dan gelmiş bir çocuk. O ara seyirciler arasında, “Selim (Soydan) oynamayacak, Hülya Koçyiğit ile nişanı varmış onun için,” denildiğini duydum.
Bir anda tüm stat, Berkant’ın, “Samanyolu” şarkısını söylemeye başladı. Ve Fenerbahçe, sahaya çıktı. İnanamıyordum. İlahlarım karşımda idi. Şimdi hepsi rahmete gitmiş olan Levent, Yılmaz, Ercan. Isınmaya başladılar. Bir de ne göreyim! Ziya (Şengül), kaleci Datcu, Şükrü (Birand), Nunweiler. En son kaptan Nedim çıktı ve sevgi sağanağı ile selamlandı.
Ardından İstanbul karması çıktı. Cemil, Alpaslan henüz İstanbulspor’da oynayan ama artık Fenerbahçe için kıvama gelmiş genç oyunculardı.
Eskişehirspor’dan o sezon Batı Almanya’nın dişli takımı Eintracht Frankfurt takımına sol açık mevkisi için transfer olan ama sanki mahalle arkadaşları ile top oynamaya çıkmış gibi mahcup ve tezahüratları sevgiyle, tevazuyla selamlayan Ender Konca da İstanbulspor forması ile sahadaydı… Daha kimler kimler...
Sarhoş gibi döndük halamlara. Ertesi gün esrik ya da mefluç vaziyette ortalıkta dolandım. Şivemin tiye alınmasını iplemeyerek.
Orhan Pamuk muhtemelen oralarda bir yerde idi.
Yıllar sonra koltuğunun altında Cevdet Bey ve Oğulları romanın kopyalarıyla Hürriyet Gösteri’den Hami Çağdaş’ın odasına çıkmakta olduğu merdivenlerde çarpışmamak için birbirimize yol verirken, Nobel alacağını nereden bilebilirdim ki?
O ömrü hayatımda unutamayacağım iki direğe çarparak topun filelerle buluşma ânını, tekaütler maçını, sonraki Fenerbahçe ile şöhretler karmasının tekaütlerin gölgesinde kalan jübile maçını, Ogün’ün düdüğün çalmasıyla omuzlara alınıp turlatıldığı tribünlere formasını “Ogün Üzgünüz Bugün” pankartına doğru atışını.
Önce Yılmaz, Levent, Ercan, sonra da Metin Oktay hayata veda ettiler.
Taçsız kralımızın cenazesi stada getirildi. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Vefa, İstanbulspor taraftarları, omuzlarında Metin Oktay’ın yattığı tabutu, sahanın içinden tribünleri dolaştırdılar. Dolmabahçe Stadı inliyordu, yırtılan hançereler ve gözyaşlarıyla: “Sayı Yap Metin Sayı Yap.”
Defnedildi Metin ağabeyimiz.
Dostluk işte böyle olur dedirtti, gözyaşlarını tutamayan Turgay Şeren televizyonda Metin’i anlatırken.
Berlin Kaplanı filan, geçin bunları. Ne aslanlar, panterler, kaplanlar gördük, iki maç sonrası “kova, kova” tezahüratlarına mazhar olmuş.
Bir amigonun ağlayarak, “Ağabey, beyaz çorapları dizlerinde ortaokul öğrencisi kızlara asılıyorlar, yakışır mı bu bize, bu formayı taşıyan futbolcuya.” 70’lerde kumar masalarından, pavyonlardan toplanan ne şöhretler biliyoruz. Altı pastan attığı volenin çerçeveyi bırakın tribünleri de aşarak boğaza düştüğünü…
O, her zaman istikrar, beyefendilik, bu iş böyle yapılır, dedirten sporculuğu ve spor dışı yaşamıyla hayranlığımızı kazanmış abimiz olarak bizim de tarihimize geçti. Ezeli ve ebedi rakibimiz Galatasaray ne kadar övünse, ne kadar üzülse azdır; çünkü en az biz de onlar kadar övünüyoruz ve üzülüyoruz.
İyi kaleci nedir?
Gordon Banks – İngiltere.
Lev Yaşin – Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği.
Efsane kaleci dendi mi akla bu iki isim gelir. Turgay Şeren bu ekoldendir. Peki, bu ekolün en belirgin özelliği nedir?
Çerçeve, kale çizgisi ya da altıpasa değil, ceza alanına mutlak hakimiyet.
Topu çelerken ellerini yumuşak tutup gelen şut ne kadar ani ve beklenmedik olsa da, topu yakalamak. Sektirmemek.
Turgay, bu hassas ama skor değiştirecek hataya yol açan handikapı şöyle izah etmişti: “Çok gergin ve özgüven eksikliğiyle çıkınca, şut geldiğinde tuğla gibi olan ellerine çarpan top geri dönüyor. Kurnaz santrforlar da eğer topu iyi takip edebiliyorlarsa, kolaylıkla golü atabiliyorlar. Bunun tek çaresi var. Kaleci kendine güvenecek ve ellerini yumuşak tutmayı becerebilecek. Yoksa topu çeldiniz ama arkasından gol geldi. O pozisyondaki gol defansın hatası veya rakip oyuncunun üstün yeteneği ile olmamıştır. Topu yakalamanız, kavramanız gerekir.”
Bizden sonraki kuşağın handikapı budur.
Avrupa şampiyonası devam ediyor. Her maçta Turgay Şeren’i yâd ettim ama öleceği aklıma dahi gelmemişti.
Gel de ağlama, gel de kahretme...
* Bir Fenerbahçeli ağlarını yırtan Metin Oktay için niye bu kadar saygılı olur ki. Bundan 22 yıl önce bir televizyon programında bu pozisyon konuşulunca, Metin Oktay anlattı o an yaşananları. Ama ardından da ekledi. “Fakat bu tarihî olaydan üç gün sonra Fenerbahçe’ye 4-0 yenildik.” Asalet işte budur da ondan.
Bu yazı ilk olarak Birikim Dergisi'nde yayımlanmıştır.