Bulanık suda yansıyan bir yüz gibi karanlıklarda titrer yüreğin Gecenin çukurundan eski bir serap yükselirGeçmişin tatlı sihrini hissedersin içinde Bir nehir taşır seni kıyısından uzaklaraGötürür geçmiş zamanların manzaralarına
Haiti'li şair Jacques Roumain
Sanatın özgürleştirici değerinin praksisten uzaklaştığı ve ona yabancılaştığı ölçüde oluşması, böyle bir praksise karşı kendini katı bir şekilde kapatır görünen edebiyat eserlerinde özellikle açıkça görülmektedir. Benjamin;Poe, Proust ve Valery'nin eserlerinde bunun izini sürdü.
Herbert MarcuseThe Aestetic Dimension, syf. 73
Edebiyatın en yaygın türü olan roman; konu, tema, biçem, dil, teknik, tarz farklılıkları ile epeyce çeşitlendi. Stefan Zweig, Üç Büyük Usta – Balzac, Dickens, Dostoyevski (İş Bankası Yayınları) adlı eserinde Balzac'ı toplumun romanını yazan, Dickens'ı ailenin romanını yazan, Dostoyevski'yi bireyin romanını yazan yazarlar olarak tanımlar.
Tür olarak politik roman, tarihi roman vs, anlatım tekniği olarak da Latin Amerika menşeili büyülü gerçekçilik, İrlanda – İngiltere çıkışlı bilinç akış vs. roman okurlarının bildiği kavramlardır.
Büyülü gerçekçilik; Gabriel Garcia Marquez, Carlos Fuentes, bilinç akışı James Joyce, Virginia Woolf gibi güçlü yazarların da etkisiyle çok ilgi çekti. Memleketimizde de böyle oldu. Ancak bu ilgi salt okur düzeyinde kalmadı, yazarlarda da bu akımlara yönelme gözlendi. Son yıllarda, iyiden iyiye birey ve bireyin iç dünyasına yoğunlaşılması Marcuse'nin belirttiği gibi praksisten uzaklaşılmasına, kendini kapatır görünmesine yol açtı.
Hayatı seyreden edilgenlik, bu romanlarda belki bir özdeşleşme yaşadı ama hayatı değiştirmek için müdahale etmeyi varoluşsallıkla tanımlayan, praksisten kopmamış bireylerin aynı özdeşleşmeyi yaşamamalarına, aksine bir yabancılık hissiyle o tür romanlara mesafeli durmalarına yol açtı. Ama bu okur tipi Maksim Gorki, Şolohov, Jack London, George Orwel gibi yazarlarla yetinmeyip modern zamanlarda da yaşanmış temaların işlendiği romanları aramaya başladı. Gezi, Boğaziçi, Newruz bu okur tipinin ilk göründüğü ve yeni bir profil olarak arenaya çıkarak kendini ifşa ettiği alanlardı.Yaşam biçimi, algı ve muhakeme tarzı, tercihleri, özgürlük anlayışı 70'lerin muadil tipolojisinden epeyce farklılık gösteriyordu. 11. Tezin modern versiyonunun öznesiydi bu yeni tipoloji.
Burhan Sönmez ilk romanından bu yana izlek, dil, tema ve anlatım tekniği olarak ne büyülü gerçekçilik ne bilinç akışı ne de politik roman olarak kategorize edilemeyecek tarzıyla ustalaştı ve dikkat çekti. Hem 70'lerin hem de şimdiki nesillerin ortak beğenisine, algılarına uygun düşecek bir kulvar oluştururken aynı zamanda birbirinden çok farklı zamanların kuşaklarına hitap edecek bir köprü kurdu. Çünkü bireyi talileştirmeden yine anatemasının odağına alarak yazdığı romanlarıyla praksisten uzaklaşmadı praksise kapanır görünmedi; aksine, tam da içinde yer aldı. Hem yazar hem de birey olarak eserleriyle dünyayı dönüştürme yani 11. Tez pratiğini varoluş sorunsalı haline getirdi.
Margaret Theatcher, Ronald Reegan ve Helmut Kohl ile simgelenen ama gerideki fikrin babası iktisatçı Milton Friedman'ın başında olduğu ve Frankfurt Okulu'ndan mülhem / intihal yapılmış olan, Chicago School talebeleri (Chicago Boys) ile dünyaya vaz'edilen neoliberalizmin Hegelyen tarihin bittiği anlayışı, 11. Tez saflarını çözülmeye uğrattı. Kırk yıl süren ağır yenilgi melankolisinin yaşandığı yıllarda Burhan Sönmez' in Kuzey ütopyası ile başladığı seyr-ü seferinde yazdığı romanlar, altın postu aramaya yeniden çıkmak için güç ve moral toplayan cenahın bireylerinin üzerlerine serpilen yıldız ışıkları gibiydi.
Epik-modern anlatı eserleriyle kendi özgün kanonunu oluşturuyor Burhan Sönmez. Klasik roman teması olan birey, yalnızlık, arkadaşı gerekli bir ikinci kişi değil lüzumsuz bir üçüncü şahıs olarak tanımlayan iç dünyaya dönük psişesi ile bireyin başka insanlarla, mekanlarla ve nesnelerle ilişkileri, Sönmez'in merkezi sorunsalı. Buraya kadar ki dili, bir roman dili.
Ama onu özgün kılan; Taş ve Gölge'nin olay örgüsündeki ana karakter ya da her an karşımıza çıkabilen ve ana karakter kadar önemli işlevi olan roman olay örüntüsündeki kişilerin, iç konuşmalarının imgelerle, metaforlarla, sembollerle zenginleştirdiği dili. Hafıza mekanları dolayımında kozmik ve sürreel eğretilemeler, tasvirler -genç kuşakların aşina bile olmadığı- nine ya da dedelerin anlattığı eski zaman masallarının o enfes büyülü dili bu. Sözün yaşama dokunduğu anlarda bu dil de ustalaşan Burhan Sönmez, bir zamanların epik / destan dilini yeniden üretirken, romanın kurgusu da okurun ruh alemini sarsıyor, zihninde sismik bir etki yaratıyor. Bu bağlamda, Taş ve Gölge, heyecan ve merak duygusunu bir sonrayı öğrenme arzusuna dönüştüren yetkin bir mimari beceriyle kurgulanmış, diyebiliriz.
İstanbul'da, belki de Ankara ve İzmir'de de, eskiden çok eskiden, yoğurtçular, bozacılar, süt satıcıları dolaşırmış. Bizim doğup büyüdüğümüz taşra diyarlarında böyle şeyler olmazdı. Çünkü sütü taze sağan insanlar kendileri ya ahırlarında ya da mahalle bakkalına götürüp satar, mahalle sakinleri de aldıkları sütü uyutur ve ev yoğurdunu kendileri yaparlardı, bozanın adını da tadını da bilen yoktu.
Ama bizim muhitlerimizin sokaklarında da başka birileri dolaşırdı; destancılar. Ellerinde sarı teksir kağıdına basılmış destan metinlerini yüksek sesle okuyarak isteyenlere çok cüzi fiyatlarla satarlardı. Umutsuz aşklar, hasret, kavuşamayan sevgililer ve intiharlar, kaybolan çocuklar, savaşa gidip dönmeyen evlatlar, namus cinayetlerini gündelik dilin dışında başka bir belagatle anlatırlar ve çok da satarlardı o destan metinlerini. 1960'larda sokaklarımızda sık gördüğümüz bu insanlar aniden kayboldular, bir daha da hiç görünmediler. Pathos, yerini 70'lerin başından itibaren logos'a bıraktı. O dil ise ninelerin – dedelerin vefat etmeleriyle; destancıların yok olmalarıyla unutuldu, tedavülden kalktı. Yerine tuhaf bir Türkçe geldi. Hazan, hüzün, hazin, elem, keder terk edildi, buna karşılık tek bir sözcük dile yerleşti: Üzünç. Örnekler çoğaltılabilir. Ama şiirsellik, dilin duyguları aktarım gücü, romantizm soğuk aklın dili karşısında yerle yeksan oldu.
Burhan Sönmez, kendi kanonunu oluşturuyor kendi eserleriyle, diyerek altını çizdiğim özgünlüğünü, kendi tarz, üslup ve diliyle yaratıyor; kimsenin yapmadığını yaparak özgül bir organik kovan kuruyor. Sabırla, çok çalışarak, çok okuyarak, araştırarak yapıyor bunu.
Bir söyleşisinde kendisi için en zor olanın romanın ilk sayfasını yazmak olduğunu, bunun bazen bir yılı bulduğunu söylüyor. Yazarken, beri yandan da dünyayı kendi ülkesi de dahil, bir sosyolog, bir siyaset bilimci ve bir tarihçi titizliğiyle takip ediyor. Zaten bunun için Türkçe roman tarihinde az yaşadığımız bir heyecanı ve iç gönenci yaşatıyor romanlarıyla. İlk romanı Kuzey'den beri bu böyle. Çok yönlü perspektif yetkinliği bir sokak destan okuyucusundan Bin Bir Gece Masalları'na, oradan Vedantalara, Çerkeslerin Nart, Kürtlerin Kawa epopelerine ve Hinduizmin güçlü lirik yanı olan destanlarındaki dillerinin anlatım yetisine ulaşıyor. Bu yargıya çoktan varmıştım ama Taş ve Gölge'den sonra yine de emin olmak için Hinduizm ve Hint masallarını okudum. Kanaatim pekişti bu okumalardan sonra.
Türkçe roman geleneğinde Burhan Sönmez'in yaptığını daha önce yapmış bir yazar var mı? Evet, Yaşar Kemal; Anadolu büyülü gerçekçiliği demek çok zorlama olmaz sanırım.
Büyülü gerçekçilik akımı demişken, Latife Tekin'e de kısaca değinmek gerekir. 1983 yılında çıkan Sevgili Arsız Ölüm ile 1984 yılında çıkan Berci Kristin Çöp Masalları, Garcia Marquez'in Yüz Yıllık Yalnızlık romanındaki büyülü gerçekçilik teknik, üslup ve anlatımına benzetildi. Zaten Latin Amerika'ya özgü olduğunu vurguladığım bu akıma Latife Tekin'den sonra yaklaşan, o akımın yerli versiyonu olarak tanımlanan bir romancı da çıkmadı. Latife Tekin; Atay ve Atılgan'dan farklı olarak İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Farsça ve Hollandaca'ya çevrildi.
Ancak 1980 sonrasında bir moda halinde on yıllardır bilinç akışı roman yazma iştihası egemen oldu. Bunu Türkiye'de sadece iki yazar hakkıyla yapabildi; Tutunamayanlar ile Oğuz Atay ve Aylak Adam romanıyla Yusuf Atılgan. Başarılı yazarlardı ve çok iyi romanlar yazmışlardı. İletişim Yayınları unutulmuş bu yazarları gayya kuyusundan çıkarıp eserlerini yayınlamaya başlayınca okurlar on yıllardır süren bir ilgi ile romanların baskı üstünü baskı yapmasını sağladılar. Ama; Atay ve Atılgan başka bir dile hiç çevrilmedi? Çünkü bilinç akışı batıya özgü bir roman tekniği. James Joyce, Virginia Woolf, Hermann Broch bu tekniğin hem yaratıcıları hem de en iyi uygulayanları. Joyce okumak varken Atay ya da Atılgan çevirisini niye okusun ki bir İngiliz ya da İrlandalı roman sever. Tıpkı Tarkovski'yi izlemek varken Tarkovski gibi olmaya çalışan bir sinemacının filminin izlenmeyeceği gibi.
Peki bu ülkenin Sümer, Akad, Babil, Asur, Süryani tarihinin derinlerinden gelen sesi yeterince idrak edilebiliyor mu? Yeni yeni ve yavaş yavaş; ama derinden derinden diyebiliriz.
Uzun zamandır başka kültürlerden, başka memleketlerden yöneltilen güçlü projektörler özgünlük, yetkinlik, özgüllükleri gece görüşü sağlayan termal kameralar gibi hemen algılayabiliyorlar. Ne aradıklarının koordinatları net olan bu projektörler, ummadıkları coğrafyalarda hedeflerini yakalayabiliyorlar. Bu projektörler Burhan Sönmez'i fark ettiler. Yurt içi ve dışında aldığı ödüller bir yana tam 41 dile çevrildi bu değerli yazarın romanları.
Öznel fikrimi şöyle söyleyebilirim: Gabriel Garcia Marquez Kolombiya için, Necip Mahfuz Mısır için, Carlos Fuentes Meksika için, Mo Yan Çin için neyse, Burhan Sönmez de bu memleket için o olmaya doğru ilerliyor.
Dersim harekatı, Başbakan Adnan Menderes'in olduğu uçağın Londra yakınlarında düşüşü, 27 Mayıs, Talat Aydemir'in idamı, TİP'in kuruluşu, 12 Mart, Deniz'lerin idamı, 12 Eylül, Sivas katliamı, on yıl evvel vuku bulmuş Boğaziçi ve İstanbul üniversitelerindeki öğrenci protestoları romanın akışı içerisinde -ülke tarihindeki etkileri ve bıraktıkları izler gereği- yer almışlar. Çünkü romandaki kişilerin yaşadıkları, içine doğdukları tarihsel dönemlerde cereyan etmiş vakalar bunlar.
Romanın ana karakteri Avdo ustanın Urfa'da çocuk yaşta başlar hayat yolculuğu. Mardin üzerinden, Haymana ovasındaki Konak Görmez köyüne, oradan yedi yılını idam hükümlüsü olarak geçireceği Ankara ve sonunda İstanbul'da tamamlanır.
Yalnız ve yersiz yurtsuz bir öznenin –gavsono'nun yani göçmenin- dışarıdan anlaşılamayacak bir binyayla mukimine dönüşmesinin öyküsü aslında Taş ve Gölge. Avdo usta öyle dramlar, trajediler yaşar ki sonunda bir bilge insan haline gelir. Modern bir Diyojen olur adeta, Merkez Efendi mezarlığının içindeki kulübesinden çıkmadan ömrünü tamamlayarak.
Bu ömür içinde birçok insan hayatına girer Avdo ustanın. Bu insanların öyküleri de ana tema kadar etkileyici, merak kışkırtıcı ve sürükleyicidir. Kurgunun başarısı buradadır.
O insanlar kadar Totava ve Havari'nin romanın akışı içinde temsil ettikleri sadakat ve uyandırdıkları şefkat duygusu, hazin sonları ile okuru edebiyat eserlerinde sık karılaşamadıkları hayatın başka varlıklarla ortaklaşa yaşanmasının değerini buruk bir hisle duyumsatıyor.
Taş ve Gölge önemli bir yapıt olarak roman tarihinde şimdiden yerini aldı. Artık; Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Latife Tekin ve Orhan Pamuk adlarının yanına Burhan Sönmez'i de yazabiliriz.