Son dönemde çok değişik tarz ve çalışmalarıyla dikkat çeken, çok değerli bulduğum için çalışmalarını yakından takip ettiğim sanatçı Serap Kökten’in bir tablosunun adı Coğrafya Kaderdir-İbni Haldun.
Tablo, bu kitap kritiği yazısında temel bileşenlerden biri oldu. Çünkü, Anadolu coğrafyası kaderimizi belirledi, belirlemeye de devam ediyor. Tanıl Bora’nın, İletişim Yayınları’nca neşredilen 926 sayfalık “Cereyanlar-Türkiye’ de Siyasi İdeolojiler” kitabı, Anadolu coğrafyasının kaderini belirlediği, etkilediği siyasi-ideolojik-entelektüel âlemimizin panoramasını derinlemesine bir tarzda gözler önüne seren, ihtimamla üretilmiş bir eser.
Kitap; Geç Osmanlı Zihniyet Dünyası, 19. Yüzyıldan Başlayan Cereyanlar, Modernleşme, Batıcılık, Kemalizm, Milliyetçilik, Türkçülük, Muhafazakârlık, İslamcılık, Liberalizm, Sol, Feminizm konularını inceliyor, tartışıyor. Yani ansiklopedik bir çalışma değil.
Arkeoloji-Kuyumculuk-Mozaik ressamlığı ve sanatı, bu çalışmada ilk akla gelen metaforik düzeyler. İşini çok iyi bilen, o nedenle de çok titiz çalışan, her bulguyu bilgiyle, bilinçle ele alan bir arkeolog; Midyatlı, Süryani kuyumcuların insanüstü sabır, ince ve titizlik gerektiren ustalıkları sayesinde, eldeki yüzyıllık gümüş malzemeleriyle ürettikleri şahaserler; Gaziantep Zeugma müzesinde sergilenmekte olan seyrine doyulmayan mozaik resimlerinin ressamı Samsatlı zanaatkârın, bu iş ancak bu kadar mükemmel yapılabilir, dedirten ustalığı. Tanıl Bora’yı ve beş yılını hasrettiği Cereyanlar’ı izah edebilmemde, değerini ölçebilmemde referanslarım oldu. Zerre kadar mübalağa yapılmadığı, kitabı okuyanlarca görülecektir.
Beş yıldır en ağdalı metinlerden en ipe sapa gelmez yazılara kadar hiçbir ayrıntıyı atlamadan, tam bir Prusya disipliniyle çalıştı Tanıl. Ama hayattan da kopup kitap yazıyorum diye münzevi bir yaşama hapsolmanın yersizliğini de gösterdi.
Birikim’in yayın işi, çeviriler, onlarca makale, mailleri okuyup cevap yazma, yayın kurulu toplantılarına iştirak, davetli olduğu konferanslar, paneller için çeşitli ülke ve şehirlere seyahatler, işleri delege edip sonra da sıkı markajlarla takip etmek, Gençlebirliği taraftarlığı vs... Bütün bunların yanı sıra çok iyi zaman programlaması ile Cereyanlar’ı yazdı. Aslında hem okuyup hem de yazdı, demek daha doğru olur.
Kitap, ortalama okurunu da, akademi dünyasını da ilk görüşte hacminden dolayı irkiltecek bir görünümde. İnternetin müsekkin etkisi yapan rehaveti, hızlanmış yeni yaşamın getirdiği alışkanlıklar üç sayfalık bir yazıyı bile uzun deyip heba ettirdiği için, kalın kitabı, içeriği ne olursa olsun dezavantajlı kılıyor. Benim yaş kuşağım uzun yazıları, tuğla kalınlığında cilt cilt kitapları, günlerce süren polemikleri okumaya alışıktır. Çünkü 68’lilerden öyle gördük.
Cereyanlar’ın dili, konuların işlenişi, anlatım tarzı, yazarın indirgemecilikten uzak, nesnelliği gözeten yaklaşımı, ele aldığı mevzulara vukufiyeti, olguları kendi tezlerinin doğrulayıcı nesnesi hâline getirmekten kaçınan dürüstlüğü eserin kıymetini arttırdığı gibi bu hacimli kitabın kolay okunmasını ve kitaba nüfuz edilmesini kolaylaştırıyor. Profesyonel yayıncılığın gerektirdiği, edebiyata değmişliğin yansıması değil Tanıl’ın dili. Şiir, roman, öykü, deneme ile kalben ve gönülden severek ilgilendiği için, dili de renkli, zengin bir Türkçe olmuş. Her sayfası bilgilenme, zihnin bir yerlerinde kalmış bilgilerle bir yenilenme ve tazelenme sağlıyor. Hiç bilinmeyenleri de bilinenlere katıyor. Böylelikle okunmayı zevkli hâle getirip sürükleyici bir roman gibi olabiliyor.
Kitabın en sevdiğim ince ayrıntılarından biri de ismi anılanların doğum ve ölüm tarihlerinin verilmiş olması. Çok yararlı bulduğum bu detay sayesinde dönemler, akımlar, aktörler zihinde başka yerlerle rezonansı da anında gerçekleştirebiliyor.
Diğer bir hususiyeti ise, akademisyenlere, bu alanlarda öğrenim görenlere, aydınlara, memleket ahvalini merak edip öğrenmek isteyenlere aynı kalibrede hitap edebiliyor. İslamcı, feminist, Marksist, demokrat, liberal, ekolojist / çevreci, muhafazakâr… Siyasi akım ve dünya görüşü mensubiyeti mühim değil, bu coğrafyanın kaderinden müşteki olmayan, gidişat için bilgi iştiyakıyla çaba sarf etmek isteyen her bireyin, iyi ki okudum, diyeceği bir ilk müracaat ve referans kitabı, Cereyanlar.
Şu ufunet ortamında Nevraljik* bir illetin salgınlaştığını da hesaba katarsak, bu eserin kıratını daha iyi ölçebiliriz.
Uzun yıllardır feminizm ve 68 konuları ile iştigal ediyorum. Hem kuramsal, hem de hayattaki dün ve bugünün tezahürlerini dikkatle irdeleyip, yarına dair neler verebileceğine odaklanarak görüşmeler -araştırmalar- okumalar yapıyorum. 80’erin ortasında Batı-Alman Yeşilleri ile temasa geçerek Yeşiller hareketine katılmış, radikal ekolojiyi 68’in devamı olarak görmüş ve bu hareket içinde feminizmi hareketin içindeki kadınlardan daha sık tartışmaya açmıştım.
Böyle olunca Cereyanlar’ın en fazla gönül bağı kurduğum bölümleri de o iki konu oldu. Önce Tanıl’a göre, dağarımda yığılmış bilgilerden kaynaklı, biraz farklı yankılandığını düşündüğüm bir 68 değerlendirmesini yazayım:
‘’Göreli bir refah ortamında yetişen yeni gençlik kuşakları, daha iyimser, daha ümitli, daha özgüvenli, daha iddialı, daha talepkârdılar; ‘durmuş oturmuş’ her şeye ve her nevi vesayete karşı kâh alaycı kâh isyankâr bir uyumsuzluk, zamanın ruhuna sinmişti. Dönemin popüler kültürü ve müziği (rock’n roll ), gelişen tüketim kültürünün gözde müşterisi olarak gençliğin gönlünü okşarken, bu ruha hitap ediyordu. Eğitimin yaygınlaşmasıyla, üniversite mezunları için proleterleşme-nprekarizasyon riskinin ‘ufukta görünmesi, gençlik mitiyle ‘reaksiyona giren’ önemli bir başka etkiydi.” (Cereyanlar, Syf: 655)
Benim bilgilerime göre şu iki vaka Tanıl’ın ifadesiyle yeniden gözden geçirilmeye değer mahiyette:
Kızıl Dany olarak da bilien 68’in ünlü isimlerinden Daniel Cohn Bendith, “Kapitalist sömürünün gelecekteki kadroları olmayı reddediyoruz’’ deklarasyonu ile, Mayıs 68’in en sıcak eylemlerinin yapıldığı Quartier Latin’de yaşlı bir polisin, eylemci Sorbonne Üniversitesi öğrencilerine “Ne yapıyorsunuz siz, iki sene sonra noter olarak karşımıza çıkacaksınız” sözlü tepkisi birlikte düşünülünce, proleterleşme ya da prekaryaya dâhil olma değil de refah toplumuna hem iş, hem gelir düzeyi anlamında katılmaya aday oldukları anlaşılıyor. 68 dalgası geri çekildiğinde zaten çoğu da oraya intisap etil.
Diğeri ise feminizm. Tanıl Bora, çok isabetli olarak bu çalışmada yer verilebilecek uzunlukta irdelemiş, anlatmış feminizmi. Coğrafya Kaderdir, tablosunu boşuna anmadım. Nasıl ki batı 68’i ile memleket 68’i farklılıklar gösteriyorsa feminizm de öyle, batıyla-68’le senkronize olmadı. Çarpıcı bulduğum bir örnekle iktifa edeceğim. ABD’de feministler, toplumlarındaki ağdalı muhafazakârlık ve cinsiyetçi, kadını aşağılayan anlayışa karşı, 20 kadın, bir alanda ve göz önünde kendi bekâretlerini kendi elleriyle bozarak tepki ve isyanlarını belleklere kazıdılar. Böylesi bir eylem ve protesto, bırakın 60’ları, 80’leri, bugün bile fazlasıyla radikal addedilir. Türkiye’de feministler, bu anlamda çok dikkatli ve kontrollü gitmeyi becerebildiler.
Feminizm tıpkı Dev-Genç gibi çok akıllıca stratejilerle bu coğrafyanın kaderi ve insanını hesaba katarak hayata yüreklice daldı.
İlk başlarda hakim olan anlayış şöyleydi: İlki: Tuzu kuru kentli, üniversal çevreden kadınların, Marksizm’den koptuktan sonra post-marksizme uygun düşen yeni bir meşguliyet sahası ve kimliği olduğunu değerlendiren ve hafif istihza ile değerlendiren bir bakış.
İkincisi: Can Yücel’in, belki de şairliğinden gelen, en veciz ifadesiyle dile getirdiği; Yav, hep çirkin kadınlar nedense feminist oluyor, değerlendirmesi. Bunun altında yatan, Freud’yen indirgemeci ve aşağılayan erkek egemen, cinsiyetçi güdülerin olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Üstelik, Rosa Luxemburg’un, Frida Kahlo’nun, Nadejda Krupskaya’nın birer Afrodit olmadıkları ortada iken. Ve elbette, olmaları mı gerekiyordu!
Gelgelelim; Şirin Cemgil’in Sinança adlı kitapta aktardığı şu vaka biraz hislendirici ama şair-komünist olsa da erkek barbarlığının cesametini sorgulatıcı değil mi ?
“Çok daha sonraları Can’la ilişkisinde, büyük bir aşkın, büyük bir vefalılığın bedellerini nasıl ödediğini görmüş, isyan etmiştim. Dayaktan tanınmaz hale gelmiş yüzündeki izlere çare bulunurdu belki, ama dayağın yüreğinde bıraktığı yara izlerine? … O belli etmemeye çalışarak, onuru kırılarak taşıyordu kocasından dayak yemenin acısını… Can, o güzelim nasıl böyle bir şiddet kullanır, akıl erdiremezdim. (Sinança, Syf: 297)
Panta rei: Her şey akar. Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz. Dev-Genç militanları, ideolojik tercihleri sebebiyle -hayatları dâhil- kaybedecekleri çok şey varken, üstelik o yılların Türkiye’sinin en iyi üniversitelerinde, ortalamanın çok üstündeki koşullarda öğrenim görürken, o rahatlıkları bırakıp coğrafyalarına açıldılar. Üniversitelerde, dernek veya dergi bürolarında, jargon denilebilecek bir dil kullanırlarken, köylülerle, işçilerle temasa başladıklarında tüm aleyhte koşullara karşın, en etkili iletişim dilini, tarzını, üslubunu yaratabildiler. Unutulmayan Halley yıldızı oldular, toplum nezdinde.
O dönem kapandı ve Dev-Genç tarih oldu. 1980’lerde ilk kıpırtıları başlayan modern feminizmin amfiler, dernekler, konferans salonlarına hapsolmaya mahkûm; coğrafyanın ve kültürün gerçekliğiyle boğuşabilecek enerjiden mahrum olduğu eninde sonunda ortaya çıkacak sanılırken, tıpkı Dev-Genç militanlarının başardığı gibi önce kitaplarla, dergilerle, mitinglerle, gerektiğinde de yüz yüze iletişimle, cesaretle, çalışkanlık, enerji ve inançla kadınlara yöneldiler. O çabalar, bugün köyde-mezrada yaşayan bir köylü kadınının bile yüzyılların itaatkârlığından, boyun eğmişliğinden silkinmesine vesile oldu. Erkek egemen kültürden ilk zamanlarda hiç de müşteki olmayan sol örgütlerin feminizmi-kadın sorununu ciddiye almalarına yol açtı. Artık o ilk modern anlamdaki feminizm, olumlu manada kadınlar tarafından büyük ölçüde tüketilmiştir. Erkek egemenliğini cereyanlara tutarak ağır şekilde sakatladı. Cereyanlar, “Feminizm” başlığı altında anlatılanlar sayesinde, bir vesika olarak tarihsel bir dokümanter bilgiyi okura armağan ediyor.
Kitabı okuyunca insan, yazarın ahde vefa, diğerkâmlık, öncekilere gösterilen nezaket ve hürmetin yanında, eleştiriden de sakınılmamış olmasını takdire şayan buluyor.
Sosyalizm, toplumun bireylere verdiklerine karşılık, bireylerin de topluma karşı yerine getirmeleri gereken sorumlulukları olduğunu, bir etik görev olarak vaz eder.
Tanıl Bora, 1983 yılında başladığı Gençlik ve Toplum dergisindeki çalışmalarını, sürdürmekte olduğu Toplum ve Bilim ile Birikim dergilerinde yazdığı makalelerini, çevirdiği kitapları yan yana düşününce, en üste de Cereyanlar’ı alınca, bu topluma karşı sorumluluklarını, çöküşlere, yenilgilere rağmen yerine getirmiş, hatta diyebilirim ki, alacaklı konuma gelmiştir.
En kötücül dönemlerden geçerken bile,Tanıl, tek başına bu kadar külliyatlı ve yüksek nitelikli ürünleri yaratabilmişse, Polonya daha düşmemiş, demektir. Şu hâlde kötümser olmaya hiç hakkımız yok. Umut, terk edilmişliğin hicranıyla baş başa bırakıldığı köşesinde yeniden tomurcuklanmaya hazır bekliyor.
Buna Cereyanlar’dan iyi kanıt olur mu ?
Fransız şiirinin genç sayılabilecek yaşta intihar etmiş kült ismi Nerval’in şiiri, Cereyanlar kitabıyla ilgili hissiyatıma ne kadar da uygun düşüyor.
NİSAN
Güzel günlerin işte ilk sesi Toz, mavi gök ve ışık huzmesi, Al al duvarlar, uzun akşamlar, Henüz yeşil yok; kızıla çalan Bin akis, süzülüp yapraklardan Dalları, ağaçları süslüyor!
Beni bu hava perişan eder, - Yağmurlu günler gelir ve gider, Belirip usulca bir tablodan, Yemyeşil ve gülpembe ilkbahar, Körpe, bir orman gerisi kadar Açılıp gülerek çıkar sudan.
Gerard de Nerval (1808-1855) Çeviren: Erdoğan Alkan
_______________________
* Nevralji: Sinir ağrısı