1864 yılında kesin bir yenilgiyle biten uzun, tahribatı her manada korkunç olan savaşın sonrasında, yani, Rus Çarlık ordusunun, asgari savaş etik kurallarını bile hiçe sayarak soykırımı hedefleyen katliamın akabinde Kuzey Kafkasya'nın yerli halkı Çerkesler o zamanki Osmanlı imparatorluğuna sürgün edildiler. İnsanlık dışı koşulların ağırlığı ve dayanılmazlığı yüzünden sürgün yollarında da tüyler ürpertici bir telefat yaşadılar.
Savaş yorgunu bu halk getirildikleri imparatorluk sınırları içerisinde iradeleri dışında dayatılan, gösterilen lokasyonlarda, bölgelerde yokluk ve yoksunluk içinde iskana mecbur bırakıldılar. Vatanlarından sürgün edilerek mülteci sıfatıyla geldikleri topraklarda, Çerkesler, soykırım sonrasındaki söz ettiğim telefattan sonra bir de göç ve yeni yerleşim merkezlerindeki salgın hastalıklar nedeniyle hatırı sayılır bir nüfus kırımı daha yaşadılar.
Başlarına gelen onca musibet ve maruz kaldıkları trajedi, sağ kalanların itaatkâr ve mütevekkil bir ruh haline girmelerine neden oldu. Bu halet-i ruhiye, imha edici koşullara ram olmalarının müsebbibiydi.
Tarihlerinde devlet – ordu – bürokrasi - hapishane nedir bilmeyen ve zaten gereksinim de duymayan Çerkes halkı, vatanlarında büyüleyici güzellikteki flora ve faunası ile barış ve huzur dolu asude bir hayat sürüyorlardı, ta ki Çarlığın kanlı tenkil taarruzlarına kadar. Hayat, Kuzey Kafkasya'da kanunlarla değil, mutlak bir ortak irade gücüne sahip ananeler, adetler ve thamatelerin (yaşlı ve saygın büyüklerin) yönlendirmeleri ve iktidarın olmadığı komünal bir anlayışla bir araya geldikleri mahalli meclislerde alınan kararları titizlikle uygulayarak, riayet ederek yaşanıyordu.
Tarih sahnesinde ilk izlerinin tespit edildiğinden bu yana hiçbir zaman ve hiçbir şekilde bir başka ülkeye savaş açmak, istila etmek gibi veballer işlememiş olan Çerkes halkı ne yazık ki ağır bir travmayı yaklaşık iki yüzyıldır yaşadığı halde, dünya bu korkunç felakete ve Rusların uyguladığı soykırıma karşı duyarsız kaldı. Aydınlar, entelektüeller, tarihçiler, sosyologlar anlaşılması ve izahı olmayan bir ilgisizlikle Çerkesleri adeta yok sayarak bir travma daha yaşamalarına sebep oldular.
Asimilasyon karşısında Çerkes aydınlarının da vebalinin olduğu gerçeğini inkar edemeyiz elbette. Evinde ve gündelik yaşamında Çerkesçe konuşan diaspora thamatelerinin ve genç kitlenin büyük çoğunluğu empoze edilen Kafkas Türk'ü kimliğine sessizce rıza gösterdi -60'lı yıllara kadar. Tabii ki dayatılan tuhaf ve hakikatle alakası ve bilimsel bir dayanağı olmayan bu kimliği reddederek Çerkes / Adıge kimliğine sahip çıkan ve varoluş mücadelesi içinde örgütlü direnç gösteren azınlık ama etkili bir topluluğun da çabaları her zaman olageldi. 60'lı yıllarda metropollerdeki derneklerin etki alanı genişledikçe, kimliğine sahip çıkma, tarihini, kültürünü ve dilini öğrenme; etnik varlığını sürdürme praksisi giderek bir çekim odağı haline gelmeye başladı.
60'larda, harlanan ulusal sorun tartışmaları, Afrika, Asya, Latin Amerika ve Orta Doğu'da yapılan ulusal kurtuluş mücadelelerin verdiği küresel esin gücü Çerkes aydınlarının da istikamet belirlemesine önayak oldu. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorunsalının müşevviki olduğu tesir alanı gittikçe genişleyen siyasal, kültürel sismik etki, süreç içerisinde bir diaspora (dönüş) ideolojisinin doğuşunu sağladı.
Özellikle de 68 başkaldırısının ve eylemciliğinin dünyayı sarsan taleplerinin harekete geçirici etkisi, üniversite öğrencisi ve kentlerde yaşayan genç Adıgeleri de "bir şey yapmalı" arayışına yönlendirdi. Bu aynı zamanda bir ideolojik çağrı idi. Muhteviyatındaki devrimci tözün yönlendirme potansiyeli, azınlık - etnik milliyetçi hamasetin büyük oranda terk edilmesine de bu çağrı belirleyici rol oynadı. İzleyen süreçte de o itaatkâr ve mütevekkil, sessiz Çerkes kişisi, edilgenlikten sıyrıldı; başkaldıran, talep eden Çerkes bireyine dönüşerek haklarını istemeye ve bu uğurda gerekirse de bedel ödemeye başladı.
Bu tespitin detayına girmem kitap tanıtım amacıyla sınırlı bu yazıda mümkün değil. Çünkü ancak başka bir yazı dizisinin konusu olacak kadar çetrefilli ve kendine has yanları ile yaşanan süreçler uzun ve etraflıca tartışmayı zaruri kılan bir mahiyettedir.
Dipnot Yayınları'nca yayımlanan iki ciltlik kitap o kendine özgü ve çetrefilli yanların tartışıldığı çok yönlü ve çok boyutlu aynı zamanda da bilgilendirici ve ufuk açıcı kıymetli bir kaynak olma özelliklerini taşıyor.
İlk kitap "Çerkeslerin 21. yüzyılı – Kimlik, Anayurt, Siyaset" adıyla yayımlandı. Yirmi dört aydının aynı sayıdaki makalelerinden oluşan kitabın odak noktalarından ilk ağızda sayılabilecek mevzular, 1864 yılından yani sürgünden bu yana Çerkeslerin siyasi faaliyetleri, örgütlenme ve mücadeleleri; diasporada asimilasyon, Çerkes milliyetçiliği, Çerkes kadını, anayurda dönüş girişim ve fikrini içeriyor.
Çerkes sosyolojisi, kültürü, politikaları ve Çerkeslerin şimdi yaygın olarak kabul görmüş olan gelecek yönelimleri ele alınıyor.
İkinci kitap "Çerkeslerin Geleceği Üzerine Düşünmek – Kültür, Toplum ve Demokrasi" adını taşıyor. Bu ciltte, toplam yirmi üç isim ve yine anı sayıda makale yer alıyor. Ana dilde eğitim yasağının eleştirisi, Çerkes dilinin kimlikle ilişkisi, yokoluş ve diaspora Çerkeslerinin ana vatanla buluşması, Çerkes müziğinin geleceği, müzik ve otantik dansların ortak belleğin inşasındaki rol ve işlevi, edebiyatın önemi, kentleşmenin asimilasyona etkileri açık uçlu yaklaşımlarla ve reçete empoze etmeden sorun tanımlanarak bir tartışma açma amaçlı yazılardan müteşekkil.
Her iki kitabın da ortak ve en güzel yanı şu ki, yazarlar sadece Çerkes aydınlarından oluşmuyor. Çerkes olmayan bilim insanları da değerli görüşleriyle, kitaba derinlik ve renk katıyorlar.
Kitap, içeriğindeki makaleler vesilesi ile başlatılacak bir tartışmanın Türkiye'deki demokrasi sorununa olumlu ve zenginleştirici bir katkı yapmayı amaçlıyor. Çerkes diasporasının tamamının ilgisine şamil olması gayesini belirlerken bu amaca define değerinde ve ölçülemez kıratıyla bir başyapıt işlevinde katkı sunuyor.
Bu çapta bir ilk olan bu iki ciltlik kitap sadece Çerkesleri değil, Çerkeslerin dışındaki milliyetleri de yakından ilgilendiren muhteva çeşitliliğiyle bir başvuru eseri olarak ayrıca ehemmiyeti haizdir.
Bu eser aklın birliğinin değil akılların birlikteliğinin bir ürünüdür. Kırkbeş yıllık "dönüşçü" kimliğimle vurgulamalıyım ki, Adıge aydınlarının on yıllarca sabırla, tevazuyla ve hiçbir karşılık beklemeden halka duydukları derin sevgiyle beraber "dönüşçü" genç Adıgelerin verimli ve efektif heyecanları sayesinde oluşturdukları bilgi damlalarının fedakârlık ve emek seferberliği sonucu nasıl göle dönüştüğünü gösteriyor ve tarifsiz bir gurur yaşanmasına vesile oluyor.
Emeği geçen herkese ve katkı veren dostlarımıza; ayrıca bu zor piyasa koşullarında sektörün yaşadığı ciddi sıkıntılara rağmen bu kitapları yayımlayan Dipnot Yayınları'na müteşekkiriz.