Çingeneler hâlâ bilinmeyen nedenlerle, yaşadıkları Kuzey Hindistan'dan göç ettiler. Dağıldıkları ve yaşamakta oldukları kıta ve ülkelere bakınca bu göçün planlı, nereye gidileceği kesinleştirilerek yapılmadığını tahmin edebiliriz. Endülüs'e gelişleri de bir muamma. Türkçe internet sitelerinde, Çingenelerin 1450'lerde Endülüs'e geldikleri hiçbir kaynak gösterilmeden yazılmış. Biri yazmış, beşi de oradan kopyalayıp yanlışın kaynak haline gelmesine sebep olunmuş. Halbuki William Washabaugh, Flamenko adlı kitabının 111. sayfasında şu önemli bilgi notunu veriyor:
" Endülüs'teki Çingene varlığının 1450 öncesine, hatta 1415 yılına dayandığı söylenir. Çingenelerin Endülüs'e Kuzey Afrika üzerinden XV. Yüzyıldan önceki yüzyıllarda göç ettiğine ve 1450 yılına gelindiğinde, Endülüs toplumsal yaşamıyla bütünleşmiş olduklarına dair yaygın bir kanı vardır."
Bu durumda Flamenko'daki çingene tezi daha bir gerçeklik kazanıyor gibi ama çok kesin konuşmamak lazım.
Vatanlarından çıkan çingene toplulukları, Hint kültüründen bünyelerine dahil olmuş kültürel normları içselleştirmiş durumda Endülüs'e geldikleri zaman çok dilli, çok etnili ve çok dinli bir yapıyla karşılaştılar. Kendilerinin de dilleri, kültürleri, yaşam tarzları, gelenekleri, giyim kuşamları yerleşik olan halklarınkilerden epeyce farklıydı.
Yıllar süren meşakkatli göç yolculukları zaten yeterince yıpratmıştı Gitano'ları.
Geldikleri ve artık durdukları Endülüs'te dillerini konuşarak, geleneklerine uygun yaşamak istediler, doğal olarak.
Ama bunu doğal karşılamayanlar da vardı ve güç onlarda idi. Bakalım neler yaşamışlar:
Pragmatıca Medına Del Campo - Reyes Catalicos - 1499: Sokakta dolaşırken görülen işsiz bir çingene olursa krallıktan kovulacaktır. İlk seferde 100 kırbaç vurulacak, ikinci seferdeyse kulakları kesilecektir. Cortes De Castilla – Felipe II -1594: Çingene kadın ve erkeklerin fiziksel ayrımı yapılarak ırkın neslinin tüketilmesi hedeflenmektedir. La Gran Redada – Felipe V – 1749: Krallıktaki tüm çingeneler tutuklanacaktır. Pragmatıca – Carlos III – 1783: Bu krallıkta geleneksel giyinen, adetlerini sürdüren ve lehçesi olanlar idam edilecektir. Reglamento - Guardia Civil – 1942: Çingeneler izlenecek. Evrakları kontrol edilecek. Ne giydiklerine bakılacak ve hırsızlık yaptırılmayacaktır. Kralların bu açık buyrukları ile çingenelerin yüzbinlercesinin öldürüldüğünü biliyoruz. Sağ kalanların ise nasıl bir zulüm altında yaşadıklarını bir düşünelim. Bu çingene düşmanı şiddet ve imha uygulamalarının kuşaktan kuşağa aktarılan bir uğursuz mirasa dönüştüğünü görebiliyoruz. Hiç silinmeyen izlerin neden olduğu kahredici kederin boyutunu anlamak zor olmamalı. Yüzlerce yıl süren bu ölümcül kaos yetmiyormuş gibi, sadece Çingene olarak doğduğu için o masum insanlara bir de şu vahşet reva görüldü: Porajmos Nazi Çingene Soykırımı 1942 - 1945: 500 bin çingene Naziler tarafından toplu olarak öldürüldü. |
Bunca mezalimi üstelik yüzyıllarca çekmiş bir halkın otantik ve geleneksel müziğinin keder ve ıstırap hissini uyandırması, Cantaor ve Cantaore'lerin Cante icralarında, kadere isyanı akla getiren hançereyi yırtarcasına eserlerin okunması özgül tarihlerinin sonucudur.
Flamenko ve Çingene dendiği zaman Camaron'un o masum acıyla gülümseyen yüzü imgelemde görünür, olağanüstü güzel sesi duyulur. O özgül ve acılı mirasın sanat olarak vücut bulmuş halidir Camaron.
Öncelikle saf kan çingene olan Camaron'un halkı tarafından çok takdir edilen ve hiç unutulmayan Çingene ananesine riayetini ve duyarlığını belirtmeliyim. Köklerini unutmadı hiç, özellikle de annesini. Madrid'de yaşıyor olsa da çocukluğunun geçtiği, yoksulluk ve acı hatıraların yaşandığı eve ziyareti ihmal etmedi. Ailesi ve eve gelen komşularıyla sohbet edip onlara kibire kapılmadan sanki o kadar ünlü olan kendisi değilmiş gibi Cante'ler söyledi, arkadaşı Paco Cepero'nun gitarı eşliğinde.
Bir sekansta Bulerias söyleyen Camaron, evdeki aile ve komşuların -Cantaor'u ve toque'i yani şarkıcı ve gitar çalanı, teşvik eden onlarla iletişim kuran- Ole, İşte benim oğlum, hadi söyle, ale, işte böyle! Joleo'larının coşkusunu damarlarında hissederek şu sözlerle halkının acılarına olan isyanını dile getirir.
Günün azizleri / Günün azizleri / Ellerimi acıtan ipleri / Sökün yerinden / Bu doğru değil / En kötü düşmana bile / Bu yapılmamalı / Acım çok büyük
"Köklerimiz. İnsanın köklerini unutması kolay değil. Özellikle de çingeneyse. Zulmün adeta DNA'larına işlendiği insanlardır çingeneler." Bir çingene başka bir sekansta böyle dile getiriyor kaderlerini.
Madrid'de bir sokak röportajında ise şu diyalog geçiyor. Cevaplar, kısa, net ve çingene kültürünü ikirciksiz tanımlıyor.
"Çingene misiniz?
Si senyör. (Evet efendim.)
Bir çingene için en kutsal şey nedir?
Aileniz, aile büyüklerine saygı duymak, ve ailece birlik olmak."
Çingenelerin göç sonrası bir kolu da Anadolu'ya gelir. Anlaşılması ve izahı güç bir ön yargı burada da pençesine alır onları.
Cingen, Çingen gibi sıfatlarla anılırlar. Köylerinde kendi hallerinde yaşayan ve müziğe karşı hem çok ilgili hem de çok yetenekli olan çingeneler, düğünlere, sünnet şenliklerine çağrılırlar. Çalgılarıyla gidip müzik yaparlar, aldıkları üç beş kuruş parayla da evlerine yiyecek götürürler, odun alırlar kışın yakmak için. Ama hiç sevilmezler, itibar görmezler, hep dışlanırlar, hor görülürler. Cingen, çingen sıfatları zaman içerisinde yerini aptal sözcüğüne bırakır.
Yoksul, dilenen, düzenli bir işi olamayan bu halka Anadolu'da aptallar denilir. Telaffuzun aptal olarak seslendirilmesi, süreç içerisinde yöresel lehçelerde giderek Abdal sözcüğüne dönüşür.
Abdalların içerisinden de onları hakir gören büyük çoğunluğu irkiltecek çapta insanlar çıkar. Bu esmer tenli, çok iyi saz çalan ve türkü çığıran insanlar arasından biri öylesine öne fırlar ki, ülkenin onuru olur. Türküleri okuyuş stili, bağlamadaki eşsiz vitüözitesi, yazdığı sözlerin derinliği, insana insan olduğunu hatırlatan sahici tevazusuyla entelektüellerin de müzik aleminin de devletlu erkanın da ilgisini ve merakını celb eder.
Tarihe Neşet Ertaş adıyla altın harflerle yazılır bu aptal, çingen!
Varlığından haberdar bile olmadığı İspanya'da yaşayan soydaşı Jose Monje Cruz ile adeta ruh kardeşidir. Mizaç, kişilik ve yeteneklerinin benzerliği, üretkenliği ve kalitesiyle Jose, Gitano'ların, Neşet Ertaş ise Abdalların gururu olur.
Ülkelerinde ikisinin de heykeli dikilir. Neşet Ertaş ve Camaron'un heykellerinin fotoğrafları aşağıda görülüyor.
Flamenko karakteristik olarak Cante (Şarkı) – Toque (Gitar) ve Balie (Flamenko dansı) üçlüsü ile tanımlanır.
Bir Bailaora o keskin figürü sırasında görülüyor. Tipik bir çingene Flamenko kadın dansçı. Yüzündeki ifade mutlu değil. Kendinden emin, gururlu, halkının yaşadıklarına karşı duyduğu kırgınlık ve kızgınlık çok net okunuyor. Ama pes etmemiş, maruz bırakıldıkları aşağılanma ve hor görülmeye, yaşadıkları katliamlara, imhalara meydan okuyan bir ifade adeta. Sanki saldırıya geçen kötülüklerin temsilcisi bir boğanın ölümcül saldırısını savuşturma özgüveniyle korkusuz bir çingene kadını. Kim bilir hangi Flamenko şarkısı eşliğinde dansını ediyordur.
Burada bir parantez açmam zaruret oldu. Türkiye'de de elbette Flamenko ile ilgilenen insanlar var. Dans, gitar eğitimleri veriliyor. Ama bir tanesi özel olarak bahsedilmeyi hak ediyor. 20 yıldır Flamenko dans eğitmenliği yapan, ABD ve İspanya'da eğitim alarak Flamenko konusunda yabancı kaynaklardan derlediği bilgileri, kurduğu www.flamenkoevi.com sitesinde paylaşan Melek Yel, yine kendisinin kurup yönettiği Flamenko Dans Atölyesi'nde yıllardır faaliyet gösteriyor. Ben bu yazı dizisini hazırlamaya 9 ay evvel başladım. Türkçe ve yabancı kaynakları aylarca didik didik ederek taradım. Kitaplar, makaleler okudum, belgeseller izledim. Bir şey dikkatimi çekti. Türkçe web sitelerinde aynı başlıklar aynı sözcükler ve aynı söz dizimli cümleler gözüme batmaya başladı. Siteler, yazılardaki isimler farklıydı ama noktalamalar ve ifadeler tek elden çıkmış gibiydi. Sonunda buldum. Melek hanımın, 20 yılını vererek yaptığı çalışmaları paylaştığı sitesindeki bilgiler başkaları tarafından kaynak gösterilmeden kullanılmış.
Melek Yel ayrıca Youtube kanalı açmış ve orada görüntülü dans eğitimi veriyor. Flamenko'nun tutkulu bir misyoneri gibi çalışmaya devam ediyor.
Victor Hugo Les Orientales adlı eserinde Doğu'yu fantezinin yanı sıra, eleştirel düşünce ve aklın da kaynağı olarak değerlendirir ve bu yaklaşımıyla yeni bir ufuk açar:
"Doğu, ister tablo, ister düşünce biçiminde olsun, akıl için olduğu gibi, fantezi için de genel eğilimin konusu durumuna gelmiştir. Bu genel eğilim, belki de bilgisi olmaksızın, bu kitabın yazarını da birlikte sürüklemiştir. Doğulu renkler, kendiliğinden yazarın düşüncelerinin tümüne, düşlerinin tümüne nüfuz etmiştir. Yazarın bu düşünceleri ve düşleri, bir biri ardına, neredeyse istemeksizin, İbranice, Türkçe, Yunanca, Farsça, Arapça, İspanyolca olmuştur: İspanya hala Doğu’ya aittir. İspanya, yarı Afrika; Afrika ise yarı Asya’dır."
İspanya – Endülüs'te doğan ve büyüsü insanı bir girdap gibi içine çeken Flamenko'nun sihirli gizlerinden birinin çözümlemesini de Victor Hugo'nun bu ifadesinde bulabiliriz.
Flamenko'ya mağrip renk ve tınısını veren çingene Canaor ve Cantaore'lerdir.
Palmas -el çırparak eşlik etme- ile Pitos -parmak şıklatarak ritm tutma- doğu müzik geleneklerinde olan ananelerdir. Joleo ise hem Cantaor veya Cantaore'yi hem de Bailaor -erkek Flamenko dansçı- ve Bailaora -kadın Flamenko dansçı- için moral yükseltici, coşku verici ve heyecan katan bir ritüeldir; ale, ole, bueno, hassa, asi se cante, gibi sözcükleri sanatçılara duyurarak yapılır. Bunu gerekli bilinç ve kültüre sahip Aficion – Flamenko dinleyicisi – yapar. Aficion aktif olarak katılır müziğe ama sanatçıya saygısında asla kusur etmeden. Bütüne bakınca Flamenko'daki Mağrip buhurdanlığından çıkan aromalı tütsüler doğu damarının derinliğini hissettiriyor.
Çingenelere karşı çok yaygın olan kökleşmiş ön yargıyı belki de ilk sarsan Emir Kusturica'nın o zamanlar henüz parçalanmamış olan Yugoslavya filmi Çingeneler Zamanı oldu. 1988 tarihli bu film batıda olduğu gibi Türkiye'de de geniş bir izleyici kitlesine ulaştı ve büyük beğeni aldı. Çok güzel bir filmdi. Çingenelerin günlük yaşamlarını kültürlerini, duyarlılıklarını, geleneklerine düşkünlüklerini, kaliteli bir humor ile destansı bir üslupla ve tamamı Çingenece konuşularak ve profesyonel olmayan oyuncuları oynatarak çekilmişti. Sürrealizm ve sembolizm filmde çokça kullanılmıştı. Filmin müziklerini Goran Breboviç yapmış, film kadar müzikleri de konuşulmuştu. Emir Kusturica bu filmle Cannes film festivalinde en iyi yönetmen ödülünü aldı. Filmden sonra aylarca çingeneleri konuştu dünya. Çingeneler Zamanı, bir kült film haline geldi.
İspanya sinemasının büyük ismi Carlos Saura, Kanlı Düğün, Carmen, Büyülü Aşk,Flamenko, Salome, Flamenko Flamenko, Sevillanas, Flamenko Hoy filmleri ve belgeselleri ile Flamenko'nun bütün dünyaca tanınmasını, milyonlarca insanın bu filmleri izledikten sonra Flamenko ve Çingenelere yönelik ilgi ve merakın çağlayana dönüşmesini sağladı. Dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun her Flamenkosever, Carlos Saura'ya gönülden müteşekkirdir. Çingeneler de öyledir, onları, yeteneklerini sergiletip, Flamenko'nun sahipleri olarak onore ettiği için.
Hayatta, kimilerince kader kimilerince rastlantı ve zorunluluk diye tanımlanan, iç bağlantılarını kolayca açıklayamadığımız karşılaşmalar büyük tarihsel olayların, devrim diye de adlandırılan eşine rastlanması bir daha mümkün olamamış radikal dönüşümlerin başlatıcısı olabiliyor. Çok sık vuku bulmaz bu karşılaşmalar. Önceden kestirilmesi mümkün değildir. Ancak yeri ve zamanı geldiğinde rastlantılar zorunluluğa dönüşür ve o an gerçekleşir. Sonra benzeri ender görülen bir simyanın başladığına tanık oluruz.
O büyüleyici Beatles efsanesi John Lennon ile Paul Mccartney'nin tamamen tesadüfen karşılaşmaları ile başladı. Rolling Stones'un 60 yıldır süren şaşırtıcı hikayesi yine Mick Jagger ve Keith Richard'ın aynı anda aynı yerde rastlaşmaları ile; Pink Floy'dun sarsıcı öyküsü Roger Waters ve Syd Barret ikilisiyle; Led Zeppelin ise Jimmy Page ve Robert Plant'ın karşılaşmalarıyla rock tarihinde yeni ufuklar açıldı. Bu insanların ortak yaratıcılıklarının ilk eserlerini vermelerinin üzerinden 60 yıldan fazla bir zaman geçti. Ama her biri hâlâ sevilen, dinlenen rock tarihinin en güzel melodilerini bu ikililer üretti. Sonra ölümler, ayrılmalar, dağılmalar yaşandı. Ama masallar sona erse de albümler, şarkılar tarihe ve hafızalara kaydoldu.
Flamenko'da da böyle bir ikili karşılaşma yine tesadüfen yaşandı. Birlikte bütün gün gitar çalınıp şarkı söylendi, kimyanın eşsiz uyumu farkedildi ve 10 albümü bulacak o muhteşem eserler yaratılma süreci başlatıldı. Rock müziğinin ikilileri kadar tanınmayan, bilinmeyen bu ikilinin ürettiği melodiler, performanslar, rock dünyasındakilerden geri kalır değildi. Kalite ve kalıcılık bir yana Flamenko'da müziğin akışını, gidişatını değiştiren bir devrimi gerçekleştirdi bu iki mütevazi, mahcup, sessiz insan. İki dehadan söz ediyorum: Camaron ve Paco De Lucia.
Paco'nun gitarı, Camaron'un sesi ile Flamenko dünyası büyülü bir masalın gururunu yaşadı.
Şimdi üzerinden 50 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra dönüp bakınca, insana rüya gibi geliyor. Sanki o eşsiz güzellikteki şarkılar daha dün yapılmış gibi.
Camaron de La Isla ve Paco De Lucia & Camaron ikilisinin devrim yaratan efsanevi öykülerine yazımın bir sonraki bölümünde daha yakından bakacağım. Tevazu, başarı ve hazin son. Öykü böyle seyretti. Birlikte hüzünleneceğiz, zaten Flamenko'da birlikte hüzünlenmek değil mi?