Almanya'daki Yeşiller Partisi-Die Grünen, 68 sonrasında Batı Almanya'da taşları yerinden oynatıp dünyanın dikkatini çekmiş, endüstriyalizmi irkiltmiş; üstüne üstlük büyük bir sürpriz yaparak 1983 seçimlerinde parlamentoya girme hakkını kazanmıştı. Bunları yazımın ilk bölümünde belirtmiştim. Daha ilk günden Yeşillerin farklı olacağı anlaşılacaktı.
Anayasal yemin merasimi için toplanan meclisin otopark alanı BMW, Audi, Mercedes markalı havalı arabalarla doluydu. İçlerinden inen lacivert ya da siyah takım elbiseli yeni parlamenterler girişe yöneliyorlardı. O ara bisikletleriyle gelen, blue jean giymiş bazı insanlar, ellerinde çiçek saksılarıyla parlamento binasına doğru yürümeye başladılar. Basın o sıra elbette havalı yeni parlamenterlerle meşgul oluyordu; bisikletlilere bakmıyordu bile, çünkü yanlışlıkla geldiklerini sanıyorlardı.
Oduncu gömlekli, balıkçı yakalı bu grup önce binaya, ardından da salona girip oturdular. İlk kez yaşanıyordu böyle bir şey: Şaşkınlık had safhaya varmıştı. Establishment'ın hizmetkarları hayretle bakıp homurdanıyorlardı: Kimdi bu kılıksız münasebetsizler? Bu kutsal mabedde ne arıyorlar? Bu ne hadsizlik? Parlamento sırasına çiçek saksısı koymak da neyin nesi?
Oysa tarihi bir andı yaşanan. Evet! Yeşiller, milletvekilleriyle parlamentoya girmişlerdi.
Yemin töreni başladı. Yeşiller topluca parlamentoyu terk ettiler. Basın koştu soluk soluğa arkalarından, sorular aynıydı. Neden? Ne oldu da çıkıyorsunuz salondan? Yanıt kısa ve netti. "Yalan yere yemin ediyorlar, bu yalana dahil olmayacağız." Kıyamet koptu. Ama kimse Yeşillerin argümanlarına karşı bir şey söyleyemedi. Sadece bu eylemin teamüllere aykırı olduğu belirtildi. Bu tenkidin sağcı Hristiyan demokratlarlardan gelmesi anlaşılır bir durumdu.
İroniktir; SPD de aynı dili kullandı.
Bir müddet sonra SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi), tabanındaki genç seçmenin kaymasını ibretle izlediği Yeşiller için buyurdu ki; "Siyasal bakımdan olgun değiller". Kimi valse davet ettiklerinin idrakinde değildi; muhatabını daha tanımıyordu yılların dinozor partisi SPD.
Yeşiller, Berlin'de parlamento binasının bahçesinde toplandılar, medya da oradaydı. Cevabı ve ne yapacaklarını merak ediyorlardı.
Yeşiller bir çember oluşturdular ve galaksideki gezegenler gibi ağır ağır ve müstehzi gülümsemelerle dönmeye başladılar. Boyunlarına astıkları dövizde ise istihza şaheseri şu cümle yazılıydı: "SPD bizi sevsin diye siyasal olgunlaşma halindeyiz."
Artık Almanya'da da dünyada da siyaset eskisi gibi olmayacaktı. Çünkü devletlerin toplumun uyumunu sağlama ve konsensusu koruma işlevleri ekonomik, ideolojik, politik araç ve aygıtlarla sağlanırken, Yeşiller, o konsensusun ideolojik ve politik düzlemine ekoloji napalmini fırlattılar. Sarsıntı büyük oldu; toplumsal konsensusun taşıyıcı sütunları, çökmediyse de, telafi edilemez bir tahribata maruz kaldı. Çökmesi için malum: Toplumsal Devrim gerekir.
Bu merhaleler 1970'lerden 83'e kadar kat edildi. Başka kıtalardaki birçok ülkede Yeşil Partilerin kurulmasının, ekoloji hareketlerinin Yeşillere evrilmesinin, var olanların seslerinin daha gür çıkması ve toplumların bu sese dikkat kesilmelerinin esin kaynağı Die Grünen idi.
Burada da, hemen kıpırtılar başladı. O zamanlar manzara şöyleydi:
1980-1983 arası askeri cunta yönetimince, radikal sol kazınmış, cezaevleri tıklım tıkış doldurulmuştu. İşkenceler, hücrelerdeki izolasyonlar, uzun hapislikler, idamlar ile 12 eylül ideolojisi hedefini büyük ölçüde gerçekleştirmiş; solun belini kırmıştı. Bu durum siyasi alanda kayda değer bir boşluğa da neden oldu.
Anavatan partisi, eski başbakan Demirel'in müsteşarı Turgut Özal'ın liderliğinde seçimleri kazanmıştı. Dünyada da neo liberalizm rüzgarı esiyordu. Bu rüzgarı arkasına alan Başbakan Özal, açık açık "Ben zenginleri severim" diyerek ideolojisini deklare etti. İlk icraatlarından biri de Batı Akdeniz'deki kıyı şeridinin ormanlık alanlarını imara açmak oldu. Şimdi içimizi sızlatan o görkemli ormanların yerine dikilmiş olan beton cangıllarının yasallığının mucidi olma şerefi Özal'a aittir.
ANAP'ın karşı kutbunda konumlanan devletçi-milliyetçi-ittihatçı gelenek, dünyadaki reel-politik alanda batıdaki muadilleriyle alakası olmayan bir siyasi söylem ile arkaik, yeni düşünce üretemeyen, sözüm ona sosyal demokrat bir iddia ile sosyalistlerin bulunmadığı alana talip oldu. Ama talip olmayla iş bitmiyor; zannettikleri gibi olmadığını da halkın yerel seçimlerde verdiği desteğini geri çekmesiyle anladılar.
O yıllarda nükleer santraller, atom santralleri Batılı sosyal demokrat partilerin ilgi alanlarına girmişti-Yeşiller sayesinde. Memleketimizin aslan sosyal demokratları -bu tabir sosyal demokrat halkçı partı genel başkanı Erdal İnönü'ye aittir- çevreye, ekolojiye dair mırın kırın ötesinde net bir söylem üretemediler. Çeşitli platformlarda soruyorduk onlara: Nükleer santralden yana mısınız, değil misiniz? Acz içerisinde muğlak kem kümlerle geçiştirmeyi reel politik tutum haline getirdiler.
Siyaset platformunda vaziyet böyleyken, ekolojik mücadele lokal ve küçük ölçekli, reel siyasetten uzak ve politikaya bulaşmak istemeyen özerk iradeler halinde ama kendi siyasasıyla tecelli ediyordu.
Sosyalist sol henüz dizlerinin üzerine doğrulmaya çalışmakla meşguldü. Muhafazakâr neo-liberal Anavatan Partisi, seçimleri kazandıktan sonra, alternatifimiz yoktur, naraları atarken, diyalektiğin ana ilkesi yine işledi ve paradoksal biçimde Yeşil alternatif tomurcuklar belirmeye başladı. İlkin, ömrü kısa olsa da Yeşil Barış gazetesi 1988 yılında çıktı; bildiğimiz gündelik gazete formatında.
Aynı yıl Tanıl Bora'nın "Yeşiller ve Sosyalizm" kitabı yayınlandı. Sosyalistler de ekoloji sorununa karşı ön yargılarından arınarak tartışmalara kıyısından ve abartılı bir temkinlilikle katılmaya başladılar. Feministler ile Yeşiller ortak duyarlıklar zeminleri üzerinde çok yakınlaştılar.
Rudolf Bahro'nun Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Niçin Tinsellik? İle Kızıldan Yeşile, kitapları manasız bir çekişmeye girmiş olan Sosyalistlerle Yeşillerin birbirleriyle değil endüstriyel kapitalizmle mücadele etmeleri gerektiğini; feministler de her iki tarafa, bu mücadelenin patriyarka ile savaşmayı da içselleştirmesinin nasıl hayati önem taşıdığını idrak ettirdi. Eril zihniyetin dokulara sinmişliğinin ayırdına vardıran Feminizm dışında, erk /otorite karşıtlığı da Anarşizmin bu tartışmalara ve yeniden toparlanma arayışlarına katkı yapmasına yol açtı. Yeni bir formasyon oluşuyordu: Yeşilli, allı, morlu, karalı. Al, mor, karadan ziyade, Yeşil, basında ilgiyle ve sempatiyle karşılanmıştı. Söylediklerine, söyleyip de yapacaklarına medya gerçekten de tahminlerin ötesinde alaka göstermişti.
Gidişat iyi giderken ve henüz ortada tümleşik bir hareket yokken, nasıl oldu? Ne oldu? anlayamadık; Yeşiller Partisi kuruluş projesinin resmen başlatıldığına dair haberler yayıldı.
"Daha bir partileşme aşamasında değiliz. Yeterli ön hazırlık yapılamamış. Partileşmeye kalkışılırsa hareketin önüne, yeni sorunlarla tebelleş olma zorunluğu çıkar. Var olan sınırlı enerji sönümlenmeye kadar gidebilir" denildiyse de bu ses kaale alınmadı. Birilerinin belli ki acelesi vardı; bu durum apayrı ve başlıbaşına bir yazı mevzusudur. Zira bilinçaltına sinmiş eril zihniyetin belirleyici etmen olduğunu söyleyip parantezi kapatayım...
Ekolojik sorunlar -Akkuyu Nükleer Santrali, Aliağa Termik Santrali gibi- önümüzde duruyor iken, parti asli meşguliyetlerinden uzaklaştı.
Almanya'da Die Grünen büyük başarı kazandı ama arkasında on beş yıllık bir mücadele ve 68'in devrimci birikimi vardı. Onlar, gelinen aşamada partileşme lüzumunu duydular, ki Alman toplumundan da gelen talep o yöndeydi.
Burada ise öyle bir mücadele geleneği yoktu. Devrimci geleneğin birikimine sahip insanlar henüz ekoloji sorunsalını içselleştirememişlerdi. Eril kültürel altyapıları patriyarka karşıtlığını idrak etmelerine olanak vermiyordu. Ayrıca parti kurulsun diye henüz halktan da bir istem de gelmiyordu.
Ekolojik mücadele birikimi de olmadığı için, parlamentoya da girmeliyiz, aşamasına gelinmemiş. Apar topar kurulacak bir parti, harekete ayak bağı olur. Tamamen ekolojik sorunlara odaklanıp taban demokrasisini işletelim. Topluma, şimdinin ve geleceğin neler getireceğini ve nelere mal olacağını anlatalım; şiddetsiz politik bir yapının eylem odaklı olabileceğini gösterelim, mevziler kazanarak ilerleyelim gibi görüşler, daha nihayetine varmadan Türkiye Yeşiller Partisi kuvözden fırlayıverdi.
Prematüre idi, tarih ise 1988. Daha emeklemeden sprinter olması beklendi. Halbuki hayat bu harekete maraton daveti yapıyordu. 33 yıl sonra T24'e bu yazıyı yazarken ne yazık ki şu sonuca ulaşıyorum: Aslında Türkiye'de Yeşiller partisinin çarçabuk kurulmasını sağlayan iradede, Die Grünen'in yazı girişinde sadece üç örneğini verdiğim sansasyonel ve medyatik eylemlerinin Türkiye şubesi olma arzusunun başat konumda olduğunu görüyorum. Oysa Die Grünen'de azimli, disiplinli bir çalışkanlık; yoğun emek, zamanın hasredilmesi, kendini adama vardı. Bu hasletlerin varlığı veya yokluğu, uzun yola çıkmaya hüküm giymiş bir aygıt için-adı parti ya da hareket olmuş, bir şey değişmiyor- varoluşsal bir meseledir. Başarı ya da eriyip marjinalleşmenin kilit noktası burasıdır. Yerli Die Grünen olma arzusu bu ikilemin ayırdında değildi.
Bu evreleri sekerek atlayıp Alman Yeşiller partisinin 15 yılda ulaştığı noktaya 2 yılda gelmeye kalkmanın onlar gibi olma arzusunun etki ve esininden söz etmeye bilmem gerek var mı?
Tabii yepyeni bir parti idi ve beklentiler, partinin nicel anlamda sırtlanamayacağı ölçekte idi. Mesela, aşağıdaki gibi:
1984'ten başlayarak Gökova termik santralinin yapımına ve işletilmesine karşı gerçekleştirilen etkinlikler; 1986'da Ankara'da Zaferpark, 1987'de Güvenpark için düzenlenen kampanyalar; 1987'de Dalyan'da yapılması tasarlanan turistik tesis için gösterilen tepkiler; 1989'da Taşkışla'nın otele ve Maçka Kışlası'nın borsa binasına dönüştürülmesini, Aliağa'da termik santral kurulmasını engellemeye yönelik etkinlikler; 1990'da Pamukkale'nin kurtarılması için başlatılan kampanya; 1993'de oluşturulan "Nükleer Karşıtı Platform" ve "Nükleer Karşıtı Kongre"; 1994'de "II. Nükleer Karşıtı Hafta" kapsamında gerçekleştirilen etkinlikler, Datça'da yapılan I. Ütopyalar Toplantısı, Akkuyu'da yapılacak nükleer santral için oluşturulan güç birliği; 1990'larda başlayıp bugünlere gelen Bergama Direnişi…
Türkiye Yeşiller partisi, bu yoğun eylemlilikte kendi handikaplarıyla da boğuşmaya başlamıştı. Genel başkanlık, parti kurullarının seçimleri, mali meseleler vs. gibi.
Verilen sempati desteği henüz kitleselleşmeden ilk eleştiri, Genel Başkan Celal Ertuğ'un çok yaşlı olmasına değindi. Fısıltılar da başladı hemencecik; Vehbi Koç'un özel doktoru imiş, partiyi kurma aşamasında nakdi yardım da almış... Bunların ne kadarı doğru bilemem ama ilk kurşun Koç meselesi yüzünden, topuğa isabet etti. Partinin ilk aşamasında aykırı addedilen gruplara olumlu bakmayan muhafazakar bir kesim de vardı ve kısa süre sonra, radikal ekolojist söylemden rahatsız oldular; akabinde de partiden ayrıldılar.
Ciddiye alınacak sosyalist cenahın bazı kesimlerinden partinin fuzuli yer işgal ettiği eleştirileri de gelmeye başlamıştı.
Partiye, üniversitelerden çevre toplulukları; feministlerden, anarşistlerden genç insanlar, akademisyenler gelmeye başladı. Parti merkezinde ziyaretçi trafiği yoğunluk yaşıyordu ama iş bölümü devingenliği kalıcı olmuyordu. Siyasi bir partiden ziyade bir sosyal kulüp gibiydi ortam. Kitlelere ulaşmasını sağlayacak düzenli bir yayın (dergi, gazete) işi organize edilemedi. Aidat hiç toplanamadı.
Bunlara rağmen; aynı insanların, birçok yere yetişebilmeleri imkânsız olduğu halde samimiyetle ve içtenlikle koşuşturuldu. Reel güç oranı geniş hayaller kurmaya yetecek dinamizmi yakalayamıyordu. Taşrada bu harekete destek vermek isteyen grup ya da bağımsız bireylerin gözü de beklentileri de genel merkezde idi. Ama bu sorunlu bakış da giderek açının yanlış olduğunu algıladı.
Ve sonuçta anayasa mahkemesi, akıl almaz bir gerekçe ile Yeşiller Partisi'ni 1994 yılında kapatarak varlığının kanunen sona erdiğini deklare etti.
Devlet kapatmasaydı da zaten artık fiilen kapanmış gibiydi parti. Enerji tükenmiş, heyecan yitirilmişti. Buna mukabil, heyecanı, enerjisi; yerinde eylem militanlığı bir parti kalıbına sığmayacak kalibrede olan yepyeni bir ekolojik dinamo çalışmaya başladı: Greenpeace.
Doğrudan ve ekolojik sorunun mahallinde müdahale tarz ve yöntemleriyle farklılaştılar. Hangi lokasyonda ve ne için eylem yapıyorlarsa sergiledikleri iki hususiyetleri ilgi topladı. Neyi niçin yaptıklarını çok iyi biliyorlardı ve protesto-eylem nesnesinin bilgisine sahiptiler. Yani, birkaç klişe cümleden sonra laf ağızlarından pat diye düşmüyordu. Parti dışında Greenpeace'in, sahip olduğu prestiji, militanlığı, anti-hiyerarşik yapısı en az Die Grünen kadar çekim odağı olmaya başladı.
Halen kullanılan 19. yy'dan kalma mücadele tarz ve aygıtlarına teslim olmadan yeni bir liberter anlayışın aksiyon yöntemleriyle özgürleşerek eylemli varoluşu üretebildiler. Soy reel politik aygıt olan siyasi partinin dogmatikleştirici, insanı tek boyutlu hale getiren indirgemeci ve zihinsel yetilerini kötürümleştirici risklerinden azade kalabildiler. Düzenle entegrasyon tehlikesi, giderek reel politikerleşme tehlikeleri de bertaraf edilmiş; amaç ve araç ikilemi düalizme dönüşmeden, oluşacak aşılması zor çelişkilerin önü baştan kesilmiş oldu.
Cumhuriyet tarihinde kapatılan ilk parti olan Yeşiller partisi, bu karar devletin mercii tarafından alınmasa da dediğim gibi zaten artık işlevsizleşmişti. Parti olmayan parti şiarı daha hayata geçirilemeden, parti olmaya çalışıldı ama ikisi de olamadı; aygıt olarak güçsüzleşen, takatsizleşen YP, kapatıldıktan sonra da silinip gitti.
Yeşiller partisinin kapatılmasının -kanaatimce- yalnızca bir tüzük maddesinin farkında olmadan basit bir ihlali nedeniyle olduğuna 27 yıl sonra da hiç inanmıyorum. Çünkü nükleer santral için gözünü karartmış olan Turgut Özal ve Anavatan Partisi de, biz de biliyorduk; santral ihalesi için teklif verecek olan Japonların, Yeşiller partisinin medya ve toplum nezdindeki etki ve yönlendirme gücünü araştırmak üzere heyet gönderdiğini.
Bu arada diyalektiğin yasaları işliyordu: Baştan partileşmeye karşı çıkan ama kurulduktan sonra da emek gücünü seferber eden Yeşiller içindeki en dinamik ama azınlık grup radikal ekolojistler, tam da o süreç yaşanırken, Bahro'dan sonra çok önemli bir düşünürün görüşleriyle tanıştılar: Murray Bookchin.
"Ekolojik Barış Toplumu" ve "Özgürlüğün Ekolojisi" kitaplarındaki yepyeni kavramları, etkileyici muhakemesi ve ütopyası ile zihinleri açtı ve bir başka mecranın varlığına işaret etti. Bahro'dan sonra Bookchin entelektüel bağlamda çok etkili oldu.
Yeşiller Partisi kapatıldı; ama yerel ekolojik mücadeleler sürmeye devam ederken Bookchin'nin "Ekolojik barış komünaliteleri-ekolojik komünalizm", gibi kavramları yeni bir düşünsel evreyi başlattı. Bookchin 1990'ların ilk yarısında memlekette kentli münevverler arasında rağbet gördü ama bir süre sonra unutuldu... Ama neredeyse yirmi yıl sonra Kürt aydınları ve genç kuşaklarınca yeniden keşfedildi. Bookchin adeta ikinci baharını yaşadı. Düşünürün etkisiyle Viranşehir'de ekolojik komün-köy girişimleri bile oldu.
Bu arada 90'ların ilk yarısında çıkan radikal ekolojist dergi Ağaçkakan'ın, ayrı bir yazıda değerlendirilmeyi hak ettiğini belirtmeden geçmeyelim... Geçtiğimiz yıllarda vefat eden arkadaşım Savaş Emek, olağanüstü bir çabayla sonraki yıllarda kültleşen bu dergiyi çıkarmıştı
YP de, (mali sorunlar nedeniyle) Ağaçkakan da kapandı; arena uzun bir süre boş kaldı. Ama kitap yayınları arttı çünkü yaygınlaşan çevre sorunları küresel ekolojik sistemi tehdit boyutuna geldi. Öyle ki Deleuze, Guattari gibi entelektüeller bile ekoloji konusuna ilgi göstermeye başladılar. Batıda ekolojik hareket ve Yeşil partiler yeniden güç kazanmaya başladı. Memleketimizde de o yıllarda nükleer santral ve HES'lere olan mahalli tepkilere halkın katılımı dikkate değer boyutlara ulaştı. Kırsal alandaki ekolojik kıyımlara karşı halk direnişleri ve özörgütlülüğü umut vaat ediyor. Çünkü, düzenin bazına asılınıyor; halkın iradesi ile açgözlü talancı şirketlerin Habitusları arasındaki çatışmalar, bir sınıf mücadelesinin yerel bir mevzide nasıl tezahür ettiğini de gözler önüne seriyor.
Bu gelişmeler Yeşiller Partisi'nin serencamından ve hakkında söylediklerimin tümünden daha mühim ve değerlidir.
Memleketin birbirinden çok farklı yöre ve bölgelerinde kendiliğinden tek ve dar hedefli görünümüyle karşı koyuşlar gün geçtikçe artıyor. Mücadele spontane ve otonomik niteliğiyle geleneksel mücadele ve örgütlenme anlayışlarının kalıplarını da yıkıyor. Sürecin gelecek yıllarda nereye evrileceğini hep birlikte göreceğiz.
Ama halkın doğrudan katılımı ile bir beyaz sayfa daha açtığı da, ilk sayfaların dibace evresinde olduğu da apaçık ortadadır. Bu kez 1988 deneyiminden farklı olarak, halkın doğrudan katılımı demek olan taban demokrasisi, doğanın ve halkın ortak menfaatlerini savunan toplumsallık, şiddete maruz kalınmasına rağmen şiddetle mukabele edilmeden itaatsizliğin ve direnişin süreğenliği, ekolojik söylemin egemen olması galebe çalıyor. Öncüsüz, lidersiz, anti-hiyerarşik ve eylemli varoluşu benimseyip özümseyen halkın birliği ve iradesi…
Yazımın 3. Bölümünde Beyza Üstün'ün "Doğayı, Yaşamı, Emeği Korumak-Ekoloji Politik" kitabına yoğunlaşacağım.