Dag Solstad'ın Türkçeye çevrilmiş ilk romanı Mahcubiyet ve Haysiyet birkaç bakımdan irdelenmeyi hak ediyor.
Yazar Norveçli. Man Booker ya da Nobel gibi uluslararası ün ve tanınırlık getirecek bir ödül almış değil. Sadece Norveç ve İsveç'te aldığı ödüller var.
Türkiye edebiyat mecralarında hakkında çıkmış tanıtım, değerlendirme, eleştiri yazıları da bulunmuyor. Yani Türkiye'de pek tanındığı tavsiye edildiği de söylenemez. Buna rağmen Mahcubiyet ve Hassasiyet romanı görece kısa bir zaman içerisinde 11. baskısını yapmış.
Çok uzun yıllardır Türkiye toplumunun okumayan bir toplum olduğu; uluslararası istatistiklerde kitap okuma alışkanlığı ve yılda okunan kitap sayısı vs. gibi listelerde çok da gurur duyulamayacak sıralarda yer aldığı yazılagelir. Bu gerçekliklere rağmen ülkesi dışında pek tanınmayan, uluslararası çapta önemli bir ödül almamış Norveçli bu yazarın ilk romanının 11 baskı yapması irdelenmeyi gerektiren ilginç bir durumdur.
Mahcubiyet ve Haysiyet'ten sonra iki romanı daha Türkçeye çevrilen Dag Solstad aslında batı edebiyat çevrelerinin çoktan dikkatini çekmiş ve başarısı çeşitli mahfillerde takdir edilmiş. Bunu hakkında söylenen aşağıdaki sözlerden de anlıyoruz:
"Solstad'ın dili, eski görünen yeni bir zarafetle parıldar ve taklit edilemeyen, enerji dolu, kendine özgü bir ışıltı yayar." Karl Ove Knausgaard
"Bütünüyle hipnotize edici, bütünüyle insancıl bir yazar." James Wood, New Yorker
"Bütün söylentiler doğru çıktı: Solstad vazgeçilmez bir romancı." Charles Finch, New York Times Book Review
"Norveç'in tartışmasız en cesur ve en zeki yazarı." Per Petterson
"Çok tuhaf romanlar yazan Dag Solstad, benim en sevdiğim yazarlardandır" Haruki Murakami
"Mahcubiyet ve Haysiyet, yükte hafif pahada ağır, dili ve atmosferiyle akılda yer eden, okuyanların tekrar tekrar dönmek isteyeceği o özel romanlardan."
Roman için bu değerlendirmeye katıldığımı, Dag Solstad'ın memleketimizde böylesine sevilip okunmasını çok değerli bulduğumu belirtmeliyim. Kitap 105 sayfa, ama başından sonuna kadar fazladan ve gereksiz gelen ne bir cümle ne de bir sözcük var. Mükemmel bir dil ve biçemle yazılmış. Romanda bölüm ya da ara başlık ayrımları yapılmamış ama ana tema iki varyantta ilerliyor.
Lise edebiyat öğretmeni Elias Rukla'nın hayatının bir dönemini iki bölümde anlatılıyor. Bu iki bölüm ayrı birer novello olarak da okunabilir hatta yazılabilirdi. Ama bir roman bütünselliği içinde akıcılığı, okura verdiği heyecanı ve ilgiyi diri tutması da yerinde ve güzel olmuş. Evet! 105 sayfa demiştim ama sanki oylumlu bir nehir romanı okumuşçasına bir doygunluk hissi yaşatıyor okura.
Romanın ana karakteri Elias Rukla… "Biraz içkiye düşkün, ellisini geçmiş… Hafif tombul karısı olan…" (sayf 7) bir Oslolu. 25 yıllık Norveç edebiyatı öğretmenliğini Oslo'da, Fagerborg lisesinde sürdürüyor.
"Yirmibeş yıl boyunca, on sekiz yaşındaki lise (şimdilerde orta öğretim de deniyor) son sınıf öğrencileriyle Henrik Ibsen'in bu dramını (Yaban Ördeği - MB) incelemişti." (sayfa 9)
Elias Rukla, baş karakter olarak okurun hemhal olduğu isimken kitabın 35'inci sayfasında, sonradan en iyi dostu olacak Johan Corneliussen ile tanışır ve Johan olayların akışı içinde romanın ikinci ana karakteri olur. Johan'la beraber romanın ana teması farklı bir anlatım ve dile kavuşur.
O rutin ve kanıksanmış lise öğretmenliği yavanlığının anlatımı birden entelektüel ve çok renkli bir boyut kazanıyor; bu Johan'ın romana dahil olmasıyla gerçekleşiyor. Dag Solstad'ın dil ve üslup yeteneği bu aşamada zirve yapıyor.
Elias ve Johan St. Anton'da yapılan Alp disiplini kayak yarışmasını televizyondan izlerler; 42'nci sayfada mizah yüklü ironinin şahikasıyla okuru gülümsetiyor Solstad: "Yarışmacılar kendilerini Alpler'den aşağı bırakmadan önce, başlarında kaskları, ayaklarında kayaklarıyla birbiri ardınca ekranda belirdiler… Elias Canetti, Romanya. Allen Ginsberg, ABD. William Burroughs, ABD. Antonio Gramsci, İtalya. Jean Paul Sartre, Fransa. Ludwig Wittgenstein, Avusturya…"
Kadroya bakın, ne müthiş değil mi? Roman böyle hoş sürpriz ve ironilerle, kaliteli mizahla okuru sarmalına alıyor.
Elias'ın Felsefe Enstitüsü'nde tanıştığı arkadaşı Johan renkli bir sima, ilgi alanları geniş.
"Örneğin buz hokeyinden Kant'a, reklam posterlerinden Frankfurt Felsefe Okulu'na, klasik müzikten rock'n roll'a, operetlerden Arne Nordheim'ın bestelerine kolayca geçiş yapabiliyordu. Yeni bir alana atladığında beyni deli gibi çalışırdı ve bir yandan analiz, diğer yandan tezahürat yapar, üstelik bunların hepsini aynı anda başarırdı.'' (sayfa 46)
Romanın yarıdan fazlasında artık Johan ve Elias'ı her sayfada ve her aksiyonda bir arada görmeye başlıyoruz. Johan felsefe tahsili sürerken çok parlak ve hocalarıyla öğrenci arkadaşlarını etkileyen, bilgi birikimi ve zekasıyla saygı ve ilgi gören biri olarak Elias'ın da gıpta ettiği ve sevdiği arkadaşı oluyor. Çünkü Johan:
"Güzel geçmiş bir kayak müsabakasını bir Jean – Luc Godard filmi kadar beğeniyle izliyor, ikisini de aynı ölçüde tutkuyla analiz ediyordu." (sayfa 47)
Bu durum Elias'ı hep şaşırtıyor roman boyunca ve iç monologlar yaşamasına neden oluyor.
"Johan Corneliussen'in hayata karşı duyduğu iştahı anlamadığını itiraf ediyordu.Hayata böylesine doyamayan bir adam nasıl oluyordu da kendini felsefe okumaya veriyordu? Yoksa hayata karşı en çok iştah duyanlar mı seçiyordu felsefeyi ?" (sayfa 47)
Johan büyük filozof Immanuel Kant'ı inceleyeceği çetin ve tam mesaili bir eğitim sürecine girince, öyle bir hâl alıyor ki ilgi alanlarının genişliğine rağmen Kant onun hayatında başat bir yer tutmaya başlıyor ve tüm entelektüel ve zihinsel meşguliyetlerinin odağında artık sadece Kant literatürü ve Kant hakkındaki literatür yer alıyor. Felsefe eğitiminde doktora tezi de Kant temelli olur Johan'ın.
Bu aşamada okurun nezdinde artık neredeyse bir Johan – Kant özdeşleşmesi yaşanırken Johan, söyleminde Marx'a yer vermeye başlar. "Marx ile Kant arasındaki ilişkiye bakan, her şeyi öğrenmiş olurdu." Bu fikir yavaş yavaş Johan'ın zihninde egemen olmaya başlar. Ve bir süre sonra vuslat gerçekleşir, 1969 yılında, Avrupa üniversitelerinde başkaldırı rüzgarlarının esmekte olduğu o günlerde Johan Corneliussen Marksist olur. Bu gelişme Johan ile Elias'ın dostluklarını hiç etkilemez.
Johan, birgün Elias'ı yemeğe davet eder yanında olağanüstü güzelliğiyle Elias'ı da büyüleyen Eva ile tanıştırır. Eva ile evlenirler, doktora tezini veren Johan hayatını "Devrimci Marksist" olarak sürdürür.
Eva ile evlenen ve bir kızı olan Johan hızla girdiği romanın olay örgüsünden aynı hızla ve verdiği ani bir kararla Elias'ı da şaşkına çevirerek çıkıp gider. Bu kararını telefonla bildirdiği dostu Elias'a Eva ve kızım artık sana emanet diyerek telefonu kapatır ve terk-i diyar eder. Elias için farklı yaşayacağı bir hayat başlar. Artık evde karısı (Kim acaba? Romanın en büyük sürprizi!) yattıktan sonra elinde bira bardağı ve akvavit kadehiyle tek başına düşüncelere dalar ve sürekli okur.
"Marcel Proust, Franz Kafka, Hermann Broch, Thomas Mann, Musil okumayı tercih ettiği yazarlardı… Bir de James Joyce..." (sayfa 94)
Romanın kalan kısmında Elias yeniden tek karakter olarak sayfalarda gezinir. Evliliği, sorguladığı hayatı, yaşadıkları, öğretmenliği, Johan'la arkadaşlıkları Elias'ın da okurun da içini sızlatır. Noveç'in başkenti Oslo'da geçen olaylar okura hiç yabancı gelmez.
Bu incecik kitap "tekrar okurum, okumalıyım" dedirten çok başarılı bir roman. Kitap bitince 1941 doğumlu Dag Sostad'ın Norveç'te Marksizmin gelişimini çok iyi gözlemlediğini düşündürüyor insana ama kaba bir tarafgirlikle, bu ideoloji son kertede haklı çıktı, mesajı verme kaygısı gütmemesi yazarı da romanı da edebiyat kriterleri bağlamında çok değerli kılıyor.