Yazıya başladığımda Fidel hayattaydı, yazı bittiğinde külleri defnedildi. Bu yazı Fidel’ e ithaf edilmiştir...
1960’ların başında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’dan üst düzey devlet görevlilerinin yer aldığı bir heyet Küba’yı ziyaret eder. Heyet devrimci lider Fidel Castro’yla birlikte Başkanlık Sarayı’nı gezerken, Küba’nın önde gelen sanatçılarından René Portocarrero’nun soyut bir müralini görürler. Herkes eserin karşısında durur ve Sovyet delegasyonunun bir üyesi alaycı bir dille şöyle sorar: “Peki ya bu? Bunun anlamı ne? Devrimle ne alakası var?” Fidel Castro şöyle cevap verir: “Hiçbir alakası yok. Hiçbir anlamı da yok. Bir delinin, böyle delilikleri seven bir halk için, bu Devrim’i yapmış delinin siparişi üzerine yarattığı, delice bir şey!” (David Craven, Art and Revolution in Latin America, 1910-1990 [New Haven ve Londra: Yale University Press, 2. baskı 2006] s. 75.)
Ayrıntı Yayınları, Yakın Tarih başlıklı dizisinin bir dalı olarak Türkiye siyasi mücadele tarihinde lider-teorisyen-militan gibi, özel mülkiyete dayalı kadim ideolojinin işbölümü ve hiyerarşi ağına düşmeden, o zihniyeti yeniden üretmeden, kitaplar yayımlıyor peşpeşe. Bu yayın faaliyeti, kitap çıkarmanın çok ötesinde anlam ve işleve sahip. Ayrıca: Siyasi çizgi ayrımı yapmıyor. Kaç satar? Kim okur ki?.. gibi kötümser ve şevk kırıcı sektörel kriterlere itibar etmiyor.
Piyasanın o görünmez el tarafından rasyonel bir şekilde tanzim edileceği varsayımını, şu kitap okuma oranı ve neo-liberalizmin kültür düşmanlığı ortamında bile, yerle bir ediyor. O fetişleştirilen görünmez elin bileğini büküyor. Bükülebileceğini gösteriyor. Ayrıntı Yayınları’nın bu fedakârlığı her türlü takdirin üstündedir.
Melankolik semavat hülyalarıyla teselli olmak, mazi severlik ve mazi yücelticilik gibi bir arayış peşinde değiliz. Materyalist teoloji icat etmeye de niyetimiz yok. Geçmişte hiç olmamış ama olmuş gibi muhayyilede kurgulanıp sonra da inanılıp, imal edilmiş sanal kahramanlık mitoslarıyla da işimiz olmaz.
Eleştirel bir geçmiş değerlendirmesi için önce geçmişin tüm varyantlarıyla, en doğru ve mümkün olabildiğince en ayrıntılı bilgisine sahip olunması lazım.
Muzaffer Oruçoğlu Anlatıyor, alt başlıkta da geçen Zavot’tan Vartinik’e, oradan da Melbourne’e varan upuzun bir yolculuk. Bu söyleşi; ideallerine, ütopyasına bağlı ama oralara ulaşmak için araç ve yöntemlerin değişme vaktinin geldiğini; bunun için de yapılması gerekenlerin yapılagelenden farklılaşabileceğini vaktinden evvel yakalatan sezgi ve öngörüye sahip bir portre çıkarıyor karşımıza.
Mevzumuz yakın dönem siyasi / ideolojik mücadele tarihi ise o tarihi yapanların, yaratanların özgürce, çekincesiz, eyyamcılık yapmadan, reel-politiker kaygılardan uzak bir dürüstlükle kendilerini, yer aldıkları o tarihi dönemi anlatabilmeleri ilk ama dev bir adım işlevi görür. Anı kitapları bu yüzden de kayda değerdir. Ama nehir söyleşiler, hakkı verilerek yapılırsa; istifhamları, olmuş-bitmiş olguları yerli yerine oturtma, çelişkileri izah etmekte, algılamakta zorlanılanı anlamaya katkıda bulunur.
Kitap, zarf-mazruf ikileminin aşıldığı, kapak düzenlemesi ve kalitesi, dizgisi ile de güzel bir kitap. Kapak fotoğrafı, sürpriziyle heyecan verici. Arşivlere alınacak bir fotoğraf.
Muzaffer Oruçoğlu, bugün 68 yaşında bir 68’li. Ama 68 hedonisti olmamış hiç. Prim de vermemiş. Sağlam karakterli, egosunu alaşağı edebilmiş, güçlü bir kişiliğe sahip. Bilgi ve kültür düzeyi yüksek, kendini geliştiren, dünyayı izleyen açık ufuklu bir entelektüel / sanatçı.
Entelektüel teşhircilik yapmıyor ama Stravinski’den, Nietzsche’ye Nepal’de devlet ve devrim’e, küresel ısınmadan su ve yiyecek kaynaklarının tükenmekte oluşuna kadar ilgi alanını geniş tutan bir perspektife sahip. Aslında Stravinsky, müzikal anlayışı, eserleri ve sanat yaşamıyla, Oruçoğlu’nun hem hayat, hem de entelektüel serencamına çok uygun düşüyor.
Ciddi ve özdisiplin çıtası hayli yüksek. Ama ince nüktedanlık ve mizah, yaşamında da, söyleşide de insanı gülümseten kalitede. Azeri şivesinin, hapis arkadaşlarınca, hafiften mukallitçe taklit edildiğini biliyorum. Aynı davadan yargılanan bir arkadaşı “Hapiste saatlerce kitap okur, kitabı gözlerine çok yakın tutar, bazen de kitap yüzünde uyuyakalırdı; ‘parti’ diyemez, ‘perti’ der” demişti yıllar evvel. Ve eklemişti ki, “Çok dürüst bir insandır.”
Muzaffer Oruçoğlu, söyleşide İbo (İbrahim Kaypakkaya) ile ilk karşılaşma ve tanışmasını şöyle anlatmış:
“1967’de gittiğimde Çapa’da bir sosyalist grup dikkatimi çekti… Birisi, Çetin Altan’ ın köşe yazısını asıyordu. Yanına gittim, İbrahim’le tanışmam o asma işi sırasında başladı.
Oradan kantine gittik… Bol bol güldüğümüzü anımsıyorum… İbo benden bir devre öndeydi. Ben ondan bir yaş büyüktüm. ‘Hayret, dedi ben seni ilk hafta içinde tanımalıymışım, gecikmişiz, dedi.” (Syf: 21, 23)
21. yüzyılda onca deney, inşa-yıkım yaşandıktan sonra, serinkanlı ve teorik eleştiriler yapmak kolay. Ama dönemin içinden bir gözlemle anlatılınca, tarihsel bir perspektifin koordinatlarını da çıkarsayabiliyoruz. Hatta bugünlerin bile analizini yapabilmenin izlekleri görülebiliyor.
Muzaffer Oruçoğlu, sade ve yalın anlatımıyla, altını çiziyor:
“Uruguay’da ünlü yeraltı savaşlarını yürüten Tupamaro’lar…1968’de… Mahir’i ve çevresini etkiliyordu.1968’in sonlarında, bu sıcak deneyleri, Çin ve Küba deneyleriyle harmanlayıp ülkenin somut şartlarına yaratıcı bir şekilde uygulamayı düşünüyordu Mahir. Deniz’lerin böyle bir sorunu yoktu… Fidel’ in ve Che’nin Küba devrimini esas almak… Küba deneyinin Türkiye’de tutacağına inanıyordu Deniz… İbo da Çin deneyinin Türkiye’de uygulanabileceğine inanıyordu. Üç genç, üç saf, üç temiz ve güzel hayal.” (Syf: 30-31)
1966-72 mücadele dönemi genç, saf, temiz ve güzel hayaller, insanlığa fragman olarak kendini gösterdi ve sahne karartıldı. Kâğıttan kaplan metaforu geçerliliğini yitirdi. Buna mukabil yaygın bir kanaat hakim: 68 devrimi yenildi, perde kapandı.
Öyle değil; 68 zihniyet ve kültür devrimi, kapitalizmin hâlâ etkisinden kurtulamadığı kronik kâbusu. Fransa, ABD, Almanya vd. ileri kapitalist ülkelerin düzeni koruma birimleri, istihbarat aygıtlarının departmanları hâlâ en ufak bir toplumsal hareketlenmede 68’i hatırlayıp bir hezeyan içinde, Mayıs 68’in nüksetmesi hâlinde nelerin olabileceğine kafa yoruyorlar. Sanal bir 68’vari kalkışmanın önlenmesi için proaktif tedbirler geliştirmekle meşguller; bu uğurda çok ciddi mesai ve bütçe harcadıklarını okuyoruz.
Aynı durum, hezeyan ve hınçla her yerde benzer yöntemlerle patolojik seviyede cereyan ediyor.
O yüzden 68’i ve 68’lileri daha çok tartışacağız, konuşmak zorunda kalacağız. Sanata, kültüre, edebiyata, şiire, heykele, müziğe; özgürlük, iktidar, demokrasiye, toplumsal muhalefet yöntemlerine ve anlayışlarına, kadın, ekoloji, hayvan hakları, cinsellik ve devlet denilen insanlığın baş belası patoz makinesine ve yaşamın daha birçok düzeyine, kurumlarına getirdikleri değişim ve özgürleştirici atraksiyonlara, eleştirilere istesek de istemesek de maruz kalan bir dünyada yaşıyoruz çünkü. Dünya ya da memleket ahvaline matuf, ciddi bir “Ne olacak-Ne yapmalı” sorularını soran her birey, daha o meşum soruyu seslendiremeden 68’le çarpışmaya hazır olmalı.
Muzaffer Oruçoğlu Anlatıyor, 40 civarında kitabıyla, resimleriyle, heykelleriyle, sola ve devlet anlayışına, düşünsel namusuna hiç halel getirmeden, eleştirel tutumunu sürdürdüğünün de belgesi aynı zamanda. Hayatını verimli bir çalışkanlıkla sürdürürken, yukarıdaki kısaca değindiğim 68’in, 21. yüzyıldaki üreten entelektüeli. Tekaüte ayrılmamış. Alkolizm ya da nihilizmin pençesine düşmemiş, bohem snobluklarla da iştigal etmemiş. Dünyada insanın iradesini felç edecek dönemler, süreçler ortalığı allak bullak ederken kimliğini ve ütopyasını terk etmemiş. Seyreden değil müdahale eden devrimci entelektüel dinamizmini sürdüregelmiş.
Metal yorgunluğu yaşayan bazı kavramları hayat eskitti ve çaptan düşürdü. Yeni kavramlar için berrak bir zihin, bütünsel ama ayrıntıyı atlamayan muhayyile, tahayyül ve irade, hepsinden de önce arzu gerekiyor.Fransız düşünür Deleuze’un dediği gibi:
“KAVRAMLAR,GÖK CİSİMLERİ GİBİ ÖNCEDEN TAMAMLANMIŞ OLARAK BİZİ BEKLEMEZLER. KAVRAMLAR İÇİN AYRI BİR GÖKYÜZÜ YOKTUR. ONLAR İCAT EDİLMELİ, ÜRETİLMELİ YA DA ASIL,YARATILMALIDIRLAR.”
Deleuze’un bu söyledikleri, kuru, takır takır tekrarlara dayalı bir ortodoksinin altından kalkabileceği iş değildir. Bilgi, akıl ve cesaret ister. Bu soğuk, pozitivist bir akıl değildir. Duygu da akıl kadar yer almalıdır. Artık hayatta olmayanlara, koparılıp alınmışların anısına saygı gözden ırak tutulmamalıdır. Böyle yapılsa dahi, Ortodoks kilisesinden koro halinde o mahur bestenin terennümü gecikmez: “Liberal, o liberalleşti…”
Bu koro Oruçoğlu için de mantralarını sayıklamış ama bir etkisi olmamış.
Ben ve teorim doğru ama hayat yanlış akıyor, gibi bir aymazlığa hiç takılmamış. Belki bunda sanattan siyasete gelmesi, siyasetten de sanat ağırlıklı bir hayat tarzına geçmiş olmasının rolü vardır.
Resimleri çeşitli batı ülkelerinde sergileniyor. Kars ve İstanbul’da da resim sergileri açılmıştı. Madenciler, Paris Komünü, köy hayatı, yabancılaşma, insanın iç fırtınasının dışavurumu, Avustralya yerlileri Aborjinler tablolarında işlediği temalar. Roman ve şiirlerinde ise devrimci mücadele, Dersim, hayat, birey, yabancılaşma, vazgeçmediği ideallere yönelik yeni arayışlar ve antagonizma öne çıkıyor.
Yıllardır acımasızca karşı koyduğu mitleştirme / ikonlaştırma göreneğinin toplumsal-siyasal ilişkilerde, muhayyilede yarattığı tahribatı her fırsatta eleştirmesi çok dikkatle ele alınmalı, hakkıyla değerlendirilmelidir.
Kırk yıl evvelinden, Trakya, Siverek, Dersim yörelerinde çok başarılı kitle çalışması yaptığı sonraki yıllarda cezaevi yaşamında çok okuduğu, düşündüğü, tutarlı ve saygın bir kişilik olarak takdir edildiği anlatılırdı. Kendisinden beklenen, İbo efsanesini katmerlendirici söylem ve tutumlar, akabinde de bir “Mesih” olarak önderliğini deruhte etmesiydi. Bu sinik ve özgüvensizlikle malul teleolojik beklentiye de değiniyor Oruçoğlu:
“İlk dönemde beklentiler klasik devrimci liderden beklenenlerdi. Gelecek, düzeltecek, sorunlar ortadan kalkacak. Dağınıklık, başıbozukluk ortadan kalkacak… Hayal kırıklıklarına yol açtı, liberalleşme olarak suçlandı ve benim bir kurtarıcı olmadığımın bilince çıkarılmasına yol açtı.” (Syf: 115)
Oysa o dönemde kafalar iyice karışmıştı. Uluslararası alanda yaşanan çatışmalar, ideolojik çelişkiler memlekette de derhal meyvelerini verdi ve 70’lerin sonlarında, Halkın Birliği, Devrimci Halkın Birliği, Partizan yapıları ortaya çıktı. Her üç çizginin de İbo ortodoksisinin temsilcisinin, mirasının asli sahibi olduğu iddiasıyla başlatılan kırıcı polemikler, o kafa karışıklığının şirazesinden çıkması, bölünmeler; çok sayıda taraftarın kopmasının, halk desteğinin büyük oranda geri çekilmesinin yegâne müsebbibiydi.
Muzaffer Oruçoğlu, ferasetiyle bu gidişatı çok önceden görmüş, vaziyet almıştır. Müşavere, mutual üzre kendisiyle yapılan görüşmelerde, eğer uyarılarına icabet edilseydi... Sadece vehametin idrakini sağlama babında bir somut tikel olayı anmalı. Şöyle anlatmış vakayı Oruçoğlu:
“Konferans hazırlıkları vardı. ‘Dersim şu anda konferans için güvenlikli değil’ dedik.
MK Başkanı Kazım’dan bir not geldi, Çabuk gelin, bir an önce konferansı yapalım, bize yaptırmayacağız, diyorlar. Yapalım ve bu propagandayı boşa çıkaralım. ‘Devletle böyle zıtlaşmanın anlamı yok, yapmayın’ dedim. Hayır dediler. Gittiler. On üç delegeden dokuzunu Dersim’de öldürdü devlet.’’ (Syf:107)
Azeroğlu’nun, resimlerine bakınca Fidel ile Sovyet delegasyonunun bürokrat kafalı adamının girişte yer verdiğim diyaloğu akla geliyor. Fidel’in verdiği cevap Deli ressam – Deli Halk - Deli Devrimci ve Delilik metaforu nasıl da zaman ötesi anlam kazanıyor.
Kitap okunduktan sonra, tekrar bakılan bölümlerde, ikinci hatta üçüncü okumalara rağmen, bir bitmemişlik duygusu sarıyor insanı. Çünkü anlaşılıyor ki, 13 yıl süren hapise, yaşanan trajedilerin tahribatına rağmen Muzaffer Oruçoğlu, sanatla-edebiyatla-siyasetle iç içe üretici, yaratıcı potansiyelini tutarlı ve saygın kişiliğiyle gerçekleştirerek, hayat yolculuğunu sürdürüyor. Anlattıkları ise bir kıymetli Enigma’ dır. Didik didik edilerek defalarca okunması gerekir. Oruçoğlu’yla nehir söyleşiyi yapan İbrahim Ekinci’yi de, ciddi hazırlığı, anlatılan döneme hakimiyeti ve birikimi nedeniyle tebrik ederek...