Prekarya’nın henüz kavram olarak bile telaffuz edilmediği, proletaryanın ve beraberindeki tüm emekçi katmanların , sendikal ve partiler halinde örgütlü bir şekilde sürdürdüğü sınıf mücadelesindeki kazanımları, kapitalizmi ve burjuvaziyi gerilete gerilete sosyal devlet ve burjuva demokrasisini hayli ileri boyutlara taşıdı. Bu iki yüzyıllık tarihsel süreç, daha görünür ve en ileri şekliyle Batı’da cereyan etti.
Gelinen aşama, batı merkezli olmakla birlikte, evrensel standart olarak işaret edilmeye, periferi ülkelerce de model alınmaya başlandı.
Leninist modele karşı sosyal demokrasinin hükümet ettiği bu ülkelerde, refahtan alınan pay, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm toplumsal katmanların eriştikleri imkanlar, haklar, yaşam standartları gıpta edilecek seviyedeydi.
Marksizm, uzun felsefi, akademik ve ideolojik çarpışma muharebelerinden galip çıkmıştı. Liberaller de liberalizm de Marksizm karşısında özgüvenini yitirmiş, silikleşmiş, iyiden iyiye pısırıklaşmıştı. 1970’lerin sonlarına kadar böyle devam etti.
Sosyal haklar, emeklilik, sendikal kazanımlar vs. kapitalizmi ve endüstriyel mütegallibeyi çok rahatsız etmeye başladı. Daha çok kar, kazanç ve tüketim hırsı yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren gözü kararmış bir vahşilikle ihtiraslarını gerçekleştirecek sınıf tahakkümünü sağlamlaştırmak için Liberalizme sarıldı ama bu defa klasik Liberalizm değildi yaslanılan ideoloji. Neoliberalizm adıyla boy verdi.
Sakınımsız, küstah; hiçbir etik değer, insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, ekoloji, yoksulluk, sanat-kültür umurlarında değildi. İktisadi politikalarının yanında sosyal politikalarda din, aile, devlet, egemen ulus şovenizmi, kesif bir muhafazakarlıkla içkinleştirildi.
En önemlisi de 68’i tüm değerleriyle, kazanılmış olan mevzileriyle toplumsal hayattan, hatta zihinlerden kazımak üzere patolojik bir kinle, hedef aldılar. İngiltere’de Margareth Thatcher, ABD’de Ronald Regan, Almanya’da Helmut Kohl, burada da tilmizleri Turgut Özal ile Neoliberalizm saltanatı başladı. Tarihin görüp göreceği en sevimsiz, ikiyüzlü ve yalancı bu liderlerin propagandasında ve toplumu ikna mekanizmalarında başarılı sonuç aldıkları argüman, alternatifsizlik oldu. Adım adım kurulan karşı hegemonya ile sivil toplum aynı zamanda da hükümet ettikleri devletin tüm kurumları ve ideolojik aygıtları, Neoliberalizmin alternatifsizliği konusunda yarattığı illüzyona rıza göstererek ram oldular. Tüm sınıf ve toplumsal katmanları ikna etmekle kalmayıp, İşçi Partisi ünvanlı sosyal demokrat partileri de hemen hemen aynı çizgiye getirdiler.
Tek kutupluluk aslında, kanımca, bu zamanlarda başlar; bu da, reel sosyalizmin çöküşünden çok öncelere denk gelir. Kapitalizm - serbest piyasa - demokrasi ile tarihin sonunun ilan edildiği süreç içerisinde bu ideolojik atağın karşısında solun tavrı ve Neoliberalizmden ne kadar etkilendiği, en iyimser bakışla şöyle söylenebilir: Sosyalizm - serbest piyasa - demokrasi.
Hikmetinden sual olmaz, piyasanın görünmez elinin hikmetlerini beklemeye başladık, 40 yıla yakın bir zaman böyle geçti.
Neoliberalizm, alternatifsizlik şiarıyla, reel sosyalist ülkeler içerisinde Polonya’yı hedef aldı. Leh Walesa önderliğindeki dayanışma sendikasında örgütlenen işçilerin yürüttüğü sendikal mücadele, Polonya yönetimine karşı güçlü ve kitlesel bir muhalefetin odağıydı. Sistem çatırdamaya başlamıştı. ABD başkanı Reagan, İngiltere başbakanı Thatcher, Almanya şansölyesi Helmut Kohl tarafından sahnelenen bir kampanya başlatıldı.
Papa John Paul II, Frank Sinatra, Kirk Douglas kampanyayı destekleyen popüler isimlerdi. Ortak paydaları tescilli anti-komünist olmalarıydı.
Dayanışma sendikasına destek veriyorlar, TV kanallarında “Let Poland Be Poland” fragmanlarında kısa konuşmalarla mesajlarını veriyorlardı.
Ama tam da Reagan’ın bu kampanyanın öncülüğünü yaptığı sırada, ABD askeri güçleri, “Good Morning Panama”, anonsunu yapan ürkünç askeri ve tam teçhizatlı savaş helikopterleri ile bu Latin Amerika ülkesine girip havadan bombalar yağdırırken, sergilediği o iğrenç iki yüzlülüğe sadece Marksist sol dikkat çekmişti.
Reagan yönetimi, Nikaragua’da ki halk çoğunluğunun desteğiyle FSLN önderliğinde gerçekleşen Şairler Devrimi’ni de boğmak için paramiliter örgüt kontralara silah, eğitim, para ve CIA ajanlarıyla açık açık ve utanmadan sıkılmadan destek veriyordu. Polonya için demokrasi istenirken çıkarlarına aykırı her şeyi ezmek için en ahlak dışı yöntemlere pervasızca başvuruyordu. Üstelik bunu politikası olarak belirliyor tüm gücünü seferber ederek de hayata geçiriyordu.
Neoliberalizm, ile nasıl bir geleceğin insanlığı beklediğinin ilk işaretlerinden biriydi bu iki yüzlüce sürdürülen kampanya.
Sadece Reagan değildi bu anti-etik, iki yüzlü politikaların mimarı ve uygulayıcısı.
Polonya’ da yönetime başkaldıran işçiler, emekçiler İngiltere Muhafazakar Parti Genel Başkanı ve Başbakan Margareth Thatcer tarafından da hararetle desteklendiler. Aynı Thatcher, İngiltere’de kömür maden işçilerinin grevini muhatap almadı, taleplerini ısrarla reddetti. IRA ve İrlanda sorununda da aynı tavizsiz tutumunu sürdürdü.
IRA’nın unutulmaz militanı Boby Sands ve arkadaşlarının cezaevinde başlattıkları açlık grevini hiç umursamadı. Boby Sands ve dokuz arkadaşı açlık grevinde yaşamını yitirdi.
İngiliz Punkock sanatçısı Elvis Costello, Tramp the Dirt Down (Pisliği Ezin) isimli şarkısıyla, artık tiksinti veren inadı, insanlıktan nasibini almamış katılığı ile Thatcher ve politikalarını hedef alırken, milyonların hislerine tercüme oluyordu.
Bu ve bunun gibi yığınla sayılabilecek cürüm 1980’lerin başında işlenmeye başlandı.
Nurhak dağlarında batan güneş Meksika’da doğdu
Urfalı mahalli sanatçı Kazancı Bedih’in şahane bir türküsü vardır:
Öyle ser-mestim ki idrak etmezem dünya nedir.
Neoliberal mütegallibe; sol direniş kırılmış, sendikalar işlevsizleştirilmiş, sosyal devlet anlayışı reddi inkar edilmiş, alternatifsizlik konsensüsü ile tarihin sonu ilan edilmişken zafer sarhoşluğundan öyle mest bir haldeydiler ki, 1983 yılında, Meksika dağlarında Chiapas bölgesinde beş erkek ve bir kadından oluşan küçük bir gerilla grubunun mücadeleyi başlatmak üzere gerilla kampı kurduklarını fark etmediler bile. Bu ihmalleri çok pahalıya patladı.
Neoliberalizme en okkalı şamarlar Meksika dağlarından atılmaya başlanacaktı. Altı kişilik gerilla grubunun başlatıp yüzbinleri bulan hareketi dünya EZLN adıyla tanıyacak, Subcomandante (Komutan yardımcısı) Marcos’un sözcülüğünü yaptığı kolektif önderlik ile Neoliberalizmin ilerleyen yıllarda bütün keyfini kaçıracak, özgüvenini sarsacak, yeni direniş ve karşı koyuşun temellerini atacaktı. Marcos’tan iyice huzursuzlanan Neoliberaller, memleketimizde de familyadaşlarından Allah’ın günü tanık olduğumuz gibi; iftira ve düzmecelerle karalamaya kalkıştılar ve sanki bir kabahat ya da vebalmiş gibi, Marcos’un eşcinsel olduğunu iddia etmeye başladılar.
Arandılar ve bir şamar daha yediler ki yankısını buradan duyduk. İşte Marcos’un cevabı:
“Marcos, San Fransisko’da bir eşcinsel, Güney Afrika’da bir zenci, San Ysidro’da bir Chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Mexico City’nin teneke mahallesi Neza’da bir çete mensubu, Almanya’da bir Yahudi, Savunma Bakanlığı’nda bir uzlaştırıcı, Soğuk Savaş sonrası çağda bir komünist, galerisi ve müşterisi olmayan bir sanatçı, Bosna’da bir barışçı, gece saat 10.00’da metroda yalnız başına kalmış bir kadın, topraksız bir köylü, serbest piyasacılar arasında bir muhalif ve tabi ki Meksika dağlarında bir Zapatist... Kısacası yeryüzündeki tüm insanlar gibi bir insan Marcos. Tüm sömürülenler, dışlananlar, tüm ezilen azınlıklar birer Marcos’tur. Kadın ve erkek tüm direnenler ve ‘yeter (Ya Basta)’ diye haykıranlar.”
Düşünsel önderliği, Frankfurt Okulu esinli gelen, Şikago Okulu’nca yapılan Neoliberalizmin uluslar arası düzlemde en etkili ismi, teorisyeni Milton Friedman idi. Zaten Şikago Okulu denen nesneye de Friedman’ın görüşleri ve önerileri ile kuramsal anlam izafe edilmekteydi.
İzleyicilerine de Şikago çocukları deniyordu ki istihza yüklü idi bu Chicago Boys sıfatı.
Nobel ödüllü iktisatçı Milton Friedman, Ronald Reagan’ın da danışmanlığını yapmış, görüşleri uluslar arası ölçekte ses getirmiş, takdir ve övgü kadar eleştiri de almıştı.
Monetarizm – Parasalcılık, teorisini geliştiren ve savunan Milton Friedman, akademik kariyeri ve Nobel ödülünden çok, Amerikan devlet okullarında verilen ücretsiz öğle yemeğine karşı, “There is no such thing as a free lunch” (Bedava öğle yemeği diye bir şey yoktur) çıkışıyla nam saldı.
Seçeneksizlik konsensusu ile küstahça bir özgüven patlaması yaşayan muhafazakar, neoliberal siyasetçiler, yazarlar, iş adamları dünyası gidişatı göremeyecek kadar ideolojik miyopluk ve dar ufukları ile bırakın milyarlarca insanı, akarsuların, balıkların, ağaçların, çiçeklerin, kısaca faunasıyla florasıyla biyosferimizin başına bela olduklarını idrak edemediler.
Antidepresan toplumu yaratarak, mutsuz, gelecek kaygısı ile hayatı kararan bireyler, eserleri oldu.
Demokrasi tahayyüllerinin sadece anti-komünist hezeyanlarının perdelenmesinden öte bir anlam taşımadığı, yıllar içerisinde uyguladıkları politikalar ile görünür hale geldi.
Özel mülkiyetin, devletin, işbölümünün ve tarihin motoru olan sınıflar mücadelesi en sert haliyle sürerken bireyin özgürleşmesinin mümkün olamayacağını; egemen sınıfların aslında demokrasi gibi bir dertlerinin olmadığını , tarihsel kanıtlarıyla gösterdiler.
Ama Milton Friedman akıllı ve zeki bir adamdı. Destek ve esin verdiği Neoliberal siyasanın geldiği aşamayı ve insanlığı sürüklediği yeri gördü ve şu çığlığı attı ama nafile, duyan olmadı:
“Ben bunu önermemiştim. Ben azınlığın tiranlığını önermemiştim!”
20. yüzyılın son çeyreğinde Meksika’dan yükselen o güçlü ses “Ya Basta”, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Mezopotamya’da “Edi Bese” olarak yankılanacaktı.
Kırk yılı bulan tarihsel tökezleme sonunda, zafer ibresi Sezar cephesinden Spartaküs cephesine dönmeye başladı.