Rolling Stones’da dostluk ve politika
Dünyanın en büyük rock grubunun üyeleri Armsterdam’da nehir kenarında küçük denilebilecek bir evde, konser sonrası verilen partide çakırkeyifn biraz daha hâllice vaziyette eğlenmektedir.
Salondaki masada en fazla yeri kaplayan çok sevdikleri somon füme tabaklarıdır. Şişe şişe viski ile votka, sünger gibi emilmektedir. Bir tek grubun davulcusu yoktur. Kapının zili çalar. Gitarist arkadaşının beyaz ve çok şık damatlık takım elbisesini giymiş olan solist, çalan zil üzerine kendisi kadar meşhur kocaman ağzı, alkolün etkisi ve gelenin kim olduğunu biliyor olmanın sünepeliğiyle daha da büyümüş hâlde kapıyı açar. Yılışık yılışık sırıtmaktadır solist. Tahmin ettiğidir gelen. Çünkü yirmi dakika evvel telefon açtığında karşısına çıkan kişiye, üst perdeden bir ses tonuyla hitap etmiştir: “Davulcum orada mı? Davulcumu istiyorum.” Ve cevap alamadan telefon suratına kapanmıştır. Kapı açılır açılmaz, solistin suratına okkalı bir yumruk patlatan baterist, bir daha bana asla davulcum deme, der ve güçlükle sakinleştirilir. Mick Jagger, sarhoş kafayla Charlie Watts’a davulcum demeyi pahalıya ödemiştir. Damatlığını o geceliğine Mick’e veren Keith Richards, “Mick bir çınar ağacı gibi somon füme tabaklarının üstüne devrilirken, çaresizlik içinde bembeyaz damatlığımın başına gelenleri izliyordum” der.
Rolling Stones, bu ve buna benzer ne vukuatlar yaşamış bir gruptur, ama 55 yıldır eğer hâlâ ayakta ise, Mick, Keith ve Charlie arasındaki müthiş dostluk, birbirlerine olan hayranlık ve örselenemeyen arkadaşlıkları sayesindedir, iddiasındayım.
Ornetta Coleman, Philip Glass’a şu tavsiyede bulunmuş: “Şunu unutma Philip, müzik dünyası ile müzik piyasası aynı şey değil.”*
Ama müzik piyasasındaki zekice politikaları tilki Mick belirlese de, müzik dünyasındaki dostluk Keith Richard marifetinin damgasını taşır. Müzik deyince; popüler olmanın sürdürülmesi, kazanılan milyon dolarlar akla gelir elbet, ama artık yaşları 75’e dayandı ve aslında Keith Richards ile Mcik jagger’ın müzikal zevkleri fazla da uyuşmaz. Keith, blues kökeninden asla sapmaz, Mick, bırakılsa koca grubu bir disko orkestrasına çevirir. Keith gemlemektedir onu. Charlie ise caz hayranıdır. Ayrıca, yakından ilgilenmiş olanlar bilirler ki, birbirlerine ve birbirleri hakkında basına söyledikleri, savaşta söylenmez. Keith Richards’dan veciz bir örnek: “Zeki orospu çocuğunun tekidir, hakkını yiyemem!”**
Gruba yakın bir gazeteci Keith Richards’a sorar; “Cinsel tercihlerini saklayan biri değilsin, hiç Mick aklından geçti mi?” Cevap kılıç-kalkan kuşanmayı gerektirir. Ama Keith gevrek gevrek sırıtarak der ki: “Kadın erkek fark etmez ama bir serseriyle asla birlikte olamam.” Acayip’e hğurayip derler, Şark epopesinde, tam da öyledir, çünkü; birbirlerine de izah edilemez bir acayip-e hğurayip derecesinde düşkündürler. Charlie gırtlak kanserine yakalandığında neredeyse dünyaya küsmüşlerdi. Çok kötü oldular. Aralarındaki sevgi ve dostluk, her konser sonrası seyirciyi selamlarken yüz ifadelerine yansır. Birbirlerine sarılarak vücut dili ve mimikleriyle; şefkat, hürmet ve hayranlık dolu gülümseyişlerinden fark etmemek imkânsızdır. Götürdük milyon dolarları, değil, bu sefer de başardık moruk, ifadesiyle kulise yönelirler. Bunu idrak edenler, ne para kaldırdılar, deyip, Stones üyesi olmak varmış, düşüncesini aklından geçirmez ama o omuz omuza sarılmanın içinde olmayı çok insan içinden geçirmiştir. Yıllardır birlikte çalmanın doğal bir sonucu değildir aralarındaki ilişki. Sınanmış dostluklarının süzüle süzüle imbiklenen kalitesi, yıllardır bir arada olmalarını, uyumlarını ve üretebilmelerini sağlamıştır. Yetenek, zekâ ve duygu ile birleşince de Stones müziği çıkar ortaya. Yaşı ellilerin üstünde olanların, seksenleri dillerine peleseng etmeleri sadece neo-liberalizmin zaferi, tüketim toplumuna geçiş yüzünden değildir. Erdem ve dayanışmaya dayalı, paylaşan, karşılık beklenmeden yapılan fedakârlıklara dayalı dost-arkadaş mitinin çözülmesindendir. Özel mülkiyetin inkârından, tapınmasına geçilmesindendir. Toplumsal terbiye ve onurun iğdiş edilmesinden, onurun paraya endekslenmesindendir. Kapitalizmin mantığına karşı ondan tamamen farklı bir mantığı hemen şimdi ortaya koymaktır… Söz konusu olan, tasavvur ettiğimiz insanlık, toplumsal terbiye ve onur etrafında kurulan bir karşı mantıktır.***
Büyük folk-rock grubu Grateful Dead’in turnelerinde nereye gitseler oraya gelen sadık müritleri bilmiyorlar mı, Jerry Garcia’nın eşsiz bir gitar virtüözü olmadığını? Grubun lideri Jerry’nin gitara hükmettiği elinin en çok kullandığı orta parmağının yıllar önce bir kaza sonucu kesilmiş olduğunu da biliyorlardı elbet. Ama bir kabile gibi hareket etmeleri, 68 için çok özel anlamına uygun yaşam tarzı ile her yerde, her şeyde hep beraber olma arzu ve itkisidir. Grubun dostluk ve arkadaşlık dayanışması en mühim etmendir. Benzeri etkenler, psyhcdelic rock grubu Jefferson Airplane için de geçerlidir.
Her geçen yıl kıymeti daha da artan The Doors, aynı isimlerle başladığı müzikal yolculuğunu değişiklik yaşamadan bitirir.
On yıllar sonra, grup arkadaşlarının Jim Morrison için söyledikleri ve o öldükten sonra devam etmemeleri, benzeri nedenler yüzündendir. Jimy olmadan olmaz. Şefkat ve sevgi görme arzusunu hiç perdelemeden bir çocuk saflığıyla sergileyen ve ilişkilerini bu arzuya uygun olarak tesis eden Jim Morrison’ın müziğinde de, sözlerinde de, sahne performanslarında da en öne çıkan yanı bu arzudur. Pür dostluk. Ray Manzarek ile ilk bir araya gelip grubun temelini atmaları da ortak duygu yönelimiyle olur.
Beri yandan da Jim’ in sahne ve sahne dışı davranışları, aşırılıkları grubun diğer üyelerini de kızdırır, ama o dostluk denilen büyülü ilişki, Jimy ile tamamlanmaktadır. Oraya ,derin manasına, Jim ile nüfuz edilebilmektedir.
Dostluk – politika kaleydoskopundan bakınca görülür; Led Zeppelin, çok nadide bir numunedir. Kuruluşundan dağıldığı ana kadar aynı isimlerle devam edebilme dirayetini göstermiş çok az sayıdaki gruptan biridir.
Yürek yakan bir öykü ile son verir grup varlığına. Birbirlerini çok severler, özlerler de. Stones’daki ‘penis boyu, testislerin küçüklüğü’ muhabbetlerine asla girmezler. Haza beyefendi olan Jimmy Page, solist Robert Plant, bas ve klavyeci Paul Jones, davulda gürültü makinası nam Bonzo. Dostlukları gıpta edilesidir. Ego düelloları yaşanmamıştır. Zeppelin deyince ilk aklıma gelen şey, üçünün de Bonzo’ya olan sevgileri, O’nun dostluğuna duydukları, karşılığını da ziyadesiyle aldıkları sadakatidir. Zaten: Dostluk=sadakat+fedakârlık, değil midir?
1980 yılında, müziğini, genlerini deforme etmeden, başarıyla sürdüren en kaliteli gruptur Led Zeppelin. 25 Eylül sabah kahvaltısında 16 duble votka içerek güne başlayan Bonzo’nun o günkü provaya gelmediği görülür. Hiç olmamış bir durumdur bu. Aynı mekânda kalmaktadırlar. Bonzo’nun odasına çıktıklarında görürler ki, O, başka âlemlere göçüp gitmiştir. Allak bullak olurlar. En iyi dostları ölmüştür. Milyonlarca dolar kazanacakları plak anlaşmaları ve akdedilmiş turne programları vardır. Turne programları sürmektedir. Acilen bir davulcu aranması salık verilir menajerlerince. Birkaç gün sonra basın toplantısı düzenlerler. Fanları merakla yeni davulcunun isminin açıklanmasını beklemektedirler. Onca kazançtan vazgeçmeyecekleri yaygın bir kanıdır. Basın toplantısı kısa sürer. Jimmy Page, yüz binlerce insan donakalacaksa da, şöyle söyleyerek grubu tarihe armağan eder: “Arkamızı döndüğümüzde, davulda sevgili arkadaşımızı, Bonzo’ yu görmeden devam edemeyeceğimizi anladık.”
Beatles dostluk-politika bağlamında tıpkı müzikleri gibi adeta definedir. John Lennon’ın hiç sözü edilmeyen dostluğa verdiği değer ve önem, hayatının en büyük mutluluk ve mutsuzluk etmenleridir. Sözlerinde, melodilerinde hep bu vardır. Bir kartalın yavrularına kanat germesi gibi dostlarını kanatları altına alır. Ünlü olmadan önce de, olduktan sonra da dostlarına düşkünlüğü hep aynı kalibrede kalır. Destek olur, dertleşir, yürek sızılarını paylaşır. En yakın dostu Stu’dur. Ölür ve Lennon’ın kolu kanadı kopmuş gibi olur. İçkiye vurur kendini. Aylarca ayık hâline denk gelen olmaz.
Hamburg zamanlarından yadigâr Klaus Voorman’ı çok sever, ölünceye kadar da yakınlarında tutar Klaus’u. Plastic Ono Band konserlerinde bas çaldırır. Grubun ilk davulcusu Pete Best’in Ringo Starr’dan daha az yetenekli olduğu için değildir postalanması. Ringo zaten Hurricane’in davulcusudur. Ama dost canlısı ve neşelidir. Pete ise snob ve sakil bir kendini beğenmişlikle iletişim özürlüdür. Ringo’da buldukları, yüreğin imbiklerinde distile edilmiş dostluktur. Yoksa bulunmaz maharetlere sahip bir davulcu olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Birkaç haftalık tatillerinde bile birbirlerine yolladıkları kartpostallar, bu yakınlarda gün ışığına çıktı, distilasyonun lezzeti de, kalitesi de teyit edilmiş oluyor.
Menajerleri Brian Epstein ile aralarındaki ilişki de saf, arı bir dostluktur. George Martin’le de öyle. Beatles klanı denince akla dostluk ve politika gelir. Sınıf sömürüsüne, Vietnam savaşına, adaletsizliğe karşı Hippi duyarlığıyla karşı-politik atakları hiç eksik olmaz. Lafı gevelemezler, net ve özlüdürler ve işçi sınıfından yanadırlar. Paul için, “Eski nişanlım” der muzipçe. Dünya, Lennon’ın Yoko Ono’da ne bulduğunu bir türlü anlayamaz. Psikanalitik analizlere başvurulur. ‘Lennon’ın Yoko’da anne bulduğu’ çıkarsamaları bile yapılır. Oysa Yoko en yakın dostudur. John’a pür, saf dostluğu tattırmaktadır her Allah’ın günü. Ölümünden çok sonra Yoko, John için, “En yakın dostumu kaybettim” der. Beatle’lar, kendi içlerinde de yaman bir dostluk inşa edebilmişlerdir. Neil Aspinal, Mal Evans o yılların dostluk ve dayanışma ruhunu çok duygulanarak yâd ettiler hep.
George Harrison ise Beatles sonrası kendi klanı içinde hem müzik, hem de dünyada ekolojik tahribata karşı çıkarak o çok sevdiği Uzakdoğu mistisizmi ile mayalanmış yarı münzevi yaşamında uzun erimli dostluk edeceği seçilmiş arkadaşları ile hayatını devam ettirir. O dostluk hissiyatıyla zamir yerine isim vereyim: Tom Petty, Jeff Lynne, Ray Coopre, Jim Keltner…
Ama en rafine dostluğu Ravi Shankar ile yaşamışlardır. Sevgi, nezaket, kendinden daha çok değer verme adeta bir dostluk mantrasıdır. Dostluk ve politika konusunda defolu olan Paul Mccartney’dir. Aşırı ben merkezci tutumu, grubun dağılmasına sebep olan büyünün bozulmasındaki en önemli etkendir. Birlikte büyürlerken, artık çekilmez hâle gelir, müzikal reel politik bencilliği dostluk zamkının erimesine neden olur. John ve George için aşına aşına elde kalanla devam etmenin anlamı olmaz ve rüya biter. Paul’e bakılsın, hâlâ en yakın dostu denilecek tek isim bile bulunamaz. Ahde vefa ve kadir kıymet bilme, John ve George’da belirleyici etik ilkeler iken Paul’de fazla gözlenmez. Ama John için yaptığı Here Today şarkısını söylerken, gözyaşlarını tutamaması ve sahnede belli etmemeye çalışırken sesinin detone olması üzerine, koyuvermesi yine de çok şey anlatıyor.
John, Beatles sonrasında, Harry Wilson ile yaşar dostluğun en istediği boyutunu. İster stüdyoda, ister ofiste, bir parkta fark etmez, karşılaştıkları anda John kollarını açıp, “Wilson heeey my man” diye çığlık atar, arkadan gelecek atağı iyi bilen Harry Wilson vaziyet alır, sonra da karakucak kapışmasına başlarlar, alt alta üst üste. Uzun sürmez bu durum, şaşkın bakışları umursadıklarından değil, günde iki paket Gitanes ve akşamları bardak bardak yuvarlanan Brandy’lerin inlettiği akciğerleri iki dakikalığına izin verir bu maskaralığa. Sonra soluk soluğa kalıp doğrulurlar. Bence John, Harry’de, 1962 yılında yitirdiği ama hiç unutamadığı en yakın dostu Stu’yu görmektedir. Cömertlik, özveri, paylaşma, karşılık beklememe ve hep verme edimini gerçekleştirme hâli, sınırsız sevgi ile dostluk tanımı zirveye ulaşır bu ikilide.
Beatles dostluğunun en belirgin vasfı, birbirlerinin iyi yönlerini ortaya çıkarmalarıdır. Onaylı Beatles biyografisinin yazarı Hunter Davis’in kitabında çarpıcı vakalarla bahsedilir.
Pink Floyd için ise bu konuda fazla söylenecek laf yok. Çünkü dost değillerdi. O yüzden de Roger Waters’ın aşağılayıcı üslupla ileri geri konuşmalarına tahammül edemeyip ayrıldılar. Girenin çıkanın belli olmadığı Deep Purple zaten kapsam dışı kalıyor.
‘68-THKP/C denildiğinde zihnim artık o kadar çok şeyi süzgecinin üstünde tutuyor ki. Süzülüp geleni birkaç sözcükle ifade etmeye kalksam, Romantizm-Dostluk-Politika diyebilirim gönül rahatlığıyla. On yıllardır okumaya, araştırmaya devam ediyorum. İş artık alan çalışmalarına geldiğinde, yaşayan THKP-C’lileri teker teker buldum. Yaklaşık kırk yıla yakın bir zamandır yurtdışında olanlara bile ulaştım. Mübalağasız söylüyorum, on binlerce kilometre yol kat ettim.
Bir buçuk yıl ömür sürmüş, önde gelen isimleri öldürülmüş bir teşkilatın otuz yıldır peşinde koşmama Cephe’ciler de şaşırmışlardı. Sevgili Necmi Demir, “takıntılı”; biz görüştükten kısa bir süre sonra rahmetli olan Ziya Yılmaz, “çok duygusal”; sevgili Ertuğrul Kürkçü, “bu da bizim manyağımız, bizi bizden iyi bilir”; sevgili Gülten Çayan, “bizi en iyi sen yazıyorsun” dediler benim için. Bıkmadan usanmadan, yorulmadan yılmadan peşlerinden aşkla, tutkuyla koşmama kimse anlam veremiyordu. Ticari bir atraksiyonun masum masklı kılıfı bile sanıldı, akranlarım tarafından.
Halbuki tek bir şeyin peşinde idim; aralarındaki dostluk. Hayattaki arayışıma çok denk düşen o dostluk nasıl kurulmuş ki, birbirleri için canlarını feda etmeyi göze aldılar ve verdiler?
Sevgili Oktay Etiman, yer almadığı ilk banka soygununda, iddianamede suç isnat edilince sessizce kabul edip fazladan yıllarca yattı cezaevinde. Deşifre olmamış arkadaşını korumak adına yaptı bunu. THKP-C’nin tanımlanamaz büyüsünün benim bulabildiğim en başta gelen ayırt edici vasfıydı bu. Politikayı, insani erdemlerin en yüce harmanıyla tesis ettikleri dostluk zemininde ömürlerini feda ettiler. Hâlâ dostluklarının en sert politik mücadele zeminde sınanmışlığının kıymeti ile bin cefalar edilse de üstlerine almadan, gayet şirin gelen dilleri ile dünya malına boş vererek, yaşamaktalar. Karşılaştıkları andaki o gülümsemeleri dünya malına değiyor.
İlk kez şimdi burada paylaşıyorum:
Yıllardır, psikoloji tahsili yapmış arkadaşlarımı psikoloji okuduklarına pişman ettirecek kadar sık boğaz edip, dünya kadar da okuma yaptıktan sonra hiç beklenmedik bir yerden kesin sonuca ulaştım. Bu aralar TV programlarında da yayımlanan fragmanlarla verilen, Youtube’da sıkça izlenmesiyle dikkat çeken bir görüntü vardır. Mahkeme salonunda, fanilası fonda gözüken mavi polo yaka t’shirt giymiş, oturmakta olan Mahir Çayan, salona giren Ulaş Bardakçı’yı görünce, zaten güzel olan yüzü, sevinçle gülümseyerek daha da aydınlanır. Askerin oturması için elini Mahir’in omzuna bastırmasına rağmen o birkaç saniyede birbirlerine sevgi ve muhabbetle sarılırlar, Ulaş da gülümsemektedir. Ama o saliseler içinde yerlerine oturmak üzere sarılmayı bitirdiklerinde, ikisinin de yüzü bulutlanır, ağır bir hüzün çöker ifadelerine de, hareketlerine de. O neşeli gülümseyişler bir anda kederli bir ifadeye terk edilir. En fazla otuz salise içinde ne olabilir ki bu iki eşsiz devrimciyi birden demoralize eden.
Acar muhabir ağzıyla konuşayım; kesin öğrendim, çok sağlam yerden. O anda Mahir, sarıldığı sırada Hüseyin Cevahir’e ne olduğunu sorar. Ulaş, “Öldürüldü” der. İşte hem Mahir’in, hem de Ulaş’ın anında yüzlerini allak bullak eden kahrettikleri o korkunç olay, sağlam sinirlere sahip bu iki THKP-C önderini bir anda çok kötü eder. Bir yoldaş, çok değerli bir insan, bir olağanüstü devrimcinin ölüm haberinin beklenmedik çarpması değildir sade. Ölüme zaten şerbetliydiler ve Mahir de, Ulaş da kısa bir süre sonra öldüler. THKP-C dostluğunun neferlerinden, kurucu ve taşıyıcılarından, dostlarının en kıymetlilerinin başta geleni yitirilmiştir.
Video: O esnada Mahir Çayan ve Ulaş Bardakçı
Kendileri aslında hiç farkında değiller. Mücadele geleneği, direniş, karşı koyuş mirasından hep söz edilir, ama asıl büyük mirasları ‘dostluk ve politika’ya dairdir. İyi ki varoldular. Hem 68’ liler, hem Beatles, Rolling Stones, hem Led Zeppelin ve THKP-C.
Peki ya bu temayı dosya konusu yapıp dünya âlemi şaşırtan Birikim’e ne demeli ?
Daha taaa 70’lerden, yani ilk çıktığından beri, birbirini tasfiye edeceği hatta etmekte olduğu temenni ve umutlarıyla erketeye yatmış Ortodoks kahinlerin heveslerini kursaklarında bırakan Murat Belge ve Ömer Laçiner arasındaki dostluk, politikanın nasıl yapılacağının da çimentosu değil mi? Şaşırmazdım hiçbir zaman, çünkü bu iki sevgili ağabeyimiz de THKP-C’den geliyorlar ya, biraz da o yüzden.
Kişisel bir anımı paylaşmamın anlayışla karşılanacağını umut ediyorum. 1 Mayıs 2014 tarihinde meydanlarda olmam gerekirken, bütün dünyada yoldaşlarım 1 Mayıs sloganları atarken, ben ameliyata alındım. Kanser teşhisi ve acilen ameliyat bana tercih hakkı bırakmadı. “Belalı bir ameliyat olacak, mide ve dalağınızı komple alacağız” demişti onkolog cerrah. Ameliyattan sonra acılar içinde ve vücudum deşilmiş hâlde ağır ağır gözlerimi açtığımda ilk karaltı netleşti. Yatağımın yanında sevgili Tanıl Bora duruyordu. 57 dikiş atılmış, alev alev yanan ameliyat yarasının acısı anında uçtu. Hafızam on yıllar öncesinde gezintiye çıkmıştı. Tarih ve Toplum, Gençlik ve Toplum, Yeni Gündem…
Birikim dostluğu, böyle tohumlanmış ve çapalanmıştı, Laçiner ve Belge marifetiyle. Birikim’de şu terbiyeyi aldık: Dostluk, tevazu, empati, yardım, paylaşma, zaman ayırma, eleştiri kadar takdir de edebilme, çalışkanlık, akla ve yaratıcılığa hürmet.
Politika: Yalandan, yanıltmadan uzak durma, karşı tarafın da doğru şeyler söyleyebileceği, kendimizin de yanılabileceği ihtimalini unutmama, sanıldığı gibi entelektüel züppelik değil, dünyayı da Türkiye kadar okuma ve bilme, geniş ufuklu olma, demokraside üst sınır tanımama, devrim ve sosyalizme olan inanç...
Deleuze ve Quattari okumaktayım harıl harıl.
Birden fark ettim ki, kuru bir entelektüel çalışma bir aradalığı ya da düşünsel yakınlık değil bu iki insanı bir arada tutmuş olan. Politikalarını, mükemmel dostlukları sayesinde, aralarındaki muhabbetin pınarından demlenerek yapmışlar ne yapmışlarsa. Mübalağa değil, Deleuze alkolizm sınırını epeyce zorlamış bir entelektüeldir. Ama o pırlanta kıratındaki dostlukları olmasa, sarhoşken bile çekilmez her zaman yanındaki psikiyatrist Quattari. Hele, akciğerlerindeki rahatsızlık yüzünden yasak edilmiş olmasına rağmen içtiği (zannedildiği gibi Gitanes değil de) Peter Stuyvesant marka sigarası ve hatırı sayılır miktarlarda tükettiği içkisi için bir psikiyatristin neler söyleyebileceğini düşünürsek.
Beni, en az, “Bin Yayla, Kapitalizm ve Şizofreni, Felsefe Nedir?”ler kadar ilgilendiriyor ve özendiriyor aralarındaki dostluğun yüksek kalibresi. Muhammed ile Ebu Bekir es Sıddık ilişkisine sadece peygamber-sahabe münasebeti diyebilir miyiz? “Herkesi, her şeyi alın ama Ebu Bekir’imi bana bırakın” feryadının altındaki derin hissiyat, mücadele hayatları dostluk ve politika kavramlarının özgün praxisi değil mi ? Ya şu rakı. Bu içine su katınca beyazlayan anasonlu ve yüksek alkollü acı içeceği niye kova kova içiyoruz. Mezeler eşliğinde içmeyi sevdiğimiz ama karaciğerimizi, damarlarımızı ve kalbimizi içeride kendisine meze yapan bu sıvı, dostluk ve politikanın olmazsa olmazı değil de nedir?
____________________________________________________
* Müziksiz Sözler – syf:55 / Alfa yayıncılık – Philip Glass
** Mick Jagger-Vahşi Yaşamın Ortasında Bir Çılgın Dahi syf: 19 – DK –Christopher Andersen
*** Kapitalizmde çatlaklar yaratmak syf: otuzyedi / Otonom yayıncılık – John Holloway
Kaynaklar
The Beatles-Kara plak yayıncılık/Hunter Davis
John Lennon-Yoko Ono/İletişim yayınları
Mick Jagger-Philip Norman/Harper Collins Publisher
Keith Richards-Hayat/Keith Richards/Pegasus yayınları
Led Zeppelin/Stüdyo İmge
Led Zeppelin Deep Purple/Ogan Güner, Erim Oral/Korsan Yayınları
Muhammed-Yeni bir dünyanın ve peygamberin doğuşu/Doruk Yayınları/Maxime Rodinson
Hazreti Muhammed-Peygamber ve devlet adamı / İletişim Yayınları/W. Montgomery Watt
Rakı Ansiklopedisi/Overteam Yayınları
Deleuze & Quattari konusunda her soruma nazikçe yanıt veren Ali Akay’ a şükranlarımı belirtmem lazım.