11 Ocak 2016 günü, 1128 (veya genişlemiş haliyle 2218) imzacısı olan Bu suça ortak olmayacağız! başlıklı bir akademisyenler bildirisi yayımlandı. O günden beri bütün toplum bu bildiriyle yatıp kalkar olduk.
Denilebilir ki bu bildiri, 12 Eylül rejimini eleştiren1984 tarihli Aydınlar Dilekçesi’nden beri en çok ses getiren bildiri oldu. Çoğumuz yıllar içinde bildiri imzalamanın pek de bir işe yaramadığına ikna olmuşken bu bildiri bizleri nasıl da yanılttı!
Kısacık bir bildiri sayesinde çok önemli bazı şeyler ortaya dökülmüş oldu. Neler mi?
Bildiri, sertçe sayılabilecek bir dille devletin bir süredir kimi Kürt yerleşim birimlerinde uyguladığı abluka-şiddet-insansızlaştırma politikalarını ve insan hakları ihlallerini eleştiriyor; net bir şekilde müzakere ve barış çağrısı yapıyordu.
Bildiriyi imzalayan hiç kimsenin bir anda 1128 akademisyen imzası toplanacağını beklediğini sanmıyorum. İlk ortaya dökülen bu beklenmedik destekti.
Kürt meselesinin daha önceki çatışmalı aşamalarında böyle bir bildiriyi bir anda 1128 akademisyeninin imzalaması hayal bile edilemezken, bu sefer bu kadar büyük bir destek bulması, çatışmalı sürecin geldiği nokta açısından insanların kaygı, bıkkınlık ve öfke düzeylerinin ne kadar yükselmiş olduğunu ortaya döktü.
Her kelimeyi, cümleyi ölçüp biçmeye biraz da takıntılı olan akademisyenler, Kürt illerinde uygulanan şiddet politikalarının sertliği karşısında, bildirinin dilinin sertliğini ya da şu veya bu cümlesinin öyle değil de böyle yazılmasının daha iyi olabileceğini tartışmayı geri plana atmayı tercih ettiler. İnsanlar “artık yeter!” demek istedi.
Çünkü mesele acildi, vahimdi; yıkıcı bir çatışma sarmalında doludizgin ilerlenmekteydi; muhtemelen tüm imzacılar için, bildirinin orasına burasına bir miktar takılsalar bile, sarsıcı bir uyarı çağrısı yapmak baskın çıktı.
Bu kadar destek beklenmediği gibi, bu kadar tepki de beklenmiyordu haliyle. Daha önce benzer birçok açıklama olmuştu, bildiride belirtilen görüşler her gün - anaakım olmasa da- yazılı ya da görsel medyada yer alıyordu. O anlamda bildiride içerik olarak yeni tek bir şey yoktu. Peki, neydi o zaman bu yoğun tepkinin nedeni?
Bildiriye gelen, beklenmedik yoğun destek (ilk planda 1128 Türkiyeli, 356 dünyanın değişik ülkelerinden akademisyen) sayesinde iktidar bildiriyi dikkatle okudu diye tahmin ediyorum.
Bildiri okunduğunda büyük bir tehdit algılanmış olmalı. Kürt sorunu bağlamında AKP iktidarı ve destekçileri tarafından üretilmeye çalışılan problem tanımı ve çözüm perspektifi ile bildiride yer alan hakikat resmi büyük bir uyuşmazlık içindeydi. AKP, Türkiye toplumunun çoğunluğunu “Kürt sorunu yoktur, en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar bu işi kanla, asker/polisle çözmeliyiz” perspektifine ikna etmeye çalışırken, bildiri mealen “bu iş şiddetle çözülmez, devlet olarak suç işleyemezsin, müzakereye dön ve barış perspektifi geliştir” diyordu. Üstelik bu sesi cılız çıkarmıyor, beklenmedik yoğun bir destekle ifade ediyordu.
Hiç kuşkusuz eğer hükümet kendi üretmeye çalıştığı “hakikat” versiyonuna güvenebiliyor olsaydı, bildirinin vurguladığı hakikatten bu kadar ürkmez, bu kadar uç ve kontrolsüz tepkiler vermezlerdi.
Kısaca söylersek, bildiri ile AKP iktidarı hakikat ile çarpışmış oldu. Bundan hiç hoşlanmadı, hoşlanmadığı için de öfke ve tehdit ile hakikati boğmak istedi. Hâlbuki biliriz ki, öfkeli hakaret gösterileri, haksızlığı / çaresizliği kapatması umulan kılıflardır. Bu bildiri ile hakikat de ortaya döküldü.
Cumhurbaşkanı’ndan gelen bir işaretle yargı ve YÖK başta olmak üzere, tüm devlet kurumlarını, tüm yandaş medyayı ve mafyayı içine kalan organize bir linç kampanyası başlatıldı.
Cumhurbaşkanı’nın hakaret ve tehditlerinden, YÖK’ün hiçbir hukuki zemin olmadan üniversite rektörlüklerine imzacı akademisyenler için “gereğini yapın” talimatı göndermesine; savcılıkların yine hiçbir mantıki ve hukuki zemini olmadan, tamamen afaki akıl yürütmelerle imzacılarla ilgili soruşturmalar açmasından, birçok imzacının usulsüz biçimde işlerinden atılmasına; birçok imzacı akademisyenin ciddi fiziksel tacizlere ve tehditlere maruz kalmasından, Akit gibi yandaş gazeteler aracılığıyla açıkça hedef gösterilmesine ve onlarca akademisyenin ifade için gözaltına alınmasına kadar, bütün bu linççi kalabalık, yalnızca Türkiye rejiminin karakteri hakkında bir turnusol kâğıdı işlevi görmekle kalmadı aynı zamanda bildiride eleştirilen şiddetperver tutumun ne kadar gerçek olduğunu bir kez daha gözümüze soktu.
Alt tarafı bir bildiriye imza atmış akademisyenlere bu muameleleri reva gören bir zihniyet, Kürt illerinde neler yapmazdı? İktidar, kendi marifetleriyle insanlara bunu bir kez daha düşündürdü, bu da ortaya döküldü.
Bu linççi kalabalığın yürüttüğü psikolojik linç kampanyası sayesinde, durumdan vazife çıkartan veya bizzat birileri tarafından vazifelendirilen tetikçiler tarafından bu imzacılardan birinin başına herhangi bir şey gelmesi durumunda, kimlerin sorumlu tutulacağı çok net bir şekilde ortaya dökülmüş oldu.
Bildiri hakikatine çarpan iktidar, çoğu zaman yaptığı gibi yine hakikat bükücülüğünden medet umarak bildiriyi “PKK marifeti” olarak göstermek ve imzacıları PKK üzerinden itibarsızlaştırmak yolunu seçti.
Oysa bu kadar akademisyenin PKK ile ilgisi olmasını geçtim, PKK’yi sempatik bulmasının bile mümkün olmadığını bilmek için âlim olmak gerekmiyordu. Buna rağmen, koca devlet adamları mealen sanki “ama neden sadece bana yükleniyorsun, ona da iki çift laf etsene; etmiyorsan sen de o takımdansın işte” gibi triplere girebildi.
Cumhurbaşkanı çıkıp, “ya devletten yanasınız ya da terör örgütünden” deyiverdi. Bu zihniyetin siyah ve beyazdan başka bir renk tanımak istemediği, dünyayı aşırı basitleştirilmiş ikili kutuplar şeklinde algıladığı ve herkese de öyle algılatmak istediği bir kez daha ortaya döküldü.
“Terör örgütünden yana” değilsek, o zaman devletin tüm insan hakları ihlallerini, ne kadar ulusal ve uluslararası insan hakları örgütleri tarafından belgelenmiş olursa olsun ya da JÖH/PÖH aracılığıyla gözümüze sokulursa sokulsun, sineye çekmemiz, bu konuda hiç ses çıkarmamamız beklendiği böylelikle ortaya döküldü.
Üç maymunu oynamamız bekleniyordu. Görmedik, duymadık, konuşmuyoruz.
(Meraklısı için: Human Rights Watch 22 Aralık 2015 raporu; Uluslararası Af Örgütü 11 Ocak Acil Eylem Çağrısı ve 21 Ocak raporu; Türkiye İnsan Hakları Vakfı 11 Aralık 2015 – 8 Ocak 2016 Abluka ve sokağa çıkma yasaklarının sonuçlarına dair acil durum raporu).
Eğer görüp, duyup da bildirideki gibi konuşmuşsak, o zaman tek ihtimal, “terör örgütünden yana” olmamız gerekiyordu. Teröre dair tek laf etmemiş olmak, silahlı örgütlere değil de eleştirilen devlete yurttaşlık bağıyla bağlı olmak gibi durumlar önemli değildi. Devlet kutusunda olmak istiyorsan, devletini eleştirmeyecektin; eleştiriyorsan da mecburen PKK kutusuna konacaktın. Sadece iki kutu olmalıydı ortada. Peki, niye ki?
Çünkü savaştan, şiddet politikalarından medet uman siyasi çizgiler, arada başka kutular olmasına, siyah-beyaz dışında başka renkler olmasına katlanamazlar. Bütün karmaşık sosyal dünya, dost-düşman ikiliğinde sadeleştirilmeli, herkes iki saftan birini tutmak zorunda bırakılmalı ve düşman sayılan tepelenmelidir.
Akademisyenler bildirisi, bu dost-düşman basitliğini ve dolayısıyla iki kutudan birine tıkıştırılma acullüğünü reddettiği için muktedirin sinir sistemini epeyce zorlamış oldu.
Oysa demokrasinin D’si “fikir ve ifade özgürlüğü”ydü. Rıza Türmen’in bir AİHM kararından aktardığı gibi, “ifade özgürlüğü sadece olumlu karşılanan ve zararsız düşünceleri değil, aynı zamanda devleti ya da toplumun bir bölümünü inciten, şok eden ya da rahatsız eden düşünceleri de kapsar. Bu demokratik bir toplumu oluşturan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin bir gereğidir.”
AKP iktidarının demokrasinin bu temel kuralından rahatsız olduğu ve bunu tahrip etmek istediği bir kez daha ortaya döküldü. İktidar ve iktidara yakın çevreler, akademisyenler bildirisinden tabii ki rahatsız olabilir ve tamamen yanlış bulabilirlerdi. Devlete yazılmış bu bildiriye devlet cevap vermeyi de tercih edebilirdi. Sözünün ve eyleminin gücüne / haklılığına güvenenler bu “çok yanlış olduğunu düşündükleri” bildiriyi imzalayanları bölgeye davete dilerek, durumu kendi gözleriyle görmelerini sağlayabilirlerdi. İsterlerse başka bildiriler yazabilirlerdi. Bu fikirlere katılmadıklarını ifade edebilirlerdi. Bildiriyi eleştirebilirlerdi (çünkü ne devlet ne de akademisyenler eleştiriden muaf değil / olmamalı) . Ama fikren rekabet etmeyi göze alamayanlar, güçle susturmayı tercih ettiler. Soruşturmalar, yargıyı göreve çağırmalar onlara yetmedi, üstüne kimi imzacı akademisyenlerin kapılarına çarpı atarak linç etmeyi tercih ettiler. Ortaçağ imparatorluklarında olduğu gibi. Bu “yeni, yepyeni” Türkiye’de.
Beyaz Show’a telefonla bağlanan Diyarbakırlı öğretmen naifçe barış talebini dile getirdiğinde programdaki çoğu insandan alkış almıştı. İnsanların, araya devlet girmeden önceki doğal, kendiliğinden tepkisi barış talebini desteklemek yönündeydi.
Sonra devlet araya girdi, doğallık bitti. Beyaz, kalbini “barış talebini alkışlatarak” kırdığı bütün devletlû ahaliden tüm kalbiyle özür diledi.
Bildiri konusunda da iktidar imzacılardan aynısını istedi. Barış talep ederek kalbini kırdığımız devletlû erkânın tövbe ederek kalbini geri kazanmamız gerekiyordu. Yanlış yapmıştık, iyi okumamıştık. Bir daha okusaydık vazgeçecektik. Aslında mesele okumamak bile değildi. Mesele devletin buna kızdığının farkında olmadan imzalayanlara şimdi devletin kızdığını öğrendiklerine göre bir fırsat vermekti. Bir babanın çocuğunu eğitmesi gibi: “özür dile ve bir daha yapma.”
Oysa hükümetin karşısındakiler onun çocukları değil, onunla eşit haklara sahip, onu yetkilendiren yurttaşlarıydı. Beyaz bunu unutabilirdi, imzacı akademisyenler unutmadı. Çünkü onların işi bunu siyasal hayatın bir ilkesi haline getiren eşit ve özgür yurttaşlar yetiştirmekti.
Bu baskı ve yıldırma politikası neticesinde az sayıda insan imzasını çekti, ama buna karşılık 1000’den fazla yeni imza eklendi ve bildirinin imzacı sayısı 2218’de nihayetlendi. Yurt içinde ve yurt dışında destek kampanyaları başladı. Dünyanın önde gelen, saygın birçok akademik / mesleki örgütü iktidarın tutumunu kınayan açıklamalar yaptılar, düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip çıktılar. Dünyanın önde gelen bütün gazeteleri gayet eleştirel bir şekilde bu baskı ve yıldırma politikasını haberleştirirken, bilim dünyasının en ağırlıklı iki dergisi, Nature ve Science’da da bu büyük ve organize linç kampanyası kendisine yer buldu.
Türkiye’nin, düşünce ve ifade özgürlüklerini kullanarak, devletin şiddet politikasını eleştiren ve barış talep eden akademisyenlerine reva gördüğü muamele uluslararası kamuoyunda Türkiye rejiminin otoriteryan karakteri hakkında hiç şüpheye yer bırakmayacak bir kanaat oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda buna paralel olarak çeşitli yaptırımların da konuşulmasına neden oldu. Uluslararası bilim çevrelerinde şimdiden konuşulan ihtimaller, akademisyenlerini bu bildiri yüzünden işten çıkartan veya ceza veren üniversitelerin uluslararası bilim camiasından / toplantılardan ve fonlardan men edilmesi ile başlayıp, zamanında ırkçı Güney Afrika rejimine, halen kısmen işgalci İsrail’e uygulanan daha genel akademik ambargolara kadar uzanıyor. Özetle, uluslararası alanda Türkiye’nin zaten çok zarar gören itibarı iyice zedelendi ve dışardan bizi izleyenlerin gözünde Türkiye rejiminin otoriteryan karakteri ortaya dökülmüş oldu.
Cumhurbaşkanı’nın ısrarla imzacı akademisyenlere hakaret etmesi, onları hedef göstermesi iktidarın yeni bir günah keçisi bulduğunu gösteriyor.
Son yıllarda defalarca görüldüğü gibi, Erdoğan/AKP, sert kutuplaşmalardan enerji devşirme peşinde olan ve destekçi kitlesindeki gerginlikleri ustaca günah keçisi olarak seçtiği gruplara / aktörlere yöneltip düşmanlaştırma üzerinden iç konsolidasyon (ve mümkünse genişleme) sağlayan bir çizgi izliyor.
Bu sefer de Erdoğan/AKP için barış isteyen akademisyenler elverişli bir günah keçisi kadrosuna oturtuldular. Hem barış istiyorlar, devletlerini eleştiriyorlar, o zaman “düşman-PKK” olarak kodlanmaları denenebilir; hem de işte aydınlar-akademisyenler, toplumun sağcı-milliyetçi çoğunluğunda bir şekilde mevcut olan aydın-düşmanlığı hassasiyetini kaşımaya müsait bir grup.
Bu nefret / gerilim politikasının bu yıl içinde bir genel seçimle, HDP ve MHP’yi baraj-altı bırakmayı hedefleyen bir genel seçimle taçlanması ise büyük sürpriz olmayacak.
[Başka bir yazının konusu olsun, ama geçerken belirtelim ki AKP’nin savaş politikasına PKK’nin de savaş ile karşılık vermesi ve durumun böyle devam etmesi, bu yıl içinde yapılacak bir baskın seçimde hem HDP’nin hem de MHP’nin baraj-altı kalma ihtimalini ciddi derecede arttırmıştır].
Şimdi diyelim ki bu 2218 akademisyen böyle bir bildiriyi imzalamadı.
Ya da diyelim ki imzaladı da iktidar bu akademisyenleri ve onları destekleyenleri şöyle ya da böyle susturdu, bildiride ifade edilen görüşler toplumda duyulmaz / bilinmez oldu.
Soru şu: AKP iktidarı nasıl çözecek bu meseleyi? Planı, programı, perspektifi nedir?
“Kürt sorunu yoktur,” “en son terörist yok edilene kadar asker / polisle…” vb dışında var mıdır bu konuda bir sözü?
Varsa duyalım, duyamıyoruz. Yoksa eğer, o zaman bu toplum ve ülke sayenizde şimdiye kadar hiç olmadığı kadar büyük bir belaya doğru gidiyor demektir. Çünkü şiddetten medet uman bir çözüm daha çok şiddet ve yıkım demektir.
Daha önce ayrıntılı olarak yazmıştım, kısaca tekrarlayayım. Türk-Kürt meselesinde önümüzde artık sadece üç yol vardır: 1) Şimdiye kadar denendiği gibi askeri yolla çözmeye çalışma; çözememe, kangren ve artık bölünme; 2) Soykırım; 3) Eşitlikçi-özgürlükçü-barışçıl çözüm.
Bu akademisyenler, siz tarihe “büyük bir öngörüsüzlükle Türkiye’nin yıkımına neden olan kadro” olarak geçmeyin diye demokratik bir uyarı görevi yapmışlardır. Akademisyenleri terörist diye beyhude yaftalamaya çalışacağınıza, nasıl çözeceksiniz bu meseleyi anlatın lütfen.
Akademisyenlerin önerdiği barışçıl çözüme bu kadar karşıysanız, ülkenin bölünmesine mi yol açacaksınız, soykırım mı yapacaksınız? Nedir?
@PakerMurat
* * *