7 Ocak 2015 Çarşamba günü Paris’te solcu, tabu-deviren kara-mizah dergisi Charlie Hebdo’ya saldıran Fransa vatandaşı, İslamcı terörist El-Kaide örgütü üyesi militanların çoğu dergi çizeri 12 insanı barbarca katletmesi bütün dünyayı sarstı. Lanetleyelim ve “Je suis Charlie” diyerek başlayalım.
Dergi, yayınladığı bazı karikatürler nedeniyle “peygamberimize ve dinimize hakaret ediyorlar” gerekçesiyle daha önce de saldırıya uğramıştı, bu sefer aynı gerekçeyle bir katliama maruz kaldı.
Böylece katillere göre herhalde İslam’a hakaret edenler cezalandırılmış, İslam’ın onuru kurtarılmış oldu! Ama sanki sadece katiller böyle düşünmüyor. İslamcılar başta olmak üzere geniş Müslüman camialarda bu barbar eylemi gereği gibi kınayan nadir örneklere rastladık. Buna karşın bir miktar açık ya da örtük bir “oh olsun” ya da “etme bulma dünyası” tepkisi ve bol miktarda tamamen geçiştirici bir “gerçek İslam bu değil”, “bunlar Müslüman olamaz”, “Batı’nın oyunudur”, “İslamofobi yüzünden” gibi açıklamalar duyduk.
Bütün bunlar tabii, El-Kaide’nin 11 Eylül 2001’de New York’ta İkiz Kuleler’e saldırıp 3000+ sivil insanı katlederek tarihin kayıt ettiği en büyük terörist eyleme imza atmasıyla başlayan ve şimdilerde de Suriye-Irak’ta (IŞ)İD örgütünün katliamları, kafa kesmeleri, yürek çıkarmaları, kadınları köle pazarlarında satmaları veya Nijerya’da Boko Haram örgütünün soykırıma varan kitlesel katliamları ile devam eden bir İslamcı barbarlık döneminde oluyor.
En dibinden başlarsak, kitabın / ideolojinin vadettiği “en son ve en mükellef din” olmaktan gelen dünya hükümranlığı idealiyle İslam toplumlarının yüzyıllardır Batı karşısında sürekli derinleşerek yaşadıkları yenilmişlik, ezilmişlik, geride kalmışlık durumu arasındaki keskin çelişki ortaya yaralı bir İslami bizlik duygusu çıkarmıştır.
Bu yaralı kimlikle modernizm / kapitalizmle karşılaşan İslam toplumları, 20. yüzyıl boyunca Batı’nın sömürgeciliği, Filistin’in boğulması, daha yakın zamanlarda Afganistan ve Irak’a yapılan askeri müdahaleler gibi olayların yarattığı devasa sosyal yıkımlar karşısında daha da aşağılanmış hissetmiştir.
Bütün bunlara Avrupa’da yaşayan Müslüman azınlıkların yaşadığı ayrımcılıkları ekleyin. Batı kültürünün bütün unsurlarıyla tüm dünyaya taa hayallere, arzulara, rüyalara kadar nüfuz edebilen gücünü ekleyin. Kapitalizmin tüm insani değerleri aşındıran mikro / makro taaruzlarını ekleyin.
Sonuç, yaralı İslami kimliğin daha da aşağılanmış ve epeyce tehdit edilmiş hissetmesidir. Batı’ya yönelik öfke ve nefret büyümüştür. Yaralı kimlik, karikatürleri / hicivleri / eleştirileri olgunlukla karşılamak şöyle dursun, derin bir özdeğer bunalımı nedeniyle kendini çok kolay aşağılanmış hissetmektedir. Bu aşağılanmışlık hissi, kimilerini katliam yapmaya kimilerini de kendisiyle ilgili her karikatüre dava açmaya itmektedir.
Bu genel iklim içerisinde bütün Batı sanki yekpareymiş gibi tek bir torbaya doldurulup şeytanlaştırılmış, İslam ise sanki saf, temiz bir özü varmış gibi idealleştirilmiştir (“gerçek İslam”). Bu zıtlaştırma, öfke ve nefretini intikamcı şiddete dönüştürmek isteyen örgütler için mümbit bir toprak yaratmıştır.
“Biz idealsek, mutlak doğruya sahip isek, düşmanımız da mutlak yanlış ise ve bizi tehdit ettiğine inanıyorsak, o zaman biz düşmana her şeyi yapabiliriz.” Fanatiğin ilkel beyni özetle böyle çalışır. En barbar eylemler bile bu tür bir akıl yürütmeyle yapılabilir hale gelmektedir.
Oysa gerçek bir İslam olmadığı gibi, gerçek bir Hıristiyanlık, Musevilik, Budizm, Sosyalizm, Liberalizm, Muhafazakârlık vb. de yoktur. Bütün dinler ve politik-ideolojik akımlar, temel kitapları ve kurucu liderleri olmasına karşın, tarihin her döneminde kendi içlerinde birbirinden epeyce farklı yorumlar ve uygulamalar geliştirmişlerdir.
İslam da bu çoğulluktan azade değildir. Bir kitap ve bir peygamber olmasına rağmen, kitapta yazanların ve peygamberin hayatının / sözlerinin yorumu bin bir çeşittir ve tabii ki doğal olarak her toplumsal yapının politik, ekonomik, kültürel ve de coğrafi matriksi içinde bin bir faktör tarafından belirlenmektedir.
Çok dallı bir ağacın ortak bir gövdesi olması dallardan hiç birine “gerçek ağaç benim” deme hakkı vermez. Mevlana da, Bektaşi de, Nakşibendi de, AKP de, Hizbullah da, El-Kaide de, (IŞ)İD de, Boko Haram da, hepsi sadece (belki benzerleriyle birlikte) kendilerinin “gerçek İslam” olduğunu iddia etmektedirler. Oysa hepsi birden gerçek İslam’dır. Diğer bir deyişle hiç biri tek başına gerçek İslam değildir. İslam olarak yaşayan bütün yorumlar / eğilimler yaşayan İslam’ın değişik renkleridir.
Bu kavrayış iki nedenle çok önemli. İlki sorumluluk almak için.
Nasıl ki Stalinizm adı altında yapılan insanlık kıyımları ve politik trajediler, sosyalizm ana gövdesi nedeniyle bütün sosyalist akımların yüzleşmeleri ve mesafe koymaları gereken bir heyula ise, İslamcı barbarlık örnekleri karşısında Müslümanların da geçiştirici bir tavır takınmaya hakları yoktur. Nasıl oluyor da ana gövdeden böylesi dallar çıkabiliyor ve çıkmaması için neler yapılabilir gibi soruların birincil muhatabı tabii ki bütün Müslümanlardır. Oldukça sancılı bir öz-eleştiri ve yüzleşme olmadan kolayca cevaplanabilecek sorular değildir bunlar. İslam dünyasında yüzeysel kimi kınamalar dışında böylesi derinlikli bir zihni faaliyet maalesef görünmüyor.
İkinci neden, birinciyle bağlantılı ama çok daha derindeki kritik bir noktaya işaret eden “İslam’ın sekülerleşmeye ve demokrasiye ne denli izin verip veremeyeceği” sorusuna olumlu bir cevap verebilmek için.
“Gerçek İslam tektir (o da tabii bizim inandığımız İslam’dır)” düşüncesi, mutlakçı bir düşünce olduğu ve çoğulluğun meşruiyetini reddettiği için demokrat değildir. Tam da bu nedenle örneğin, bugün AKP “cemevi ibadethane olur muymuş, Müslümanların tek bir ibadethanesi vardır, o da camiidir” diyebilmekte ya da bütün nobranlığıyla belli bir İslami hayat tarzını tüm topluma dayatabilmektedir. Yine aynı nedenle neredeyse bütün İslam coğrafyasında kanlı mezhep savaşları / gerginlikleri sürebilmektedir.
Terörden medet uman İslamcı akımları bir tarafa bıraksak bile, bu “gerçek İslam bizimki” fanatizmi nedeniyle İslam kendi içinde bile asgari demokratik zemini geliştirememiştir. İktidarı bir şekilde kapan eğilim, diğerlerini ezmek, sindirmek, kendine katmak vb. için elinden geleni yapmıştır ve yapmaktadır. Böyle bir demokratik zemin kurulabilmesinin ilk önkoşulu farklılıkların eşit ve saygın özneler olarak kabul edilmesi ve devletin bütün bu farklılıklara eşit mesafede konumlanabilmesidir – ki buna da “sekülerlik” (ya da biraz farklı da olsa “laiklik”) diyoruz.
İslam’ın henüz kendi içinde geçemediği bu demokrasi ve sekülerizm testinin daha zor etabı tabii ki İslam’ın İslam-dışı birey ve topluluklarla nasıl bir hukuk düzeni tahayyül edip uygulayabileceğidir. Bu düzeyde de şimdiye kadarki en ileri sayılabilecek tahayyül, Müslümanların mutlaka egemen olup sosyo-politik yapıya şekil verdikleri ve diğer dini azınlıklara kendi iç işlerinde geniş özerklik tanıdıkları, onları “korudukları”, ne eşitlikle, ne de demokrasi ve sekülerlikle herhangi bir ilgisi olmayan Osmanlı-tarzı bir modeldir.
İslam dünyasının sosyo-ekonomik olarak en gelişkin ülkesi sayılması gereken Türkiye’de bile, tüm elverişli koşullara rağmen İslamcı-muhafazakâr AKP hükümeti, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra genel bir demokratik atılım yerine, ağır otoriter ve hukuksuzluklarla / yolsuzluklarla malul bir patikaya hızla girmekte hiçbir sakınca görmemiştir.
Charlie Hebdo katliamı vesilesiyle yüzümüze bir kez daha çarpan sıkıntı, sadece İslamcı terör örgütlerinin yarattığı sıkıntı değil. Bütün İslamcılık akımını ve genel olarak tüm Müslüman toplumları ilgilendiren çok daha geniş ve derin bir mesele olduğunu, İslamcı terörün sadece yüzeydeki bir belirti olduğunu görmemiz gerek.
Batı dünyası, emperyalizmiyle kapitalizmiyle radikal eleştirileri ve buna bağlı isyanları hak etse bile, İslam dünyasının Batı’yı Batı yapan en önemli özelliklerden biri olan yaratıcı-eleştirel düşünceyi yeterince geliştirememiş, hatta onu tehlikeli bulmuş, boğmuş bir durumda olduğunu; bu nedenle de kendisini yenileyemediğini / aşamadığını görmemiz gerek.
Batı’nın en derinlikli eleştirileri yine Batı içinden çıkarken ve bu sayede sistem yenilenebilme dinamizmini korurken; İslam dünyasında ciddi bir öz-eleştiri ve yüzleşme derdi görülmüyor; demokrasi / sekülarizm küçümsenip kaçınılıyor; oysa çıkış tam tersi yönde.
Müslümanların büyük çoğunluğu ellerine silah almasalar bile Charlie Hebdo gibi yayınlarda İslam’ın kutsal saydığı şeylere yönelik hicivleri kabul edilemez hakaretler olarak görüp kızıyorlar ve kendi ülkelerinde bu tür şeylere asla izin vermiyorlar (başka dinlere ve dinsizliğe her türlü hakaret her zaman serbest tabii). İfade özgürlüğü çerçevesinde kutsallar dâhil her şeyin sorgulanabilir olmasının bir toplumun yaratıcı potansiyeli ve hayatiyeti açısından ne denli kritik olduğunu henüz anlamak istemiyorlar.
İslam dünyası bu tür dönüşümleri şimdiye kadar yapamadı ya da yeterince yapamadı diye “hiç yapamaz” gibi tersinden bir özcülüğe savrulmanın âlemi olmadığı gibi, “illa yapacaktır” gibi medet ummalara da hiç gerek yok.
Eşitlik ve demokrasi mücadelesi, tüm dünyada olduğu gibi İslam ağırlıklı toplumlarda da, dindarların desteği olsa da olmasa da, din dâhil tüm sosyal ilişkileri eşitlik yönünde etkilemeye / dönüştürmeye devam edecektir.
@PakerMurat