Daha önceki yazılarda, Türk-Kürt meselesinde her iki tarafında da kabul edebileceği, makul bir çözüm yolunun mutlaka bir yüzleşme mekanizmasını içermesi gerektiğini vurgulamış (bkz: 11 Eylül 2014 tarihli yazı) ve yüzleşme konusuna bir giriş yapmıştım (bkz: 21 Eylül 2014 tarihli yazı). Yüzleşme nedir, nasıl bir şeydir, ne işe yarar, katmanları nelerdir gibi soruları tartışmıştım. Devam ediyorum…
Farklılıkların, çatışmaların ve travmaların tarihi insanlık tarihi kadar eski olduğuna göre, yüzleşmenin tarihçesinin de o denli eski olması gerekir. Her kültürde irili ufaklı yüzleşmeler gündelik hayatın ve insan ilişkilerinin bir parçasıdır. Ancak 20. yüzyılın başından itibaren, insanın kendisiyle (kendi iç-çatışmaları, korkuları, kaygıları, zaafları, vb.) yüzleşmesinin iyileştirici ve olgunlaştırıcı işlevlerine vurgu yapan psikanalizin ve psikanalizden kökenlenen diğer psikoterapi ekollerinin yaygınlaşmasıyla, özellikle Batı dünyasının kültürel kodlarında yüzleşme meselesinin çok daha önemli bir yer tutmaya başladığı söylenebilir.
Psikanaliz ve psikanalitik psikoterapiler, kişinin öznel hakikatini araması, bulması, yeniden-kurgulaması için uygun bir ortam sunar. Kişi bu süreçte iç dünyasının derin katmanlarıyla, bilinç-dışı zihinsel ve bedensel malzemesiyle (bastırılmış ya da kopuşturulmuş arzular, duygular, anılar, travmalar, ilişkisellikler, vb.) döne döne yüzleşir; kendini, hayat öyküsünü çok daha iyi tanır ve anlamlandırır; hafızasını yeniden düzenler; kendini kısmen dönüştürür, kendini ve ilişkilerini daha sahici ve daha olgun biçimlerde yeniden tanımlar ve kurar.
Psikanaliz ve travma çalışmalarından biliriz ki, bugünümüzü olabildiğince özgür, özerk, sahici ve olgun biçimde kurmak ve yaşamak istiyorsak, geçmişimizle, geçmişimizdeki travmalarla, yoksunluklarla, incinmişliklerle, içimizde taşıdığımız hayaletlerle yüzleşmek zorundayız. Acılı ve zor bir süreçtir, ama nihayetinde insanı büyüten / olgunlaştıran ve birçok düzeyde hayat kalitesini arttıran bir süreçtir.
Bireysel düzeyde daha çok psikanalizin açtığı kanal üzerinden toplumsal tahayyüle dâhil olan yüzleşme pratiği, 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı çok ağır tahribat sonrasında hızla sosyo-politik düzeyde de kendine yer bulmaya başlamıştır. Devasa savaş suçları, insanlığa karşı işlenmiş suçlar ve soykırım gibi olgular, taraflarca birçok düzeyde yüzleşilmesi gereken büyük bir düğüm bırakmıştır.
2. Dünya Savaşı’nın yenilmişleri, Almanya ve Japonya, hem net yenilmiş ve teslim olmuş oldukları, hem de suçüstü durumunda yakalandıkları için, milyonlarca sivil insanın ölümünden sorumlu tutulan devlet görevlileri Nürnberg ve Tokyo mahkemelerinde yenenler tarafından yargılanıp mahkûm edilmişlerdir. Bu, cezalandırıcı (retributive) tarzda adaleti sağlama çabasıdır.
Bir de daha yakın zamanlarda geliştirilen onarıcı (reparative / restorative) adalet girişimleri söz konusudur. Bu tarz adalet kurma girişimleri, net yenen yenilenin olmadığı, bunun yerine daha yumuşak geçişlerin mümkün olabildiği, ama yine de çatışma ve kutuplaşmanın çok ciddi olduğu, çok yaygın cezalandırma girişimlerinin yeni çatışma / intikam dalgaları yaratabileceği toplumlarda (örn. Güney Afrika Cumhuriyeti) denenmiştir.
Bu tarz genellikle “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları” aracılığıyla yürütülür. Temel amaç, geçmiş suçlara dair hakikatlerin gün ışığına çıkması, faillerin ve mağdurların saptanmasıdır. Güney Afrika örneğinde olduğu gibi, eğer failler her şeyi anlatıp mağdurların yüzlerine bakarak özür dilerlerse affedilebilirler. Bu tarz adalette failleri cezalandırmaktan çok hakikatin ortaya çıkmasının ve resmen kabul edilmesinin geçmiş yaraları onarmada daha etkili olduğu düşünülür. Nitekim Güney Afrika’da Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun faillerin ve mağdurların dinlendiği oturumları yıllarca bütün ülkeye TV ve radyolardan canlı olarak yayınlanmış, bu sayede tarihin en kapsamlı ve kalabalık grup terapisi / yüzleşmesi gerçekleştirilmiştir.
Hangi adalet tarzı tercih edilirse edilsin –ki karma formlar da her zaman mümkündür-, bireysel düzeyde de sosyo-politik düzeyde de yüzleşme derken kastımız aynıdır: Hakikat ortaya çıkacak; failler ve mağdurlar belli olacak, inkârcılar / failler (ve devamla kendilerini faillerle yakınlık / özdeşim içerisinde görenler / konumlandıranlar) durumu derinlemesine anlayacak ve barışçı yönde dönüşecek. Ancak bu dönüşüm sonucu, faillerle mağdurlar yeni hakikat rejimi çerçevesinde, isterlerse yeni bir uzlaşı sağlayabilecekler.
Tarihsel / politik çatışmaların barışçıl çözümü yolunda yapılacak yüzleşme / uzlaşma çalışmalarında sadece bilgilenmenin değil, aynen psikanalitik kuramın ve psikotravmatoloji alanının bize öğrettiği gibi, özür, bağışlayıcılık, pişmanlık ve empati gibi kanalların da kullanıldığı kapsamlı bir duygusal çalışmanın yapılması gerekir.
Türkiye gibi tarihinde çok sayıda kapatılmış, unutturulmuş, yanlış öğretilmiş kara sayfa olan ve belli toplumsal kesimlerin sistematik olarak mağdur edildiği ülkelerde, toplumsal barış ve adalet yolunda bu kara sayfalarla yüzleşmeden yol almak mümkün değildir. Çünkü: 1) Unutturulmaya çalışılanlar, gün gelir kâbus şeklinde geri gelirler ve zorla (ve çoğunlukla trajedi biçiminde) kendilerini hatırlatırlar. 2) ‘Bir daha asla’ diyebilecek bir toplumsal olgunluğa erişebilmek için yüzleşmeden başka çare yoktur. 3) Mağdur edilmiş kesimlerin bu toplumun bir parçası olması isteniyorsa, yaşadıkları melanetlerin tanınması, özür dilenmesi, mümkün mertebe yaraların sarılması ve mağdurların onurlandırılması gerekmektedir.
Hakikatlerle yüzleşme, hafıza, duygu, anlam ve ilişkilenme düzeylerinde çok-katmanlı ve yoğun bir mücadeleyi gerektirir. Hatırlanmayanlar / unutturulanlar ya da yanlış hatırlananlar / bilinenler / öğretilenler, hakiki olgusal bilgilerle yer değiştirecek; bu devasa değişimin duygusal zorluklarına katlanılacak; sonuçta yeni bir anlam dünyası kurulacak ve yeni ilişkilenme tarzları geliştirilecektir. Bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de epey zor bir iştir. Bu zorluk genellikle kaçınma, korkma, öfkelenme gibi tepkileri beraberinde getirir. Yüzleşmenin başarıldığı durumlarda ise ciddi bir olgunlaşma söz konusudur.
Şimdiye kadar yüzleşme konusunda tartıştıklarımı Türkiye bağlamını da düşünerek özetlersem:
Formül: [ Yüzleş è Uzlaş è Barış ]
Çatışmalı bir konuda sahiden barışmak istiyorsak, belli uzlaşmalara varmamız gerekecektir. Bu uzlaşmaların kalıcı / dayanıklı olabilmesi için eşitlikçi ve adil olmaları gerekecektir. Tarafların böylesi bir uzlaşmaya rıza gösterebilmeleri için de hakikatlerin ortaya çıkmış olması ve bu hakikatler temelinde yeni bir ilişkilenmeye niyet edilmiş olması gerekecektir. İşin en kritik kısmı budur ve buna yüzleşme diyoruz.
Türkiye henüz hiçbir meselesiyle resmi düzeyde gereği gibi yüzleşememiştir. Türk-Kürt meselesine dair çözüm sürecini kırılgan ve kof yapan da, anlamlı bir yüzleşme mekanizmasının iki yıldır devreye sokulmamış olmasıdır.
“Türklerin / Türkçenin üstünlüğü kabulünün bilinçli / bilinçdışı yollarla tesis edildiği Türk çoğunluk, o hâkim konumundan nasıl vaz geçecek de kendisini Türk-olmayanlarla eşdeğer görmeye başlayabilecektir? Türk-Kürt meselesinin yakın / uzak tarihiyle, eşitsizlik meselesiyle yüzleşmeden bu hâkim konumdan vaz geçmek mümkün olabilir mi?” (Bkz: 11 Eylül 2014 tarihli yazı).
Yüzleşme faaliyetinin ögeleri ve aşamalarıyla devam edeceğim…
@PakerMurat