Türkiye yeni yıla iki tartışma konusuyla girdi. Yıl yeniydi ama tartışılanlar; uzun süreli, köklü, acıları olan konulardı. Biri türban diğeri Kürt sorunu. Biri toplumsal mutabakatla çözüldü diğeri her dönemin sıcak konusu, kimse adım atmıyor. Bu konulardan "türban"da Millet İttifakı iktidara karşı puan aldı. Diğerinde İyi Partili Yavuz Ağıralioğlu'nun sözleriyle iktidarın, MHP'nin izinden gitti. Ağıralioğlu ayrımcı dili öyle bir yerden kurdu ki şaşırmamak imkansızdı.
Önce ilk konu…
"Türbanlı hakimin karşısına çıktığım zaman adaleti yerine getireceği konusunda kuşkum var". Fikri Sağlar'ın Halk TV'de (Şirin Payzın-Kadri Gürsel-Emin Çapa'nın Sözüm Var programı) sarf ettiği bu sözler üzerine günlerdir konuşuluyor. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bu sözlere uzun süredir izlediği, muhafazakâr kesimi ötekileştirmeyen, birleştirici politikasının sonucu olarak hızla yanıt verdi. Dedi ki:
Bu tartışma artık Türkiye'nin gündeminden çıkmalı. Yok böyle bir tartışma. Kadının kılık kıyafetiyle uğraşmak diye bir şey olmamalı Türkiye'nin gündeminde. Kadınlar arzu ettikleri gibi giyinebilirler, arzu ettikleri gibi rahatça gezebilirler. Siyasetçi olarak bizim görevimiz herkese saygı duymaktır.
Tüm partilerden bu sözlerle ilgili tepkiler geldi. "Çıtayı yükselten" her zamanki gibi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan oldu:
Bu zat artık bu çağda yaşamıyor. Çok gerilerde kaldı. Bu ne yazık ki CHP zihniyetinin, faşizan anlayışının geçmişte olduğu gibi bugüne yansımasıdır. Eğer tarlada çiftçi olursan başörtü meşrudur. Ama bir üniversitede olursan başörtüsü yasaktır. Böyle bir mantık vardı. İnsanın giyimine, kuşamına göre değerlendirmeye kalkacak olursak bunu bir defa kalkıp da bir demokrasi ve fikir özgürlüğü olarak anlatmak, inanç özgürlüğü olarak anlatmak mümkün değildir.
Öyle kalkıp da Bay Kemal yanına iki tane başörtülü alıp, bununla milleti aldatma sürecini de bir kenara bıraksın. Geçin o işleri. Yanına iki tane değil 20 tane başörtülü koysan artık senin kim olduğunu, ne olduğunu gayet iyi biliyorlar. İnsanların başörtüsüyle uğraşmanın anlamı yok. Burada da hâkim, savcı, polis bu ülkenin her kurumunda bunları görecekler. Oy almak için bazı yerlerde görüyorsunuz, başörtülü birkaç kişiyi yanlarında adeta vitrin mankeni gibi getirip koymak kimseyi aldatmıyor. Geçti o işler.
Erdoğan'ın kendi partisinden olmayan "başörtülü/türbanlı" kişileri "vitrin mankeni" olarak nitelendirmesine tepkiler geldi. CHP'den, Millet İttifakı'nın diğer üyesi İyi Parti'nin Genel Başkanı Meral Akşener'den ve diğer tüm partilerden. İyi Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz "Sayın Erdoğan'ın başka siyasi görüşlerdeki başı örtülü kadınları ötekileştiren tutumunu da son derece tehlikeli buluyoruz" derken yine aynı partiden Ümit Dikbayır "Erdoğan başörtülü bacım derdi, vitrin mankenine döndü. Ayıplıyorum..." diye konuştu.
Başörtüsü/türban tartışması muhalefetin özellikle CHP'nin aleyhine olabilecekmiş gibi başladı ama… "Vitrin mankeni" sözüyle Erdoğan ötekileştirmeyi "kendi tabanında da rahatsızlık yaratacak" şekle dönüştürdü. Bir süredir cuma namazları çıkışı gazetecilerin sorularını "irticalen" yanıtlayan Erdoğan prompter'dan, yazılı metinden okumadığı zaman polemikler kendi aleyhine dönebiliyor. Türban/başörtüsü konusu buna örnek.
Gelelim iktidar ortaklarının kangrene döndürdüğü muhalefetin top çevirdiği Kürt sorununa. Bu konuda Millet İttifakı'nda kafalar karışık. Özellikle İyi Parti'de. Partinin genel başkanı Meral Akşener bu konuda farklı bir şey söylemek istiyor ama partisinden sürekli değişen isimler konuyu konuşulamayacak hale getiriyorlar. Sanırım kaçırdıkları bir nokta var. AKP'nin ve MHP'nin söylediklerini tekrarlayarak, onların yolundan gidilerek iktidara alternatif olunamaz. Ayrıca Kürt sorunu yokmuş gibi davranılarak, bu konuda yeni, birleştirici, yapıcı öneriler, politikalar getirilmeden Türkiye'nin demokratik geleceği planlamak da zorlaşır. Sağ siyasette; 1992 yılında Süleyman Demirel'in "Kürt realitesini tanıma" çıkışı, 1999 yılında Mesut Yılmaz'ın "Avrupa'nın yolu Diyarbakır'dan geçer" cümlesi sonu getirilememiş olsa da bir arayışın ifadesiydi. Yine sonuçlanmamış, şekli tartışılsa da barışa en çok yaklaşılan ise Erdoğan'ın başlattığı süreçti. Arayış ve süreç ne kadar samimiydi tartışılır ama özellikle sonuncusu bir ümit de yaratmıştı.
Şimdi "Kürtlerin yüzde 10-12 oyu var ona göre seçime doğru bir şey söyleriz ya da 2019'da yerel seçimlerde olduğu gibi özellikle büyükşehirlerde fark ettirmeden dayanışırız" diye hesap yapmak memlekete de yarar getirmez.
İyi Parti Genel Başkan Yardımcısı Yavuz Ağıralioğlu'nun Habertürk'te Eren Eğilmez'in sunduğu "Gerçek Fikri Ne?" programında söylediklerini okuyunca, bırakın "yeni bir söz-yeni bir yol aramayı" en az iktidar kadar ayrıştırıcı bir dile sahip olduklarını düşündüm. Ağıralioğlu programda şöyle konuştu:
Selahattin ismini çok görürüm Demirtaş demeyi seviyorum aslında. Selahattin, Sırrı, Hasip, Fatma, Emine ismini çok görüyorum. Çünkü bu isimler bir arada yaşama irademizin bin yıllık terkibi. Yüz binlerce Emine, Hasip, Selahattin vardır. Türklüğün, Müslümanlığın ortak şöhretli isimleridir bunlar. Biri peygamber kızıdır, biri şöhretli kumandaların ismidir. Bu topraklardaki aidiyet dünyamızın kültür dünyamızın isimleridir. O yüzden ben birkaç defa zikrettim ki, ya annelerinizin babalarınızın sizin kulaklarınıza okuduğu bu isimlerin mânâsına sadakat gösterin, milletin beraberliğine yürüyün ya da yaptığınız şenaate uygun isimler alın kendinize. Ben adamlara bizimle ortak dünyamıza tekabül eden isimleri çok görüyorum artık. …Ahmet Türk ismiyle insan milletine fitne olur mu? Hasip Allah'ın sıfatlarındandır. Allah'ın sıfatını kendine isim olarak alp memleketine fitne olur mu insan? Selahattin Türklüğün, Müslümanlığın ortak kahramanlığının ismidir. Selahattin ismiyle olur mu?..."
İsimler de bile "ayrıştırmaya" gitmek. İsimleri "çok görmek..." Kendini nereye konumlandırıyorsa artık…Türklerin ve Kürtlerin, bu memlekette eşit vatandaşlar olarak özgürce, adil bir şekilde bir arada yaşamaları için, daha az "popülizme" daha çok "ortak gelecek inşasının yollarını anlatan siyasete-siyasetçiye" ihtiyacı var. Popülizm üzerinden Erdoğan ile milliyetçilik üzerinden Bahçeli ile yarışmak, hem yarışanı başarısız kılar-aşağı çeker hem yeni politika üretilmesini engeller.
Üstelik kimi haklar vardır er geç alınır. Türban gibi, kendi dilinde kendini ifade etme gibi. 1980'lerde Diyarbakır Cezaevi'nde anneler evlatlarıyla Kürtçe konuşamadılar. Ya da Meclis'te kürsüde ana dillerinde bir cümle bile etmeleri büyük olaylara neden oldu? Peki vazgeçtiler mi?
Zana, 6 Kasım 1991 günü milletvekili yeminini ettikten sonra:
Min ev sond ji bo biratiya gele Tirk u Kurd xwend.
Yani "Bu yemini Türk ve Kürt halkının kardeşliği için okudum."
Peki bu cümleyi ettikten kısa süre sonra "aynalı bir odada" ifade veren Zana'ya savcı ne sormuştu:
"Niçin Kürtçe'de bu kadar ısrarlısınız?"
Zana: Benim annem Kürt, Türkçe bilmiyor.
Savcı: Öğretseydiniz.
Zana: Kürtçe o insanın ana dili.
Savcı: Yani Türkiye Cumhuriyeti sizin dilinizi mi verecek? Çerkesler, Abhazlar ne olacak?
Zana: Herkes kendi dilini, kültürünü yaşatsın ne var bunda?
Bu cevap üzerine savcı Zana'nın üstüne yürüdü, diğer savcılar engelledi. (Faruk Bildirici, Yemin Gecesi – Leyla Zana'nın Yaşam Öyküsü / Doğan Kitap / Sayfa 205)
Türkiye'de yaşayanların; demokrasiyle yönetilen, çağdaş bir anayasaya sahip, hukuk önünde herkesin eşit olduğu, ait olduğu ırk, sınıf, din, tercih sebebiyle ötekileştirilmediği bir memlekette olmak hakları. Muhalefet "geleceğe dair söyleyeceği sözü neredeyse tükenmiş iktidarın sözlerini mi tekrarlayacak" yoksa yeni bir umut yaratıp yeni bir hikâye mi yaratacak, göreceğiz.