Bugün yaşadığımız karşı-elitler arasındaki iktidar mücadelesinden demokratikleşme çıkabilir mi?
Türkiye’yle ilgili katıldığım uluslararası toplantılarda bir süredir şu sorunun yanıtını arıyorum. Türkiye’nin gidişatıyla ilgili Türkler tarafından nasıl oluyor da birbirinin bu kadar zıttı iki görüş ifade edilebiliyor? Basın özgürlüğü ve sivil haklar endekslerinden İnsani Kalkınma Endeksine kadar, tarafsız kuruluşların ürettiği objektif veriler uzun süredir Türkiye’de demokratikleşmenin iyiye gitmediğini gösteriyor. Buna rağmen neden birçok Türkiyeli katılımcı (samimi olmayanları bir kenera bırakırsak) Türkiye’nin (sorunlar olsa da) demokratikleşmeye devam ettiğini düşünüyor ve ümitleniyor?
Bu görüşü savunanlara defalarca hangi nesnel kriterlere göre bu saptamayı yaptıklarını sordum. “Kürt Sorunu’nu çözmek konusunda hükümetin elini taşın altına koyduğu” düşüncesi dışında elle tutulur sadece bir yanıt alabildim. Geçmişte devletten, ve devlete hakim olduğu düşünülen elit kesimden dışlandığını hisseden geniş bir kesimin bugün kendini artık makbul hissetmesi. Bu görüşü ifade den birçok insanın bizzat bu sürecin bir parçası olması. Yeni bir elitin parçası olarak iktidarı paylaştığını düşünmesi.
Geçmişte dindar, muhafazakar, İmam Hatipli veya kırsal kökenli olduğu için aşağılandığını hisseden birçok insan bugün kışlalarda veya “Ankara’ya gittiğinde” (buna Istanbul’un seçkin mekanlarını da ekleyelim) kendini daha iyi, oraların da sahibi olarak görüyor. Birçok insan da bu iyi bir şey olduğu için AKP’ye destek oldu.
Meselelere sadece kendisi açısından değil başkaları (ve toplumun bütünü) açısından da bakabilen bir entellektüel olarak Alev Alatlı AKP’ye neden oy verdiğini (ve hala desteklediğini) şöyle anlatıyor:
“Yerliler iktidara gelsinler diye verdim… Yerlilerin önündeki eğitimsel engeller kalksın, nepotizm, aferizm Allah rızası için son bulsun diye verdim. Bu ülkede ecnebi gibi yaşayan, Çiller, Yılmaz, hatta Ecevit gibi expat'lardan ve ekürilerinden usanmıştım. Toplum mühendisliği törpülensin diye oy verdim. Devlet, millet içindir şiarını tuttuğum için oy verdim. Kızımın mali kaygılarla orduevinde yaptığımız düğününe en sevdiğim insanların eşleri örtülü oldukları için gelemediklerini seneler sonra öğrendim. İçimde halâ yaradır... Onlar için oy verdim.” (Yeni Şafak, 21 Ocak 2014).
Alev Alatlı ayrıca AKP-Cemaat kavgasına atıfla “en kötü devlet bile devletsizlikten evlâdır” diyor. Bence hesap vermeyen devlet-hükümet de hesap vermeyen paralel devlet kadar tehlikeli. Bu konudaki düşüncelerimi ayrıca yazdığım için burada tekrarlamıyorum.
Ama karşı-elit meselesi önemli. Alatlı’nın kullandığı “yerli” (ve tabii bunun sonucu olarak “yerli olmayanlar”) sıfatının ne denli tehlikeli bir sıfat olduğunu ve dünyada ve Türkiye tarihinde ne denli büyük felaketlere yol açtığını şu an için bir kenara bırakalım. Expat ve eküri gibi sıfatları da şimdilik ekşi sözlüğe havale edelim. Türkiye’de AKP’yle gerçekleşen dönüşümün ve demokratikleşmenin aynı zamanda bir karşı elit projesi olduğu—dışlayıcı olduğuna inanılan laik elitleri ikame etme projesi--bilinen bir vakıa. Bunda çok şaşırtıcı bir şey yok. Toplumsal dönüşümlerde her zaman belli bir elit dönüşümü olur. Toplumun elit kesiminin genişlemesi, çeşitlenmesi de herhalde kötü bir şey değil,
Bu dönüşüm demokratikleşmeyle beraber olduğu sürece—yani herkes için geçerli kuralların demokratikleşmesi ve herkesin devlete karşı güçlenmesiyle birlikte—bir sorun yok. Hükümetten Yüksek Yargı’ya, Merkez Bankası’ndan Tübitak’a ve Kamu İhale Kurumu’na kadar devlet kurumlarının yönetici kesimleri değişebilir. Bu iktidar değişiminin doğal bir sonucu. İktidara yakın kesimlerin de şu veya bu şekilde bu kurumlardan göreceli olarak daha fazla faydalanması da siyasetin arzulanmayan ama engellenemez bir sonucu olarak görülebilir.
Bu kurumların azçok uygulanan bir hukuku ve kuralları var olmaya devam ettiği, bu kurallar zamanla daha şeffaflaştığı ve daha az dışlayıcı olduğu sürece bütün bu istismarlar bir yere kadar tolere edilebilir. Hala demokratikleşmeden bahsedilebilir.
Ancak Türkiye’deki dönüşüm bir süredir demokrasi artı karşı-elit projesi olmaktan çıktı. Sadece bir karşı elit projesine dönüştü. Hatta bu dönüşümü ideolojik nedenlerle isteyen muhafazakar kesimdeki bazı rahatsızlıklar da belki bunun bir sonucu. Onlar açısından da, İslamlaşma adına istedikleri, yani İslamileşme artı karşı-elit projesinin sadece şuursuz bir karşı-elit projesine (ve iktidar mücadelesine) dönüşmesi söz konusu.
Yeterince şeffaf olmayan kuralların yerine daha şeffaf kurallar değil daha da kapalı kurallar, hatta kuralsızlık ve hukuksuzluk hakim olmaya başladı. Yeni elit eski elitden de daha dışlayıcı davranmaya başladı. Şimdi AKP-Cemaat kavgası bağlamında kendi içinde de çatışıyor. Ve bunun sonucunda ayrıcalıklı devlet kesimi belki daha da daralacak.
Bu savruluşun meşrulaştırılmasında geçmişin ve laik düzenin (Alev Alatlı’nın söyleşisinde de görülen) orantısız entellektüel argümanlarla ve sıfatlarla eleştirilmesi büyük rol oynadı. Çoğu kendisi de kırsal kesimden gelen laik eliti dışlayıcı olmakla suçlamak başka şey, yerli olmamakla veya oligarşi olmakla suçlamak başka.
Geçmişte elit kesim yeterince kapsayıcı değildi. Kurallar yeterince tarafsız değildi. Kışlalarda ve başka kurumlarda müredeyyin insanlara birçok incitici uygulama yapıldı.
Ama sistemin kendilerini tamamen dışladığını ne Milli Görüşçü ne de Gülenci İslamcılar öne sürebilir. Başbakan Erdoğan hapis de yattı ama aynı zamanda özgür ve adil seçimlerle önce Istanbul Belediye Başkanı olabildi sonra da başbakan. İmam Hatipliler birçok haksızlığa uğradıklarını haklı olarak iddia edebilirler. Ama bu IHL’lerin herkesin ödediği vergi gelirleriyle finanse edilen devlet okulları olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Mezunu olmak şansına sahip olduğum iki elit devlet okulundan örnek vereyim. Istanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Türkiye’nin batılılaşma ve laikleşme projelerinin iki önemli ürünü. Toplumun her alanında önemli konumlara gelmeyi başarmış onbinlerce mezunları var. Laiklik ve batılılaşma gibi konularda bu kurumların her zaman belli bir duruşları olmuştu. Bu kurumlar içinde dünya görüşü ve hayat tarzı olarak makbul olanın laiklik ve batılılaşma olduğu her zaman belliydi. Bu kalıba tam uymayan öğrenciler eminim her zaman haklı olarak belli bir eziklik hissetmişlerdi. Ama bu kurumların tabi olduğu kurallar karşı eliti hiçbir zaman tamamen dışlamadı. Sonuçta bu kurallara göre, öğrencilerini herkesin girebildiği ve genelde adil merkezi sınav sistemiyle alıyorlardı. İdeoloji ve kökeni ne olursa herkes bu kurumlardan yararlanabildi. Örneğin Necmettin Erbakan ve Ahmet Davutoğlu da İstanbul Erkek Lisesi mezunları. Mezun olduktan sonra da kendi dünya görüşlerini koruyabilmişler geliştirebilmişler.
Türkiye’deki dönüşüm demokrasi artı karşı-elit projesi olmaktan çıkıp sadece karşı elit projesine dönüşünce gerekçesini de yitirdi.
Ergenekon, Balyoz davaları askeri vesayete karşı davalar mıydı yoksa sadece belli bir askeri eliti bertaraf etme projesi mi? Hükümet bugün bu davalardaki hukuksuzlukları ve adaletsizlikleri eleştiriyor ama sistemi daha adil yapmak için mi yoksa cemaate ve toplumsal muhalefete karşı orduyu ve devleti yanına almak için mi?
Eğer sistemi düzeltmek istiyorsa yapması gerekenler belli, AB süreci ve Ankara kriterleri bağlamında geçmişte söz vermiş olduklarını yapması yeterli.
Sistem aynı derecede adaletsiz ve dışlayıcı kaldıkça gerçek demokratikleşme ve kalkınma açısından hiçbir şey değişmez. Hele hele taraflı kurallar yerine kuralsızlık ve salt iktidar hırsı gelirse bu tam bir çöküş olur,
Alatlı’nın sözünü değiştirerek ifade edersek, en kötü kural (hukuk) kuralsızlıktan (hukuksuzluktan) evlâdır.