2011 yılından beri Türkiye demokratikleşmede yeni bir döneme girdi. Yasal olarak değil ama fiilen bir tek parti yönetimine yakın güce sahip olan ve çoğu kez—iyi niyetli işler yaparken bile--bir tek parti rejimi gibi konuşan ve davranan bir ikidar ortaya çıktı. Öte yandan Türkiye bugün sosyal ve ekonomik yapısıyla, bu duruma benzer koşulların daha önce de yaşandığı dönemlerden--başta Cumhuriyet’in kuruluş yılları olmak üzere 1950’lerin sonları ve askeri rejim dönemleri gibi--çok daha ileri ve çoğulcu bir ülke. Ergun Babahan’ın ifadesiyle, `Türkiye’nin ulaşmış olduğu düzey, bu çoğunlukçu görünen tekli yapıya uzun vadede katlanamaz” diye düşünebiliriz. Gerçekten de Gülen hareketi dahil olmak üzere toplumda özellikle burjuvazi içinde bu durumdan hoşnut olmayanların çok oldupu belli oluyor. Ama bu hoşnutsuzluk kendini nasıl ifade edecek, yeni demokratikleşme döneminde talepler ne olmalı? Geçmişte demokratikleşmeye bir dil ve yol haritası sunmakta önemli başarı gösteren liberal ve sosyal demokratlar yeni ne döneme uygun bir dil bulmakta zorlanıyor. Geçmişte kullanılan bazı kavramlar bugüne uymuyor. Zaten geçmişte de demokratikleşmenin sadece askeri vesayetin kaldırılmasına bağlanması gibi hatalar yapılmıştı. Bugün de benzer hatalar yapılırsa durum hiç de iç açıcı olmayabilir. Liberallerin AKP ile bugün bitmiş dansından alınması gereken önemli dersler var.
AKP’nin iktidara geldiği 2002’den sonra birçok liberal ve sosyal demokrat aydın dünya görüşünü benimsemese de, demokratikleşme adına ve beklentisiyle AKP hükümetini ve politikalarını en güçlü şekilde savundu. Nuray Mert, Ece Temelkuran gibi birçok aydını hatırlarsak, daha erken dönemlerden bu çizgiyi terkeden (veya terketmek zorunda bırakılan) ve hükümet hakkında şüphelerini dillendirmeye başlayanlar oldu. Ama gene de liberaller-AKP koalisyonunun aşağı yukarı 2011 yılına dek—yani liberal aydınların AKP’yi genelde desteklediği 2010 yılı referandumunun uygulaması belli olana kadar—yürüdüğünü söylemek mümkün.
2010’daki öngörüler gerçekleşmeyince liberaller-AKP koalisyonu büyük ölçüde çöktü. 2011 seçimlerinde AKP içindeki liberaller geri plana atıldı. Son iki sene içerisinde Ahmet Altan, Murat Belge, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Baskın Oran gibi birçok önemli aydın birer birer hükümeti kıyasıya eleştirmeye ve memleketin ve demokratikleşmenin gidişatıyla ilgili alarm zilleri çalmaya başladılar. Bunun sonucunda birçoğu çeşitli şekillerde işlerinden ayrılmak durumunda kaldılar ve farklı mecralardan düşüncelerini savunmaya devam ediyorlar. Bir toparlanma, özeleştiri ve yeni stratejiler oluşturma sürecinde oldukları söylenebilir.
Liberallerin hükümetin geçmişte izlediği reformist politikaların dilini ve fikirsel yapısını, dış dünyanın AKP iktidarındaki Türkiye’ye pozitif bakışını şekillendirmekte önemli rol oynamışlardı. Bir yandan eski demokratik kısıtlamaları ve tabuları yıkmak, bir yandan da hükümeti demokratik bir kulvarda tutmak için bir baskı grubu oluşturmuşlardı.
Türkiye’nin yeni demokratikleşme döneminde de önemli rol oynayabilirler ama bunun için geçmişteki bazı hatalarını tekrarlamamalarının yaşamsal olduğunu düşünüyorum. Yeni dönemde demokratikleşme geçmişte kullanılanlarla aynı söylemler, saptamalar ve stratejilerle savunulursa sonuç hüsran olabilir.
Gezi hareketinin de hükümetin anlamadığı önemli bir çoğulcu-demokratik potansiyeli olduğunu düşünüyorum ve onların da demokratikleşmeye katkıları eski bazı söylemlere ve saptamalara takılmayarak olabilir.
Geçmişteki yanlış saptamalardan ilki bence AKP’nin neden başarılı olduğuyla ilgiliydi.
1. AKP neden başarılı oldu?
2002’den son yıllara kadar Türkiye ekonomi, sosyal politika ve kısmi demokratikleşmede önemli dönüşümler gerçekleştirdi ve göreceli başarılar kazandı. Bunun birçok kaynağı vardı ama en önemli açıklayıcı etkenin ‘siyasal istikrar’ olduğunu düşünüyorum. 2007 internet memorandumundan 2008 kapatma davasına ve Deniz Feneri ve Ergenekon davalarına elbette krizler hiç eksik olmadı. Ama sonuçta hükümet düşmedi ve ülke zayıf koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmedi. Karar verme ve yönetme yetisini hem oy gücüne dayanarak hem de askeri-bürokratik vesayete karşı güçlenerek artıran bir tek parti hükümetiyle yönetildi. Geçmişte hükümetler rasyonel kararlar almak istese de alamıyor veya aldıkları kararları uygulayamıyordu. AKP ise ideolojik değil rasyonel saiklerle karar verebildiği her yerde bu kararları hem uygulayabildi hem de başarılı oldu ve puan topladı. Bunun sonucunda güven sağlandı, önemli rasyonel kararlar alınabildi ve uygulanabildi.
AKP’nin en büyük başarısı bu istikrarı başarmak oldu. Bunun sonucunda geçmiş hükümetlerin isteseler de dokunamadıkları, dokununca da iktidarlarını yitirdikleri askeri vesayet ve Kürt sorunu gibi en yaşamsal sorunlara el atabildi ve haklı olarak alkışlandı.
Ama ne yazık ki gerek içeride gerekse de yurtdışında bu gücün kaynağı olarak genelde AKP’nin kimliği ve ideolojisi gösterildi. Yani “ılımlı İslamcı” veya “muhafazakar demokrat” dünya görüşü. Bu ideoloji veya vizyon objektif olarak incelendiğinde yeterince tutarlı, çoğulcu ve demokratik olmadığı açıkça belli oluyordu; ama bu gözlemler ve akademik araştırmalar AKP’ye destek olmak adına göz ardı edildi ve partinin ideolojik ve kültürel kimliği ön plana çıkarıldı. AKP’nin ideolojik muğlaklığını gösteren çalışmalar yerine, onun İslamcı değil “muhafazakar demokrat” olduğunu gösterdiği iddia edilen araştırmalar “sağlam” araştırmalar olarak pompalandı. Oysa AKP’nin başarısı ‘yapmak istediklerinden’ ve tahayyül ettiklerinden yani fikirlerinden ve ideolojisinden çok yapabildikleri ve yaptıklarıydı ama bu görülemedi.
Liberallerin AKP’nin yaptıklarını değil ideolojisini ve kimliğini vurgulamasının vahim sonuçları oldu. Bu ideolojinin ve kimliğin otoriter yönleri dillendirilemedi, dillendirenler haksız suçlamalarla susturuldu. Toplumsal kimlikle demokratikleşmenin önderi olmak arasında yanlış bir ilişki kuruldu ve dünyada Türkiye’yi demokratikleştirmek için muhafazakar bir kimliğe sahip olmak gerektiği gibi yanlış bir kanı oluştu.
Belki en önemlisi de AKP kendi ideolojisi ve kimliğiyle ilgili abartılı ve yanlış bir özgüvene kapıldı. Türkiye’de gerçek anlamda demokrat ve çoğulcu-özgürlükçü bir ideoloji bence henüz yok. Ama AKP bu ideolojiye sahip olduğu düşüncesine kapıldı ve ideolojik kararlar almaya başladı. O kadar körleşti ki, Gezi’nin nüvesindeki özgürlükçü-demokratik potansiyeli bile—AKP dışındaki bir muhalefet nasıl özgürlükçü olabilir ki—göremedi. Şimdi onu marjinalleştirmek isterken belki de radikalleştiriyor.
Endişem şu ki, yeni dönemde de benzer bir yaklaşım bu sefer yeni aktörlerle izlenirse, bu gerçek anlamda çoğulcu bir toplumun inşasına hizmet etmeyecektir.
Örneğin Hasan Cemal’in genel olarak katıldığını söylediği bir söyleşisinde Mustafa Akyol, AKP içinde otoriter ve özgürlükçü dini eğilimlerin rekabet ettiğini ve “eğer bir Müslüman liberalizmi olacaksa, yine bu Türkiye’de olacak” diyor. Nu düşünce ilk bakışta gayet makul ve mantıklı gözüküyor. Ama aslında bahsettiğim, çözümü ideolojide arama hatasının tipik bir örneği. Türkiye’de pratikte tutarlı olan liberal (veya çoğulcu) Müslümanlar var. Ve onlar elbette demokratikleşmenin aktörlerinden biri olmalılar ve onlarla ortak çalışılmalı. Ama fikirsel ve ideolojik olarak gelişmiş bir İslami liberalizm olduğunu düşünmüyorum. Zaman içinde çıkmasını ben de arzu ederim ama Müslüman bir John Locke’ın çıkması daha çok zaman alabilir.
Kısacası dindar Müslümanlar elbette demokrat veya liberal olabilir ve onlarla el ele verilmeli. Ama Müslüman liberalizminin ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Dolayısıyla demokrasiyi Müslüman liberalizminde veya başka ideolojilerde arayamayız. Dünyada işlediği gösterilmiş kural ve kurumlarda, demokratik davranış normlarında aramak durumundayız. Yani yeni demokrasi koalisyonu kimlik değil somut politikalar üzerinden kurulmalı.