Hükümetin seçim başarılarını açıklayan önemli bir neden olan çalışan iktidar imajının altında ne yatıyor? AKP’ye oy veren veya vermeyen herkesin uzun zamandır kabul ettiği birşey var. Marmaray’dan hızlı trene, ücretsiz ders kitaplarından yaşlı ve düşkünlere yardım hizmetlerine kadar ülke düzeyinde çok iş yapılıyor. İktidar çalışkan. Hiç kuşkusuz yaptığı işler çok eleştirilmeyi hak ediyor. Daha planlı, kaliteli, verimli ve adaletli şekilde yapılabilir. Yolsuzluk olmadan veya en aza indirilerek gerçekleştirilebilir. Önceliği insana ve doğaya vererek yapılabilir ve yapılmalı. Ranta ve inşaata dayalı kalkınma modeli sürdürülebilir ve toplum yararına değil. Önceliklerin farklı belirlendiği ve sürdürülebilir bir kalkınma modeli mutlaka geliştirilmeli. Zaten muhalefetin sorunu da biz bunları ve daha fazlasını daha iyi şekilde yapacağız demekte zorlanması. Veya dese de inandırıcı olamaması.
Ayrıca kâr ve iktidar hırsının hemen hemen her şeyin önüne geçtiği son yılları da öncekilerden ayırmakta fayda var. Bugün farklı bir yerdeyiz. Ama hala bir sürü iş yapıldığı kesin. AKP’nin kadroları gerek yerel gerekse de ulusal düzeyde çok çalışıyor. Buna seçim ve parti çalışmaları da dahil. Seçmenin ayağına gidiyor, proje üretiyor. Oy toplamak için de çalışıyor iş yapmak için de.
Peki bunu mümkün kılan ne? AKP kadroları neden daha çok ve daha etkili çalışıyor gözüküyor? Yakın zamana kadar sosyal bilimciler bu soruya—elde sağlam kanıtlar olmasa da--dindarlıkla bağlantılı bir yanıt verme eğilimindeydi. Dini inancın ve cemaat bağlarının sağladığı disiplinin, bir tür idealizmin ve kanaatkarlığın önemli olduğu düşünülürdü. İnancın egolara ket vurmakta yararlı olduğu izlenimi vardı. Bu kanaatlerin, 1990’lı yıllardaki iktidarların katıksız yolsuzlukları ve zayıflıkları karşısında ümitsizliğe kapılan birçok özgürlükçü aydının AKP’ye saygı ve sempati duymasında önemli rol oynadığını düşünüyorum.
Gerçekten de din ve cemaat bağlarının ortak ve disiplinli çalışmayı kolaylaştıran bir tür sosyal sermaye sağladığı açık. Biat kültürü de çok tartışıldı. Laikler her zaman daha özgürce olmasa da daha sesli bir şekilde tartışabiliyor. Ama ortak çalışmakta ve tek ses olmakta zorlanıyor. Dindarlarsa sessiz tartışıp tek sesli ortak iş yapıyor. İdealizm erken dönemlerde İslamcılığın başarısına büyük katkı yapmıştı. Bir tür kanaatkarlık ve payına razı olma alışkanlığı da önemli.
Ama eskiden de bilinen bir şey bugün gittikçe daha iyi ve tüm çıplaklığıyla anlaşılıyor. Başımızı kaldırıp nereye bakarsak. Bu çalışkanlığın asıl ve daha temel lokomotifi kişisel kazanç ve çıkar. Adını koyalım yolsuzluk. Sadece rüşvet ve yasadışı komisyon gibi büyük ve açık suçlardan bahsetmiyorum. Yapılan bütün işlerden, kamu görevlisi veya özel tüm çalışanların bir şekilde yasal gelirleri ve konumları dışında çıkar sağlamasından bahsediyorum.
Yapılan işlerde çalışan değişik düzeylerdeki herkes bir şekilde kamu malına ve toplum çıkarına bir kaşık atıyor. Tabii en alt düzeyde çalışanla en üst düzeydekinin sağladığı çıkar arasında muazzam bir eşitsizlik ve adaletsizlik var. Alttakiler kredi kartı taksitlerini daha rahat ödeyebilmekten mutlu olurken, en üsttekiler cari açığı kapatmakla övünebilecek kadar kârlı bir konumdalar. Ama herkes bir şekilde bu kaşıklama sisteminden yararlanıyor ve saadet zinciri işlemeye devam ediyor. Belki de bu nedenle hükümetin yasa yapma anlamında ‘en çalışkan’ olduğu, ve AB müzakerelerine ve reformlarına direndiği alanlar arasında kamu idaresi meselesi ve Kamu İhale Kanunu ve benzeri yasalarda yapılan değişiklikler var. Bunlar yolsuzluğa imkan veren boşluklarla dolu.
Bu durum hükümetin istese bile yolsuzluklara ve alenen toplum çıkarına aykırı olan projelere engel olamayacağını da işaret ediyor. İktidarda kalmak için iş yapmak, iş yapacak insanları bulmak için de bu hırsları tatmin etmeye devam etmek zorunda.
Tüm bunlar dini bağların bu sistemde rol oynamadığı anlamına gelmiyor. Dini inanç ve bağlar tüm bu düzenin ve ilişkilerin belli bir disiplin ve sistematik içinde yürümesine yardımcı oluyor. Yapılanlara meşruiyet sağlamakta kullanılıyor. Herkes belli bir disiplin içinde konumuna ve çalışmasına göre fayda sağlıyor. Tabii bu sistemin son yıllarda bozulduğunu, menfaatlerin gitgide daha düzensiz ve adaletsiz bir biçimde paylaşılmasının iktidar bloğunda rahatsızlık yarattığını hissediyoruz. Belki de cemaatler arası savaşların önemli bir nedeni de bu.
Buradan muhalefet için şu sonuç çıkıyor. Muhalefet partilerinde de kişisel kazanç beklentisiyle çalışan insanların çok olduğunu biliyoruz. Hatta halk arasında iktidardaki siyasiler nasılsa küplerini doldurdu, muhalefetin küpü yıllardır boş kaldı onlar gelirse şimdi daha da fazla yolsuzluk yapar şeklinde bir kanaat oldukça yaygın. Muhalefet daha fazla yolsuzluk yapmayacağını nasıl taahhüt ediyor? Yolsuzlukları önlemek adına, hukuk devletini işleteceğiz gibi genel ifadeler dışında hangi somut projeleri hayata geçirmeye söz veriyor? Belki Türkiye gerçekliğinde en önemli soru ise şu. Dürüst ama iş de yapmayan bir iktidar olmayacağını nasıl taahhüt edebilir? Eğer din ve cemaat bağlarına dayanmayacaksa, ‘çalışkanlığı’ nasıl sağlayacak? Dürüst ama iş de yapmayan, veya daha da kötüsü hem yolsuz hem de beceriksiz bir yönetim olmayacağının garantisi ne?
Muhalefet bu sorulara üç şekilde yanıt verebilir. Birincisi her düzeyde ama özellikle makro düzeyde somut ve inandırıcı kadolar oluşturmak ve topluma tanıtmak. Somut başarılarla alanında yetkinliğini kanıtlamış isimlerle. İkincisi yolsuzluklara ket vuracak somut kurumsal düzenlemeleri yapmayı taahhüt ederek. AB müzakareleri sürecindeki özellikle kamu alımları faslındaki reformlar bu konuda büyük fırsat. Üçüncüsü de seçimlerde başarılı olmak için yaşamsal önemde. Özellikle saadet zincirinin alt halkalarını oluşturanların muhalefet gelirse refah kaybına uğrama kaygılarını giderecek aile sigortası benzeri sosyal projelerle ve sözlerle.
Tüm bunlardan hepimiz için ama özellikle dindar olanlarımız için çıkan temel soru ise şu. Dinin ‘iş yönetiminde’ bu tür bir rol oynaması dini ve imanı nasıl etkiliyor? En büyük kötülük dine ve inanca yapılmıyor mu? Din hırsa ve yolsuzluğa kılıf yapılmıyor mu? İstismar edilmiyor mu? Bu durum göz kapanamaz noktalar gelmedi mi?
Son olarak bir soru da samimi anlamda dindar-muhafazakar kanaat önderlerimiz için. Tüm bunlar laiklik prensibinin de geçmiştekinden çok daha fazla ciddiye alınması ve en başta dindarlarca sahiplenilmesi gerektiği anlamına gelmiyor mu? Bu konudaki birkaç düşünceyi de yarınki yazımda tartışacağım.