10 Ağustos 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminden beri Türkiye’de yürütme gücü adım adım Bakanlar Kurulu’ndan Cumhurbaşkanlığı’na geçti.
Yeniden inşa edilen ve adım adım büyüyen Cumhurbaşkanlığı, daha önce mevcut olmayan yeni bir yönetim erki haline geldi.
Cumhurbaşkanlığı’nın resmi bütçesi ve örtülü ödeneği, danışmanları ve personeli aşama aşama arttı.
Sınır geçen yıl kaldırıldı ve şu anda Cumhurbaşkanı’nın 30 civarında “başdanışmanı” var. Her birinin faaliyetleri bir veya birkaç bakanlığın alanında yoğunlaşıyor.
Resmi imza ve uygulama yetkisi bakanlarda ve Bakanlar Kurulu’nda. Ama belli ki uzun vadeli siyasi kararlar daha çok Cumhurbaşkanlığı tarafından alınıyor. AB, Rusya ve Suriye ile ilişkilerden ekonomi yönetimine kadar uzun vadeli stratejiler ve resmi söylemler orada belirleniyor.
Bu kararların alınmasında “yönetim” yani Cumhurbaşkanlığı’nı oluşturan danışmanlar ve ekipler, varsa başka kişi ve gruplar, tam olarak nasıl bir rol oynuyor, yetki dağılımları ne, bunu halk olarak bilmemiz mümkün değil. Oysa bunu—denetim bir yana—en azından bilmek en temel demokratik hak.
Çünkü Bakanlar Kurulu’nda olduğu gibi yapılan toplantılar ve kamuoyuna açıklanan resmi kararlar söz konusu değil. Danışmanların birçoğunu tanımıyoruz. Bakanlar ve Bakanlar Kurulu’nda olduğu gibi Meclis’ten güven oyu almış değiller. Aslında haklarında bilgiye ulaşmak da çok kolay değil. Cumhurbaşkanlığı’nın resmî sitesinde “genel sekreterler” ve “özel kalem müdürleri” hakkında bilgi veriliyor.
Fiilî durum bu.
Referandumda oylanacak anayasa değişiklikleri de bu durumu tahkim etmek için öneriliyor.
Değişikliklerin en sakıncalı boyutlarından birini bu oluşturuyor.
Eğer referandumda evet çıkarsa, mevcut fiilî yönetim yani Cumhurbaşkanı ve danışmanları daha da güçlenecek ve süreç içinde resmen bakanların ve Bakanlar Kurulu’nun yerine geçecek.
Yeni yönetimde seçilmiş Cumhurbaşkanı (milletvekili seçilme koşullarına sahip) istediği herkesi yardımcısı ve bakan olarak atayabilecek. Bakanlık ve yardımcı sayısını ve yetkilerini de değiştirebilecek. Cumhurbaşkanlığı makamının herhangi bir nedenle boşalması halinde yenisi seçilene kadar onun yetkilerini yardımcıları kullanabilecek.
Yönetimde kilit rol oynayan bu Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar halk tarafından seçilmiş olmayacaklar. Halkın seçtiği Meclis’ten güven oyu da almayacaklar.
Mevcut parlamenter sitemimizde de dışarıdan bakan atanabiliyor ama Bakanlar Kurulu Meclis’in güven oyuna tabi. Görevinde başarısız olan bakanlar ise Meclis’te gensoruyla düşürülebilir. Bu nadir gerçekleşen bir durum. Ama gene de böyle bir yetki var olduğu için bakanlar kendilerini Meclis’e ve Meclis’te çoğunluğu olan partilerine karşı sorumlu hissediyorlar. Kendilerini dizginliyorlar.
Oysa demokratik başkanlık sistemlerinde başkanın beraber çalışmak istediği bakanların göreve gelmeden önce mutlaka yasama tarafından bir şekilde denetlenmesi ve onaylanması gerekir. Örneğin ABD’de, başkanın önerdiği bakanlar, seçilmiş vekil ve senatörler tarafından son derece titiz bir sorgulamaya tabi tutulurlar. Bu mülakatlar halka açıktır ve televizyondan yayınlanır. Liyakatlarını ve güvenilirliklerini halkın önünde ispatladıktan ve onay aldıktan sonra göreve başlayabilirler.
Bizde önerilen sistemde ise böyle bir denetleme mekanizması yok. Tek karar verici Cumhurbaşkanı. Dolayısıyla halka ve seçilmiş temsilcilerine ait olan bir denetleme hakkı, bir tek adama (veya kadına) yani seçilmiş Cumhurbaşkanı’na devrediliyor.
Ama aslında o tek kişiye de altından kalkması çok zor bir yük yükleniyor.
Cumhurbaşkanı hatalı bir atama yapmak isterse bunu halkın veya Meclis’in denetlemesi ve düzeltmesi mümkün değil.
Bir kere atandıktan sonra da Meclis bakanları ancak, “görevleriyle ilgili suç işlerlerse” –o da 400 milletvekili ve Anayasa Mahkemesi ikna olursa--görevden alabiliyor. Eğer suç işlememişlerse, yani kötü veya sorumsuz yönetimden dolayı yapabileceği bir şey yok. Örneğin bir bakanın eğitimde veya dış politikada halkın ve halkın temsilcilerinin bulunduğu Meclis’in onaylamadığı politikalar uyguladığını düşünelim. Bu bakan veya yardımcı Cumhurbaşkanı’yla ters düşmediği sürece yapılabilecek hiçbir şey yok. Beş yılda bir yapılacak seçimler dışında demokratik denetim söz konusu değil. Milletvekilleri “soru sorabiliyor” ama yanıt vermek için bakanların Meclis’e gelmelerine bile gerek yok. Sadece yazılı yanıt verebilirler.
“Devletin başı” olacak ve devlet kurumlarının uyumlu ve tarafsız çalışmasını sağlamaktan sorumlu olan Cumhurbaşkanı, aynı zamanda bir partinin üyesi ve muhtemelen başkanı olacak. Bu kendi başına zaten yeterince sakıncalı. Çünkü devleti bir arada tutabilecek partiler-üstü bir makam ortadan kaldırılıyor. Cumhurbaşkanı istese de istemese de, validen polise ve yargıca devleti oluşturan memurlar kendilerini devletten çok siyasi bir partiye karşı sorumlu görmeye başlayabilir. Parti devleti problemi büyüyebilir.
Sadece Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olan “yönetim” yani Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar ise bu problemi daha da perçinleyecek.
Meclis tarafından onaylanmayan ve denetlenemeyen, siyaseten sadece Cumhurbaşkanı’na yanıt veren bakanlar yalnızca yönetimde büyük bir güç kazanmayacaklar. Aynı zamanda iktidar partisi üzerinde de büyük bir nüfuz elde edecekler. Çünkü iktidar partisi üyelerinin Meclis ve seçilmiş vekiller yoluyla bu bakanları denetlemesi de çok zor. Yani şu anda Adalet ve Kalkınma Partisi olmak üzere iktidar partisi ve seçilmiş vekilleri de güçsüzleşiyor.
Halk tarafından seçilmeyen, halkın temsilcileri ve çoğunluk partisi tarafından onaylanmayan ve denetlenmesi çok zor olan, dolayısıyla meşruiyet zaafından muzdarip olabilecek, ama en kritik kararları alma ve uygulama yetkisine sahip olan bir yöneticiler zümresi ortaya çıkabilir.
Böyle bir yönetimi, kişisel özellikleri ne olursa olsun “güçlü bir Cumhurbaşkanı’nın” da kontrol etmesi ve dizginlemesi çok zor olacaktır. Kontrol edilmesi zor bir yönetim ise er veya geç, ya kendisini ya da kendisini kontrol etmekten sorumlu olan makamı zayıflatacaktır. Yani referandum sonucu ne olursa olsun ortaya çıkacak yönetim zaaflarını öngörmekte ve çözüm düşünmekte fayda var.
Dolayısıyla “güçlü devlet”i bir kenara bırakalım, önerilen değişiklikler “güçlü bir Cumhurbaşkanı” mı yaratıyor o da son derece tartışmaya açık.