Ahmet Kekeç’in benim yazıma cevabını (“Ben bu klan saldırısıyla nasıl baş edeceğim?”) okuyunca bir ümit olduğunu düşündüm. Bizim matbuatta pek rastlamadığımız bir şey yapmış çünkü, hatasını kabul etmiş. Fakat aklıyla yaptığını (hatasını kabul etme erdemini) egosuyla yıkmış. Yıkmasaydı, keşke yıkmasaydı, cevabı beş, altı satırdan ibaret, ama ibret verici bir yazı olacaktı; Türk medyasına önemli bir ders vermiş olacaktı.
Anladığım kadarıyla, Ahmet Kekeç, bilmediği konuları hissiyatıyla doldurmayı huy edinmiş. Beni şu veya bu “klan”la anarak kendini bile kandıramaz, beni bilmeyenleri ancak...
Kekeç, mertçe hatasını kabul edip çekilmek yerine, başkalarına olur olmaz günahlar yakıştırarak (yaraştırmacı gazeteciliğinin bir örneği ve anlaşılabilir bir psikolojik durum) kendi günahını kamufle etmeye çalışıyor. En iyisi, Ahmet Kekeç’in yazısını ve durumunu bir gözden geçirelim.
“Mustafa Alp Dağıstanlı’ya gelince...
“Esasında itiraz etmeyeceğimiz, her türlü “karşı çıkışın” zait kaçacağı bir yazı yazmış. Muhatabını incitmek (itibarsızlaştırmak) cehdiyle kaleme alınmış olsa da, büyük ölçüde altına imza atacağım bir yazı...”
Güzel. Bence durumu anlatıyor bu cümle. Eğer bu cümledeki gibi hatasını kabul etme erdeminde kalmış olsaydı, “muhatabını incitme (itibarsızlaştırma)” çabam boşa çıkmış olacaktı ve Kekeç büyük bir itibar kazanacaktı. Ben de şu anda yazdığım yazı yerine onu yücelten başka bir yazı yazacaktım. Fakat bu erdem basamağında aklı egosuna takılmış ve aşağı yuvarlanmış:
“Fakat, Dağıstanlı’nın karnının şişi var...
“Bu şiş inmedi ve Ahmet Kekeç’e çakmak için aradığı fırsatı dokuz yıl sonra buldu... Pek sabırlıymış.
“Biz vaktiyle bu arkadaşla ‘editoryal bağımsızlık’, ‘etik’, şu bu, güzel güzel söyleşir dururduk... Meraklısı arşive girip baksın, ‘kelamın sefaleti’ diye üst perdeden atıp tutan Mustafa Alp Dağıstanlı’nın o güzelim hallerini görsün... Ve, dokuz yıl beklemeye değip değmediğinin değerlendirmesini yapsın.”
Ahmet Kekeç, gerçekten bazı şeyleri yanlış hatırlıyor veya hissiyatıyla dolduruyor boş bulduğu yerleri. Karnımın şişi olması ve “dokuz” yıl “çakmak için beklemiş” olmam da bunlardan biri. Sözünü ettiği “söyleşip durmamız” dokuz değil yedi sene önceydi, Eylül 2005. Okuruna ettiği tavsiyeye kendi uysaydı, doğru tarihin yanı sıra başka şeyler de görecekti. “O güzellim hallerimi” o iki yazıda mesela şöyle tarif etmiş Kekeç:
“Benim ilgimi hassaten, Mustafa Alp Dağıstanlı’nın söyledikleri çekti.
“Kendisini tanımıyorum. İsmini duymuşluğum var. Bir önemli televizyon kanalında önemli bir görev ifa ettiğini biliyorum. Zaten yazısında bol bol, ‘editoryal çalışma’, ‘sayfaların görsel tasarımı’, ‘haber analizi’ gibi ifadeler geçiyor. Mesleğin içinde, üstelik göbeğinde bulunan bir arkadaşımız. Bu yazıya oturmadan önce soruşturdum, ‘fevkaladenin fevkinde’ bir gazeteci olduğunu söylediler. Eyvallah.”
Veya:
“Dağıstanlı Medyatava’da cevap vermiş. Hemen belirteyim, son derece müeddep ve sağlam bir yazı.”
Neyse, biz yine bugüne dönelim...
“Mustafa Alp Dağıstanlı’nın, içinde ‘namus, ahlak, dürüstlük ve zekâ’ geçen ifadelerini, o ifadelerdeki açık tahkir çabasını kınadığımı, hakkıma düşen ‘hakaretleri’ aynen kendisine iade ettiğimi belirteyim.”
Benim sempatik bulduğum ve Ahmet Kekeç’in o kof heyheylenmesinin altında normal bir insan gördüğüm cümlelerinden biri de bu. Şunu neden görmüyor acaba Ahmet Kekeç: Benim bu “açık tahkir”imin hedefi, kendisinin de yazmaktan pişmanlık duyduğu, eleştirilerime tamamen katıldığı yazısı. Hâlâ o yazının yukarıda saydığım o dört kritere uymadığını düşünüyorum ve pişmanlığı, Ahmet Kekeç’in de zaten öyle düşündüğünü gösteriyor. Ahmet Kekeç’in namussuz, ahlaksız, zekâsız ve dürüst olmadığını söylemiyorum. Tanımıyorum kendisini ve beni de ilgilendirmiyor işin o tarafı.
“Başkalarını namus ve ahlaktan sigaya çekenlerin, en az sigaya çekilenler kadar “namuslu” ve “ahlaklı” bir yazarlık tutumunu, haysiyetli bir siyasal pozisyonu temellük etmeleri gerekir ki, Mustafa Alp Dağıstanlı arkadaşımız kendisini sınayabileceğimiz alanlardan kaçmakla, o alanlarda fazla görünmemekle maruf bir arkadaşımızdır... Dolayısıyla, namuslu ve ahlaklı kalmayı başarmış bir kişidir.”
Gayet sorunlu, ama gayet sorumsuzca yazılmış bir cümle. Ahmet Kekeç, benim itirazımın, peki “açık tahkir çabam”ın sebebini anlamamış. Ben fikirlerinden dolayı bir şey demiyorum ki Kekeç’e. Benzer düşünüyor olsaydık da (bazı konularda benzer düşünüyoruzdur zaten belki) aynı eleştiriyi yapacaktım. O yazıyı yazma yöntemine itiraz ediyorum. Söylemediği şeyleri birisine söyletmesine, hafızasının boş yerlerini hissiyatıyla doldurmasına... Dolayısıyla, onun siyasal pozisyonuyla ilgili değildim.
Fakat kendisi, benim siyasal pozisyonumun haysiyetli olmadığını ima ediyor. Net bir şey diyemiyor, çünkü sınayabileceği alanlardan kaçıyormuşum. Nedir bu alanlar acaba? Söylese bir cevap verebileceğim belki. Ben şu kadarını söyleyeyim o zaman: Uzun bir zamana yayılan yazılarımda “siyasal pozisyonumu” herkes gayet net olarak görebilir. Ve Ahmet Kekeç’in de, bazılarına katlımasa da, en azından haysiyetsiz bulmayacağına eminim.
“Mustafa Alp Dağıstanlı’nın haklı olduğu taraf şu:
“Murat Belge’yi eleştirirken ölçüsüz davrandım.
“İncitme kastım yoktu ama değer verdiğim, siyasal yaklaşımlarını büyük ölçüde benimsediğim ve benim için her zaman ‘öğretici’ olmuş bir büyük insanı incittim... (...) Bugün olsa, o yazıyı başka türlü yazardım.”
İşte Ahmet Kekeç’e sempati beslememi sağlayan birkaç cümle de bunlar. Ama dediğim gibi, mesele “ölçüsüz eleştiri” değil, o beni bir gazeteci olarak, bir gazetecilik sorunu olarak hiç ilgilendirmeyecek bir şey. Ben o yazıda da, burada da Ahmet Kekeç’in siyasal pozisyonunu sorgulamıyorum, Murat Belge’nin siyasal pozisyonuyla da ilgili değilim. O yazıyı gazetecilik açısından kabul edilemez buluyorum. Şu anda söz konusu ettiğim yazısında da örnekleri göründüğü gibi, kanıt göstermeden kimseyi suçlayamazsınız. Entelektüel sorumluluk bunu gerektirir.
Ahmet Kekeç, “Bugün olsa, o yazıyı başka türlü yazardım” diyor. Eyvallah. Fakat buradan sadece onun değil, gazetelerin de çıkarması gereken büyük bir ders var, Ahmet Kekeç’in, yedi yıl önceki o söyleşmelerimizde, çok üzerinde durduğum için hafiften takıldığı editörlük meselesi. O yazısına bir editör, gerçek bir editör baksaydı Kekeç bu nedamet cümlesini yazmak zorunda kalmayacaktı ve doğrusu da oydu. Bizim gazete ve televizyon yöneticilerimiz, galiba, sadece sansürlenecek bir şey var mı gözüyle bakıyorlar yazılara.
Ahmet Kekeç arkadaşımızın bütün bu “süreç”te bir ders aldığını sanıyorum, görüyorum. Hatasını kabul etmesini, hele şu berbat Türk medya ortamında cesaret sayıyorum. Cesaret biraz utanmış, ama olsun. Sözünü ettiği için şunu da daha net olarak söyleyeyim: Yazısını, daha doğrusu, o yazıdaki tutumunu çok ağır eleştirdiğim için üzüldüğünü görüyorum. O yazı o ağır eleştiriyi, Ahmet Kekeç de üzülmeyi hak etmişti. Ve bu iyi bir şey. Ben üzmedim Ahmet Kekeç’i, üzülmesine vesile oldum. Olgunlaştırıcı ve olumlu bir şey, yazdığı o berbat yazı yüzünden üzülmesi. Ama benim kastım Ahmet Kekeç’in kişiliğine değildi.
Son söz olarak, peki, yedi yıl önceki o “güzel güzel söyleşip durmamız”ın hatırına sığınarak şunu isteyeyim: O yazılardan birinde, gazetecilerin “otorite” ile kurdukları ilişkiyi kurcalamamı tavsiye ediyordu. Ben de şimdi aynı şeyi Ahmet’ten istiyorum, özellikle “sizin” cenahın iktidarla, tabii özellikle AKP iktidarıyla, kurduğu ilişkiyi kurcalayabilir misin? İstersen beraber de kurcalayabiliriz.
***
HAMİŞ: Ahmet Kekeç, “güzelim hallerimi” göstereceğini düşündüğü o yazıların linkini veya başlağını vermemiş, ben vereyim de merak eden okur bir baksın, bakalım ne görecek:
MAD: Yazarlar köşe, yazılar yuvarlak
AK: Köşe yazarı adı verilen garip yaratık!