Cezaevlerindeki PKK'lıların açlık grevleri, 68. gününde, ölümün sınırında bitti. Öyle anlaşılıyor ki, eylemin ölümsüz bitmesinde, hükümet içinden Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in çabası, dışarıdan görebildiğimizden daha büyük. Fakat açlık grevi yapanların taleplerine toplumun çeşitli kesimlerin sahip çıkmasının oluşturduğu baskının da inkar edilemez etkisi oldu. Kürt meselesinde yeni bir müzakere sürecinin başlaması konusundaki ümitlerin ve adımların arkasında bu sivil hamle de var. Fakat yeni sürecin önünde, her zamanki gibi, tuzaklar da yok değil. Aşağıdaki yazı 15 ay önce, yine Kürt meselesinin müzakereler yoluyla çözümünün konuşulduğu sırada yine bu sitede yayınlanmıştı. Geçerliliğini koruduğunu sanıyorum ve yazıda sözü edilen araştırmaların katkı yapabileceğini umuyorum.
***
“Şiddet kullanımı, tüm eylemler gibi, dünyayı değiştirir, ama bu değişimin en muhtemel sonucu daha şedit bir dünyadır.” (Hannah Arendt) Bu yazıyı dört sene kadar önce yazmaya niyetliydim. Kürt meselesinde hem devlet hem PKK --bir çıkar yol olmadığı kanıtlanmışken– silahlı mücadeleye sıkı sıkı sarılmıştı. O sırada birkaç araştırma okumuştum; 2007’de bir araştırma yayınlanmıştı; vardıkları sonuçlar bizi de yakından ilgilendiriyordu. Bu yazıyı o zaman yazmamış olmam, en azından tamamen benim tembelliğimden kaynaklanmadı. Otuz binden fazla insanın canını almış bu meseleyi daha barışçı yollarla çözme ihtimali belirdi. Daha önce de böyle ihtimaller ortaya çıkıp durmuştu, ama yine de “Nihayet bu çıkmaz yolu bırakıyoruz galiba” diye düşündüm ve yazının da artık hükümsüz kaldığına hükmettim! Ne de olsa umudun şahlanmak için kırbaca ihtiyacı yoktur.
İki yıl kadar önce, benim gibi düşünenlerin ümitleri suya düşünce, tekrar yazmaya karar verdim. Fakat yine umutlarımızı şahlandıran birkaç şey oldu: hükümet “demokratik açılım” ilan etti; kararlı görünüyordu; silahtan el çekmenin önündeki en büyük engellerden biri, askerin politika belirlemedeki etkisi ve yetkisi budanıyordu; dağdan birileri inmişti hatta. Tembelliğime de iyi geliyordu bu durum ve yine yazının hükümsüz kaldığına hükmettim! Sorun çözülüyordu ve birçok yeni problemle karşılaşacaktık, daha ileri bir seviyede artık onlarla ilgilenmek gerekecekti. Fakat heyhat, şahlanan umut yine arkaüstü düşüverdi. Tabii, burada asıl kabahat muhalefetin, ulusalcı-milliyetçi zevatındı. Vatan elden gidiyor, hatta satılıyordu, onlara göre. Dağdan inenler bir de zafer kutlamaları yapıyordu! AKP’nin kabahati yeterince cesur olamamaktı. Başka defoları vardıysa bile o milliyetçi yaygara o defolardan daha kötüydü ve örttü onları. Şimdi yine hem umut veren, hem umut kıran şeyler oluyor. Ben en iyisi şu araştırmalardan söz edeyim ve aslında neden bu sorunun çözülmesi konusunda umutsuz olduğumu anlatayım.
Yukarıda sözünü ettiğim araştırmalardan biri şiddet içermeyen mücadele yöntemleriyle silahlı mücadeleleri hedeflerine ulaşmaları bakımından karşılaştırıyor. (Challenging Goliath: Comparing the Relative Strategic Effectiveness df Violent and Nonviolent Asymmetric Warfare, 2007 ve Why Civil Resistance Works, 2008, Maria Stephan ve Erica Chenoweth) Bütün mücadele alanlarını tarayıp değerlendiren araştırmanın anafikrini şöyle özetleyebilirim:
· Silahlı mücadelenin her tür baskıya karşı en etkili yol olduğu varsayılıyor. Silahlı devrimler bu varsayımın popülerleşmesinde etkili oldu. Fakat şiddetin etkili olduğuna dair edebiyat, realitede şiddetin stratejik etkisinden daha güçlü.
· Başarılı silahlı mücadele örnekleri var: Vietkong’un ABD’yi çekilmeye zorlaması, Cezayir’in Fransa’yı kovması gibi. Ama başarılı örneklerde bile, şiddet yolunun seçilmesinin bedelini de hesaba katmalısınız. Kaç hayat söndü, ne boyutta yıkım oldu ve sonrasında ne geldi...
· Bir rejime karşı silahlı mücadeleye giriştiğinizde, o baskıcı rejimin silaha sarılıp daha vahşi yöntemlere başvurmasını meşrulaştırmış olursunuz ve bunun otomatik sonucu daha fazla baskıdır. Üstelik, sizden daha güçlüler.
· Halbuki, şidddet içermeyen stratejik hareketler, baskı uygulayan devletlere daha büyük siyasi ve ekonomik maliyetler çıkarır ve size ise daha büyük stratejik avantaj sağlar. Şiddet içermeyen direniş meşruiyet sağlamaya daha yatkındır.
· Sonuç olarak, şiddet içermeyen yöntemlerin (boykot, grev, protesto, sivil itaatsizlik, paralel yapılar oluşturma, vs.) “kısmen ya da tamamen başarı” oranı yüzde 90, gerilla savaşı veya terörist saldırıları kullanan hareketlerinki ise yüzde 50’dir.
Araştırmaya gelen en büyük eleştiri, silahlı mücadelelere girişmemeleri halinde bazı sorunların görünür olamayacağı, dünya gündemine giremeyeceği yönündeydi ve en kuvvetli örneklerinden biri de Filistin meselesiydi.
Bu eleştiri tamamen bertaraf edilemese bile biz bu aşamayı çoktan geçtik zaten. Kürt sorunu bütün dünyanın sorunu ve biz de hergün ölerek karşı karşıya geliyoruz.
Sözünü ettiğim araştırmalardan ikincisi ise konuyu, sorunun “çözülmesinden” sonraki aşamaya taşıyor: How Freedom is Won, From Civic Resistance to Durable Democracy. Freedom House’un 2005 tarihli bu araştırması, 1972’den sonra otoriter rejimlerden “demokrasi”ye geçen ülkeleri ele alıyor ve şu sonucu çıkarıyor: Bu geçişi yaşamış 50 ülkeden 32’sinde güçlü, şiddet içermeyen sivil koalisyonlar aktifti ve bugün bunların 24’ü (%75) Özgür, 8’i (%25) Kısmen Özgür. Özgürlük olmayan ülke yok. Dolayısıyla, özgürlük ve demokrasiyi en iyi geliştirecek yol kuvvetli, yaygın, birleştirici ve şiddet içermeyen taktikler kullanan sivil koalisyonlardır.
Bu çıkarsamalar ışığında Kürt meselesine bakarsak, bardağımız şüphesiz tamamen boş değil, fakat susuzluğumuzu gidermeye değil, ancak dudaklarımızı ıslatmaya yetecek kadar su var.
Gerçek bir çözümün önünde üç temel engel var.
1. Çözüm olmadığı defalarca ve hem kendi evimizde, hem de evrensel olarak kanıtlanmış olduğu halde hâlâ silahlı çözümün etrafında dolanıyoruz. PKK da, devlet de. Bu dolanmalar, şimdi bazılarının işaret ettiği gibi, müzakere sırasında veya öncesinde siyasi koz ya da biraz daha güçlü el elde etmeye dönük olsa da, onyılların ölüm çetelesine daha derin çentikler atıyor.
2. Bununla tamamen bağlantılı olarak, çözümün aktörleri olarak kabul edilen taraflar kapsayıcı değil ve kapasiteleri de kısıtlı. Demokratik bir çözümün önündeki en büyük engel, askeri vesayet rejimi, enikonu budandı (şüphesiz, dikensiz gülbahçesine girmedik, hâlâ bayağı dikenli patikalar var yürünecek), fakat AKP öylesine yalpalayan bir çizgi izliyor ki, elleriyle yaptığını ayaklarıyla yıkması işten değil. Tayyip Erdoğan’ın seçim meydanlarında söyledikleri şeytani kötülükteydi; Abdullah Öcalan’ı asmaya kadar vardırdı işi. Silvan saldırısından sonraki tavrı da bir adım ileri iki adım geri politikasının, yani ölümlerin süreceğinin işaretini veriyordu; silahlara yükleneceğini, iyi niyet göstermeyeceğini söylüyordu. Kemalist olmamak, Kürt sorununu çözmek için yeterli şart değildir. AKP’nin ve Erdoğan’ın ideolojik, siyasi, ahlaki ve felsefi bagajında çözüme yetecek neler olduğunu net olarak bilmiyoruz; göreceğiz. Klişe sayılabilecek ya da çabucak klişe haline gelebilecek bazı sözler duyuyoruz.
“Kürt tarafı”ndaki aktörler meselesi ise biraz daha karışık. AKP’nin Türk tarafında askeri vesayeti budamasına benzer bir vesayetten kurtulma hamlesi Kürtlerde yok ve gerilla savaşına dayanan bir hareketin bunu yapması daha da zor belki. İronik bir şekilde, en makul odak, bir zamanlar “yılanın başı”, “çocuk katili”, “bölücübaşı”, vs gibi anılan Abdullah Öcalan. Kürt siyasetçilerin ne kadar temsil kabiliyeti olduğu, Kandil-İmralı sıkışmasında ne kadar bağımsız davranabilecekleri, Kandil-İmralı ilişkileri... bulmaca gibi. Ve biraz ileride değineceğim gibi, eksik aktörlerle oynuyoruz.
3. Üçüncü ve en çetin engel, Kemalizmin millet yaratma çabasının ideolojik yüklemelerine son 30 yılda “düşük yoğunluklu savaş”la eklenen yeni payandalar, zehirlenen zihinler ve psikolojiler, nefretler, intikam duyguları, kamplaşmalar... Şehit edebiyatından daha çürütücü bir şey bulmak zordur. Şehit edebiyatı, silahlı “çözüm”ün tesbihini çeker; o dairenin sonu yoktur ve her boncukta bir insan alarak sonsuza kadar döner; ölümün devamını öngörür ve sağlar, çünkü ancak ölümden güç alır, “ölümün zaferi”dir. Ayet fiiliyatta şuna doğru tahrif edilmiş olur: Her Türk genci ölümü tadacaktır!
Peki, çözümden kastımız nedir? Mesele sadece bağımsızlık veya özerklik veya federasyon meselesi değil. Bu hedeflerin birine ulaşılsa çözüme ermiş mi olacağız? Neden kavga ediyoruz? Daha demokratik bir ortamda, daha özgür, daha huzurlu yaşamak için. En azından bu olmalı hedefimiz, değil mi? Dolayısıyla, mevcut hareket tarzıyla ve mevcut aktörlerle, hangi biçimde olursa olsun, demokratik ve özgür bir zemine ulaşabilir miyiz? Denebilir ki, hele şu kan bir dursun. Doğru da, ya sonra?
Böyle bir sorunda şüphesiz devletin ve karşısındaki gücün masaya oturması, diyalog kurması önemli, fakat demokratik bir gelecek için yeterli değil. Üstelik, çözümün sadece vuruşan aktörlerin elinde sıkışması, şiddet seçeneğinin her zaman masada olmasını sağlıyor; bundan uzaklaşamıyoruz. Çünkü her iki taraf da terörü politik hedefleri için kullandı, sicilleri fena halde bozuk ve gerek duyduklarında hâlâ kullanıyorlar. Merhum Fred Halliday’in dediği gibi, terör/şiddet eylemlerinin “becerdiği” ilk işlerden biri, halkı sorunun ve tabii çözümün de dışına itmesi, silahlı eylem ve silahlı eyleme destek eylemleri dışında halkın katılımını, etkisini bertaraf etmesidir.
Nitekim, gayet iyi bildiğimiz gibi, son yıllardaki nisbi ilerlemeye rağmen BDP ve selefi partilerin durumu da budur. Yine biliyoruz ki, PKK sultası altında ezilen bu partilerin siyasi gücünü ve temsil kabiliyetini devlet de budamak için elinden geleni ardına koymadı. Çünkü devlet siyasetten korkuyor. Yüzde 10’luk seçim barajı da bunun göstergesi ve askerin etkisini budayarak siyasetin zeminini genişleten AKP de baraj konusundaki ilkesiz ve ahlaksız tutumuyla siyasi alanı daraltıyor. AKP de devlet gibi, siyasi mücadeleyle bir hakkın kazanılmasını kendinden koparılmış bir hak sayıyor ve bunu hazmedemiyor. Bir hak söz konusuysa –anadilde eğitim veya Kürtçe televizyon yayını, vs.–, bunu ancak bahşetmek istiyor. Erdoğan’ın seçim konuşmalarındaki üslubu bunu da yansıtıyordu. Kürt kardeşleri için neler yapmıştı neler. Çözüm süreci diye işte bunlara diyoruz. Bu da bir şey belki, ama bu sürecin kendisi bir sorun zaten, eğer çözümü daha demokratik ve özgür bir yaşama ortamına ulaşmak olarak görüyorsak.
Hedef olarak ilan ettiğimiz şey ne olursa olsun, nereden kalkıp, hangi yollarla, hangi araçları kullanarak çözüme ulaştığımız vardığımız hedefi belirleyecek. Bir siyasi olgunluk ve kültürel donanım noktasından başlamadığımız ortada. Şu ana kadar kullandığımız yollar ve araçlar da imrenilecek bir noktaya varamayacağımızı gösteriyor.
Bu aktörler arasında en makul kişinin belki de Öcalan olduğunu söylemiştim. Fakat, “çözüm”e büyük katkısı olabilecek olsa bile bizzat Öcalan’ın konumu da nasıl geri bir noktada olduğumuzun kanıtı bana kalırsa. Bir Atatürk sorunumuz var ve şimdi de bir Atakürt sorunu yaratmış durumdayız. (Ahmet Altan 1990’ların ortasında Yeni Yüzyıl’da, durumun absürdlüğünü sergileyebilmek için, bir “Atakürt” yazısı yazmıştı.) Bütün Türklerin babası, üst-beni, kalbimizde yaşayan, izinde olduğumuz Atatürk gibi, artık bağımsız devlet olursa onun, federasyon olursa onun, özerk yönetim olursa onun bütün meydanlarında Öcalan heykelleri, bütün şehir ve kasabalarında Öcalan adını taşıyan sokaklar, bütün resmi ve özel kurumlarında Öcalan resimleri göreceğiz. Türk milliyetçiliği nasıl yaygın ve zararlıysa, Kürt milliyetçiliği de yaygın ve zararlı ve bu şekilde varacağımız çözümde, korkarım, Kürt milliyetçiliği daha da kabaracak. Türkiye Cumhuriyeti devletinden büyük mücadelelerle, onbinlerce insanın canı pahasına kazanılan haklarla, Türkiye Cumhuriyeti devletinin daha kötü bir kopyası yaratılacak.
Bu bana bir çözüm gibi görünmüyor. Zaten ortalıkta dolanan “çözüm” de, sanki sadece silahların bırakılmasından ibaretmiş gibi görünüyor. Bu, Kürtleri tatmin edemez. Demokratik ilerleme talep eden (böyle bir talep ne kadar yaygınsa) Türkiye’yi de tatmin edemez, sorunlarımızı gideremez. Bu ahval ve şerait altında anayasaya konacak maddeler de Kürtleri tatmin etmez, çünkü AKP ancak kendi bahşedebileceğini yazacak. Bahşişle bu mesele çözülemez.
Peki ne yapmalıyız?
Sürecin kendisi demokratik olmalı ki demokratik bir durağa varalım. Önce yine Fred Halliday’e başvuralım:
“Demokrasi, IRA ve ETA vakalarında açıkça görüldüğü gibi, yalnız başına terörizmi bertaraf etmez, ama meselenin kontrol altına alınabileceği bir ortam sağlar ve bu ortamda da er ya da geç, (muhtemelen çok uzun ve meşakkatli bir dönem sonrasında) müzakereler sürdürülebilir. Fakat daha önemli olan, İspanya ve başka birkaç Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi, demokrasiye geçiş ve silahlı güçler ile istihbarat servislerinin toplumdaki etkisini azaltmak, terörist eylemler devam ederken bile mümkündür.” (Terrorism and its consequences: a tale of three cities, opendemocracy.net)
Sürecin demokratik olması için başka aktörlere ve başka yöntemlere, silahların yerine halkın katılımına ihtiyacımız var. Yöntemleri ve aktörleri tanımak için, Halliday’in saptamasını destekleyen, yukarıda bahsettiğim Freedom House araştırmasına, How Freedom is Won’a dönelim:
· Özgürlük için en geniş kazanım, kayda değer sivil protestonun ve hareketliliğin başını çektiği geçiş süreçlerinin sonucudur. Böyle süreçlerle demokrasiye geçen 32 ülkede siyasi haklara ve sivil özgürlüklere saygı düzeyi gayet yüksek. (Yüzde 75’i Tam Özgür, yüzde 25’i Kısmen Özgür.) Buna mukabil, otoriter yönetimlerden demokrasiye geçiş sürecini reform zihniyetli iktidar sahiplerinin “yukarıdan aşağıya” önderlikle götürdüğü 14 ülkenin sadece 3’ü (yüzde 21) Özgür.
· Çok az şiddet içeren ya da hiç içermeyen ortamlarda birleştirici ve kuvvetli bir sivil koalisyon oluştuğunda, sonuç, neredeyse kural olarak, yüksek seviyede bir özgürlüktür. Geçiş süreci öncesinde bu tür 9 ülke Kısmen Özgür ve 9’u da Özgür Değil’ken, geçiş sonrasında 17’si Tam Özgür ve sadece 1’i Kısmen Özgür.
· Hatırı sayılır, hatta büyük çapta şiddet durumlarında bile muhalefetin şiddet kullanmaktan kaçınması, özgürlük bakımından daha iyi sonuç veriyor. Hükümetin ve muhalefet birimlerinin şiddete başvurduğu 20 ülkenin bugün sadece yüzde 20’si Özgür’ken, yüzde 60’ı Kısmen Özgür, yüzde 20’si de Özgür Değil. Buna karşılık, yönetimin şiddet uyguladığı, fakat muhalefetin şiddet içermeyen yöntemlerle direndiği 12 ülkenin bugün 7’si (yaklaşık yüzde 60) Özgür, 5’i de Kısmen Özgür.
Bizde de bir şeyler yapılıyor bu minvalde, değil mi? En son Demokratik Özerklik ilan edildi işte. Haklı olarak çok eleştirildiği gibi birkaç düzeyde eksik ve yanlış var bu hamlelerde. Şiddet içermeyen, sivil itaatsizlik eylemlerinde belli başlı iki hedef var: 1) idareyi hedefimiz doğrultusunda zorlamak, 2) bizim gibi düşünmeyen büyük kitleyi ikna etmek, en azından buna çalışmak.
Klasik sayılan The Politics of Nonviolent Action (1973) kitabında Gene Sharp ve onun izinden giden öbür araştırmacıların dikkat çektiği şey şu: Şiddet içermeyen direniş taktikleri iyi düşünülmeli ve planlanmalı. Planlamayı sadece şiddeti sona erdirme hedefiyle sınırlamamalı ve çatışma sonrası düzeni de gözeten bir direniş yapısı oluşturulmalı. Bu yapılmazsa, eylemler, pazarlık masasında el güçlendirme işlevinden öteye gidemiyor. İkinci önemli nokta da mümkün mertebe geniş bir koalisyon oluşturmak.
Bizim durumumuz bu tavsiyelere pek uymuyor. Stratejik üstünlük sağlayacak şekilde planlanmış bir direniş ağı ve eylemlerden söz edemeyiz. (Sharp şiddet içermeyen 198 eylem biçimi saptamış.) Silahlardan fırsat bulamadığımız için yeterince önem verdiğimiz bir mücadele şekli asla olmadı şiddet içermeyen yöntemler. Girişildiğinde de adım adım yürünmeliydi ki “karşı” tarafı ikna etme imkanı olsun. Neredeyse hiçbir şey yapmadan uç noktada bir şeyi, “demokratik özerkliği” ilan etmenin sağlayacağı hiçbir avantaj yok. Ayrıca, zaten olmayan ikna kabiliyetinizi de kökünden baltalamış oluyorsunuz.
Şiddet içermeyen direniş yöntemlerinde kararlılık olmaması, son zamanlarda da gördüğümüz gibi silahlı provokasyonlara gayet açık bir ortamda hareketi bitirebilir. Provokasyonlara rağmen barışçı yöntemlerde ısrar etmek şart. Fakat işin başında, bizim BDP’nin ve seleflerinin hiç yapmadığı bir şeyi kararlılıkla, usanmadan yapmak, her tür şiddet eyleminin karşısında olmak gerekiyor. Bunu yapmadığınız zaman dağdaki gerillaya hoş görünüyorsunuz belki, ama barışı sağlamak için gerekli olan büyük kitlenin sempatisini kazanma şansınızı ve özgürleşme ihtimalinizi kaybediyorsunuz.
Şiddet içermeyen yöntemlere dayalı ve geniş koalisyonlar kurmaya ayarlı bir hareket, araştırmalara göre, hem insan davranışları bakımından, hem de yapısal (demokrasi ve haklar) olarak çatışma sonrası için işbirliğine dönük bir zemin yaratır; uzlaşmayı, dayanışmacı ilişkileri geliştirir; aşağılama, nefret ve intikam duygularını hafifletir. Bizim de bunlara ihtiyacımız var.
Böyle katılımcı bir hareket, insanların özgüven eksikliğini giderir, kendi güçlerine dayanmalarını sağlar ve “güçsüzlerin gücü”nü ortaya çıkarır. Bu tür hareketlerin “halkın gücü” olarak adlandırılması boşuna değil.
Herşeye rağmen çatışmayı bitirmeye en yakın yerdeyiz şimdi. Öcalan’ın daha rahat hareket etme ve iletişim kurma talebini karşılamalı hükümet. Korkmak, daha çok ölmek demek. “Eski düzen”in partileri (DSP, MHP, ANAP; Avrupa Birliği reformları çerçevesinde) o zaman için çok zor görünen bir şey yapıp, tabanlarının Öcalan’ın ölümünü deli gibi istedikleri bir zamanda idam cezasını kaldırdı. Öcalan’ın ölümünü isteyen epey insan hâlâ vardır, ama herkes kabullendi durumu; o kadar da zor değil. Şimdi AB’yle ilişkilerin de katkısıyla birçok bakımdan “yeni” bir düzendeyiz ve buraya da toplumu AKP getirdi. Şimdi kendi getirdiği yerde bu adımı atmaktan kaçınması hem kendisinin, hem toplumun intiharı olur.
Anayasadan da derhal bir mucize beklememeli, Kürt sorununa şipşak çözülecek bir mesele muamelesi yapmak büyük bir hata olur. Evet yeni bir anayasa yapılacak öyle ya da böyle, fakat bunu da bir süreç olarak görmek ve yukarıda anlatmaya çalıştığım, şiddet içermeyen, iyi düşünülmüş eylemlerle bu sürece yön vermeliyiz. Böyle bir koalisyon kuramazsak, özel harekat polisleri gibi yan yollara ya da bulamaçlı yöntemlere sapma ihtimali var AKP’nin.
George Orwell, İngiltere toplumundan bahsederken şöyle diyor: “Kılıç hâlâ kınında ve o orada durdukça çürüme belirli bir noktanın ötesine geçemez.” Bizde kılıçlar hiç kınına girmedi. İki tarafa da kılıçlar kınına baskısı yapmalıyız. Ama bir yandan kılıçlara hayranlık duyarak olmaz bu.
Orwell, 1931-40 arasında başbakan Chamberlain’in politikalarını eleştirirken de şunları söylüyor: “Halk kitlesi gibi o da ne savaşın, ne de barışın bedelini ödemek istiyordu. Ve kamuoyu birbiriyle çatışan, uyuşmaz politikalarının hemen hepsinin arkasındaydı.” (Aslan ve Unicorn) Erdoğan’a benzemiyor değil. Erdoğan’ı bu durumdan kurtarmalıyız, kendimizi kurtarmak için, gençlerimizin artık beyhude ölmemesi için.
Şiddet içermeyen, halkın katılımını sağlayacak eylemler için hiç olmazsa beyin jimnastiği yapabilir miyiz?