Türkiye toplumu bir süredir "çoklu krizler" olarak da adlandırılan bir süreç yaşıyor. Bu süreçte ülkeyi yöneten iktidar blokunun attığı her adım, mevcut sorunların daha da derinleşmesine neden olurken, ülke yeni sorunlarla baş başa kalıyor.
Yani politik-yönetsel, ekonomik, sosyal, kültürel-sanatsal alanlarda ciddi sorunlarla boğuşuyoruz. Son birkaç haftadır ortaya çıkan büyük çaptaki orman yangınları ise bir yandan ortak varlıklarımızı yok ederken, diğer yandan, ironik bir biçimde, ülkenin içinde bulunduğu bu ciddi sorunları aydınlatıyor.
Bu çoklu krizlerin başında "demokrasi krizi" geliyor. İktidar bloku ve yandaş medya tarafından açıkça hedef alınan kısıtlı burjuva demokrasisi dahi artık mevcut değil. 2016 yılından itibaren uygulanan OHAL rejimi ve ardından yapılan anayasa değişikliği ile hayata geçirilen mevcut rejim ile parlamenter sistem bütün kurumlarıyla çökertilmiş durumda. Öyle ki, son haftalardaki orman yangınları sırasında görüldüğü gibi, yapılması gerekli en acil müdahaleler dahi Saray'a sorulmadan ve onun onayı alınmadan yapılamıyor (ya da öyle bir izlenim yaratılıyor).
Bu krize karşı müesses nizamın kendilerine muhalefet olma görevini verdiği muhalefet partilerinin ufku ise; "güçlendirilmiş parlamenter sistem" olarak adlandırılan bir restorasyon projesinden öteye geçemiyor. Ülkenin yerelden- katılımcı, halkçı bir demokrasiye ihtiyacı olduğu gerçeğinin üstü örtülüyor.
Uzunca bir süredir hayatımızda olan ekonomik kriz 10 milyonu bulan işsiz, resmen yüzde 19'u bulan, gayri resmi olarak yüzde 40'ın üzerine çıkan enflasyon, devasa boyutlara ulaşan gelir adaletsizlikleri ve artan yoksulluk ile tam bir sosyal krize dönüşmüş durumda.
OHAL ve Covid-19 Salgını sırasında yapılan düzenlemeleri fırsat bilerek, özellikle de çok ucuz mülteci emeğinin sömürüsü ile kârını katlayan bir kısım ihracatçı ve sanayici ve devlet ihaleleri ile beslenen büyük müteahhit dışında bu gelişmelerden memnun olan neredeyse hiç kimse yok. Esnaf borç yeniden yapılandırmaları ve vergi ertelemeleriyle dahi ayakta durmakta zorlanıyor. İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçiler, gençler ve kadınlar bu krizin bedelini daha fazla işsiz kalarak, daha da sömürülerek, daha da güvencesiz çalışmak zorunda bırakılarak ödüyor.
Bu ülkenin maalesef en temel sorunlarından biri olan ve yıllardır bir türlü çözüme kavuşturulamayan "Kürt sorunu" daha da derinleşiyor. "Kadın ezilmişliği" ise siyasal iktidarın en son İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesiyle doruğa ulaştı. Öyle ki kadınlara ve LGBTİ bireylere yönelik şiddet eylemleri ve kadın cinayetleri hız kesmeden sürüyor. Aleviler gibi diğer inanç ve mezheplere dönük ayrımcılık ise artık kendisini iyice hissettiren Siyasal İslam ile devam ediyor. Laiklik ciddi biçimde erozyona uğratılmış durumda.
Bir başka sorun, güvenlikçi politikalar adı altında bir süredir pompalanan militarizm ve savaş politikaları. Bunun sonucunda bir yandan ülke dışarıda yalnızlaşırken, kamu kaynakları giderek daha fazla bu işler için harcanıyor. Dahası izlenen bu politikaların sonucunda ülkedeki göçmenlerin/mültecilerin sayısının 5 milyonu aştığı biliniyor.
Sorunlar zincirinin son halkasında ekolojik krizler var. Son orman yangınları ve öncesinde yaşanmış olan seller ve kuraklık artık inkâr edemeyeceğimiz bir iklim krizinin sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda olduğumuzu gösteriyor. Tüm dünyada artık, iklim krizi başta olmak üzere, ekolojik krizler ekonomik krizlerin dahi önüne geçmeye başladı.
3 Ağustos tarihinde Avrupa Uzay Ajansı (ESA) bir harita yayınladı.(1) Bu harita Akdeniz havzasındaki bazı ülkelerdeki 2 Ağustos 2021tarihindeki yeryüzü (kara) sıcaklığını gösteriyor. Böyle bir ölçüm standart hava ısısı ölçümünden farklı. Yani gökyüzünün (hava) değil, yeryüzünün (kara) sıcaklığını ya da ne kadar ısındığını gösteriyor. Buna göre 2 Ağustos'ta Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'ta karadaki ısı 50 santigrat derecenin üzerine çıkarak tarihsel bir zirve yaptı. Yunanistan'daki sıcaklık da buna yakın seyrediyor.
Bu da Akdeniz'in aşırı sıcaklardan etkilenmesine ve çok sayıda orman yangınının çıkmasına neden oluyor. Bu durum da Türkiye ile birlikte Yunanistan'daki çok sayıda ciddi orman yangınının nedenini de açıklıyor. Türkiye'de bugünlerde yaşanan orman yangınlarının ise son 10 yılda yaşananlardan çok daha ciddi boyutlarda olduğu bilgisi veriliyor. Kısaca hem hava, hem de kara aşırı bir biçimde ısınıyor ve bu da ciddi düzeydeki orman yangınlarına neden oluyor.
Yunanistan ya da orman yangınlarının eş anlı olarak yaşandığı ABD'de ve Kanada'da orman yangınları tamamıyla bilimsel bir yaklaşımla ele alınıyor ve buna uygun önlemler alınmaya çalışılıyor. İzleyebildiğimiz kadarıyla bu ülkelerin hiç birinde ne sabotajdan söz ediliyor ne de örneğin siyahiler ya da Afro Amerikalılar bu yangınların sorumlusu olarak gösteriliyor. Olayın asıl sorumlusunun iklim değişikliğinin neden olduğu küresel ısınma ve orman yangınlarıyla mücadele konusundaki yönetim yanlışlıkları olduğu belirtiliyor.
Bilimsel bakışa örnek olarak, ABD ve Kanada'da Ağustos ayı başında bir araya gelen 40 yangın ve orman ekolojisti akademisyen bu yangınların nedenlerini tartıştı ve bu yönde makaleler üretti. (2) Buna göre orman yangınlarının (en azından Kuzey Amerika'dakiler) asıl nedeni iklim değişikliği. Öyle ki orman yangını mevsimi 30 yıl öncesine göre 40-80 gün daha uzadı. Her yıl görülen kuraklıklar artık daha sık görülüyor. Bu da ormanda yüzeydeki yanıcı- kuru maddelerin daha da kurumasına ve ateş alıp hızlıca yayılmasına neden oluyor. Bu maddeler, şimşekler ve kuvvetli rüzgârlarla kendini gösteren aşırı hava koşulları yangının büyümesine yol açıyor.
Bizde yangınlara böyle bilimsel yaklaşılmıyor. Malum çevreler "hain terör örgütü militanlarının bu yangınları çıkardığı" söylentisini yaydılar. Bu kanıtlanamayınca yangınların çıktığı illerde muhalefetin elindeki belediyeleri suçladılar. Bu dil ve tutum başta Kürtler olmak üzere, farklı etnisitelere mensup yurttaşlara ve mültecilere karşı ırkçı saldırıları körükledi. Konya'da bir Kürt aile katledilirken, Manavgat ve Aydın'da paramiliter güçler sokaklarda kimlik kontrolü yaparak muhalif, Kürt ve Suriyeli avına çıktı ve insanları darp etti. (3)
Bunlar olurken, orman yangınlarıyla mücadele etme konusunda görevlendirilmiş olan devlet kurumlarının kayyım atamaları ve yapılan özelleştirmelerle ne kadar zayıflatıldığı da ortaya çıktı.
Örneğin daha önce bu tür yangınlara müdahale eden Türk Hava Kurumu (THK) uçaklarının bu kez kurum ile Orman Gn. Md. arasındaki ihtilaf yüzünden havalanamadığı, bu kurumun kayyım eliyle içinin nasıl boşaltılmaya başladığı da görüldü. Orman yangınları ile mücadele işinin 2018 yılında, üstelik de daha önce bu konuda hiçbir deneyimi olmayan bir mimarlık firmasına ihale ile verildiği ve hizmete ödenen standart yıllık ücretin yanı sıra yangın sırasındaki her saatlik uçuş için ek ücretlendirme yapılmakta olduğu ortaya çıktı. (4)
Yani özel firmaların yangın söndürme işini devletten aldığı, hazırda bir uçak filosu bulundurmaya gerek kalmaksızın, Türkiye'deki ormanlar için çok da uygun olmadığı ileri sürülen Rus yapımı uçakları Rusya'dan kiraladığı görüldü.
Kısaca özel sektörde yüksek kârlılık böyle sağlanıyor. Yapılan her uçuşun saati başına ek ücret ödendiğinden, doğal olarak ne kadar çok yangın çıkarsa bu durum firma açısından o kadar kârlı oluyor. Diğer taraftan ormanlar yandığında müşterek doğal varlıklarımız yok oluyor, insanlar, hayvanlar, bitkiler ölüyor. Ama birileri bundan zahmetsiz bir biçimde ciddi kârlar sağlıyor. Yani bir tür "elin taşıyla elin kuşunu vurma hali gerçekleşiyor. Böylece kapitalizmde "söz konusu olan kâr ise gerisinin teferruat olduğu" gerçeği bir kez daha kendini gösteriyor.
David Harvey neo-liberalizmin özelliklerinden birinin her türlü afet ya da felaketin egemen sınıflar lehine olmak üzere manipüle edilerek bundan rant sağlanması olduğunu yazar. (5) Neo-liberalizm Siyasal İslam ile iş birliği yaptığında ise böyle rantçı bir fırsatçılık daha yangınlar sürerken yapılabiliyor.
Öyle ki ormanlar küle dönerken bir kanun yürürlüğe sokuldu. Buna göre, ormanlık arazide eğer bir yerin konumu otel ya da turizm tesisi kurmaya elverişliyse, buradaki yapılaşma yetkisi (Cumhurbaşkanı'nın takdiri ve kararıyla) Turizm Bakanlığı'na devredildi. Bu öyle bir yeni talan kapısı ki, bu projelerle ilgili olarak formalite icabı bile olsa ÇED raporu istenmeyecek. Keza yine yangınlar sürerken TOKİ buralara yapacağı konutların projelerini hazır etti. (6)
Ülkenin sorunları kuşkusuz bu beş sorunla sınırlı değil. Özellikle Covid-19 Salgını sırasında eğitim başta olmak üzere bazı kamusal hizmetlerin alt yapısının da ne denli zayıf olduğu ortaya çıktı.
Bu beş sorunun her biri diğeri kadar önemli. Dahası bunlar birbirinden kopuk ya da yalıtılmış sorunlar değil. Aralarında karşılıklı neden-sonuç ilişkisi var. Örnek olarak kıyı bölgelerinde çıkan orman yangınları ülkedeki karar alma mekanizmasının Saray ile sınırlı kaldığını, yani demokratik karar alma mekanizmasının işlemediğini göstermekle kalmadı, aynı zamanda ülkenin sınıfsal bölünmüşlüğünü de ortaya çıkardı.
Özellikle de yangınlar ilk başladığında bunlara sadece yerel halk, köylüler, orman ve belediye emekçileri müdahale ettiler, hatta bu yüzden bazı insanlarımız canından oldu. Yangın söndürmeye sermaye sınıfının temsilcilerinden her hangi bir destek gelmediği gibi, yukarıda da belirtildiği gibi, bunlar için aynı günlerde orman arazilerinin turistik amaçlı olarak yapılaşmaya açılmasını mümkün kılan bir kanun çıkartıldı. Bu arada vergilerimizle finanse edilen bir devlet kurumu olan Orman Genel Müdürlüğü'nün bütçesinin ne kadar küçük bir kısmının ormanları korumak için kullanıldığı da ortaya çıktı. (7) Bu da ekolojik bir sorunun aynı zamanda sınıfsal bir sorun olduğunu gösteriyor.
Yangınları yasa dışı örgüt mensuplarının, Kürtlerin ya da Suriyelilerin çıkarttığı yalanı sonucunda bu kesimlere yönelik ırkçı saldırılardaki artış ise orman yangınlarının ülkenin temel sorunlarından olan Kürt sorununun bir kez daha gün ışığına çıkmasını sağladı. Ekolojik krizlerin önüne geçilememesi halinde, bu durumun gelecekte ekofaşizmle sonuçlanacağı, bu nedenle de ekoloji mücadelesinin aynı zamanda anti-faşist bir mücadele olduğu tespiti ise (8) yabana atılmaması gereken bir tespit.
Ülkede silahlı kuvvetler bünyesinde 500'den fazla askeri uçak (245'i F-16 ve 48'i F-4 Phantom savaş uçağı olmak üzere) ve 100 kadar askeri amaçlı helikopter mevcut. (9) Buna karşılık Orman Genel Müdürlüğü'ne ait tek bir yangın söndürme uçağı yok ve var olan sınırlı sayıdaki THK uçağı da çürümeye terk edilmiş durumda. Tek bir Tornado jetinin bir saatlik uçuşunun 13 tonluk bir karbon emisyonu salımına neden olduğu da dikkate alındığında (10), militarizm, savaş politikaları ve ekolojik tahribatın bir arada gerçekleştiği açıkça görülüyor. Bu bağlamda ekoloji mücadelesinin aynı zamanda anti- militarizm ve barış mücadelesi olduğunun altını çizmemiz gerekiyor.
Bu beş sorunun birbiriyle doğrudan ilişkili olması, bunların çözümlerinin mağdurlarının ya da muhataplarının birlikte mücadelesi ile gerçekleşebileceğini gösteriyor.
Yani işçi sınıfının ve örgütlerinin sadece kendilerinin ekonomik hakları için değil, aynı zamanda tüm toplum için, doğa için, savaşçı politikalara karşı barış için, bu haklarını koruyabilmeleri ve geliştirebilecekleri ortamı sağlayan demokrasi için, eşit yurttaşlık için, kadın ezilmişliğine son vermek için mücadele etmeleri ve bu yönde dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları ile uluslararası dayanışma içinde olmaları gerekiyor.
Doğanın varlık nedenimiz, aynı zamanda da müştereğimiz olduğunun bilincinde olmalıyız. Oysa kapitalizm doğayı üzerinden kâr ve rant yaratılabilecek bedava bir kaynak olarak görüyor ve ona öyle davranıyor. Bunun sonucunda doğal varlıklarımız talan ediliyor, yağmalanıyor. Bugün kendini orman yangınları biçiminde gösteren olgu böyle bir yağmalamanın sonucu.
Kapitalizmin bu tutumu yalnızca doğa ile sınırlı bir tutum da değil. Çünkü bu sistemde emek itibarsızlaştırılır, ucuzlatılır, güvencesizleştirilir, sömürülür ve atıl bırakılır. Yani ekolojinin sömürülmesi ve yağmalanması ile emeğin sömürüsü ve tahribatı bir arada yürüyor.
Örnek olarak, Soma'da köylülerin arazileri, içinde yaşadıkları doğal çevrenin üstü de, altı da (kömür madenlerinde olduğu gibi) yağmalandığı için, bu madenlerde çalışmak zorunda bırakılan Somalı köylüler iş cinayetine kurban edildiler. Yani sonsuz bir kâr çıkarımı için Soma'nın hem doğal varlıkları, hem de emeği yağmalandı, tahrip edildi.
Keza, kapitalizmde ekolojik tahribata neden olan karbon emisyonları dışsallık olarak ele alınır. Yani bu emisyonlar üretim faaliyetine içkin bir durum olarak değil, istisnai bir dışsal durum olarak görülür. Bu nedenle de üretimin (sosyal) maliyetlerine dâhil edilmez. Benzer bir biçimde fiilen üretimde yer alan emek gücü üretime içkin bir durum olarak görülüp üretim maliyetleri içinde yer alırken, işçilerin işsizlik, eksik istihdam ya da kapitalist anlamda üretken olmayan ya da kâr yaratmayan emek zamanı dışsal bir olgu olarak ele alınır. Bunun sonucunda işçilere sıfır saatli sözleşmeler dayatılır. Bu sözleşmelerle işçiler haftada belki de sadece birkaç saat ücret karşılığında çalışabilirler. Sosyal güvenceleri yoktur. (11)
Kısaca kapitalizmde robot kullanımının yaygınlaşması, dijitalleşme ve yapay zekânın neden olduğu büyük çaptaki istihdam kayıpları bir dışsallık olarak, yani üretim sırasında niyet dışı ortaya çıkan istisnai bir durum olarak ele alındığından patron sınıfı bunun maliyetine katlanmıyor.
Bu konudaki bir başka çarpıcı örnek kadın ezilmişliğidir. Normal dönemlerde erkeklere göre çok daha uzun saat çalıştırılan, aynı işi yapmalarına karşılık erkek işçilerden daha düşük ücret alan, kriz dönemlerinde ise işten ilk çıkartılan, istihdama katılım oranı Türkiye'de olduğu gibi sadece yüzde 30 civarında olan, buna karşılık geleceğin işçilerini yetiştirmek ve erkek işçileri ertesi güne hazırlamak için tüm karşılığı ödenmemiş ev işini yapan kadın emekçiler ayrıca cinsiyet ayrımcılığına, şiddete uğrarlar ve erkekler tarafından öldürülürler. Bu yüzden Türkiye gibi kadına şiddetin çok yaygın olduğu ülkelerde işçi sınıfı örgütlerinin mücadelelerini kadın ezilmişliğini kapsayacak şekilde yürütmeleri gerekiyor.
Patronların ve onların güdümündeki kapitalist devletlerin bu yazının konusunu oluşturan bu beş sorun karşısındaki asıl yaklaşımları (bu sorunları çözmek yerine), bunları egemenliklerini sürdürmek için kullanmak olduğundan, sorunları çözme işi ya da görevi işçi sınıfına düşüyor.
Bu bağlamda gelir dağılımı ve ekonomik eşitsizliklere karşı mücadele ile ekoloji mücadelesi el ele gitmek zorunda. İşçi sendikaları bu yüzden sadece ücret ya da çalışma koşullarının mücadelesini değil, sürdürülebilir bir ekoloji mücadelesini (bu anlamda çevreyi tahrip eden savaşlara karşı barış mücadelesini) vermek zorunda.
Son olarak Covid-19 sırasında net bir biçimde ortaya çıktığı gibi, kapitalizmin nekropolitik yanı, yani ırkçı, ayrımcı, ötekileştirici yüzü artık iyice ortaya çıktı. ABD'de siyahiler ve Afro Amerikalılar nasıl ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorsa, benzer bir biçimde Türkiye'de farklı etnisiteler ayrımcılığa tabi tutuluyor. Üstelik Türkiye'de, başta tarım, inşaat ve turizm sektörü olmak üzere birçok sektördeki işçi sınıfının önemli bir kısmı bunlardan (Kürt ve son zamanlarda Suriyelilerden) oluşuyor. Bunlar hem en kötü işlerde, en kötü koşullarda çalıştırılıyor, hem de ayrımcılığa uğruyorlar.
Bu durum da, dünyayı değiştirme konusundaki gerekli olan maddi, ideolojik ve politik güce ve iradeye (potansiyel olarak) sahip bulunan işçi sınıfı mücadelesinin ezilen kimliklerin mücadelesini de içermesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Çağın koşullarında işçi sınıfının mücadelesini çok dar anlamda ele alarak, onu sadece ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesine indirgemek çok büyük bir yanlış. Bu durum hem sınıfın örgütlülüğünü zayıflatır, hem de işçilerin burjuvazinin farklı kesimlerinin ideolojilerinin peşine takılmasına neden olur. Bundan kaçınmak gerekir.
Bugün sınıf mücadelesi, çok daha geniş anlamda, sınıfın genişleyen katmanlarının taleplerini (işsizler, prekarya, kadın örgütleri, ezilen kimlikler, çevreciler, demokratlar ve barış aktivistleri gibi) kapsamak ve sınıfın ekonomik ve politik örgütleri kendilerini buna göre yeniden tasarlamak durumundadır.
Dipnotlar