Dünya, Kovid-19 salgınının ikinci yılının tamamlandığı bugünlerde hâlâ bu salgının neden olduğu büyük çaptaki insani kayıplar ve ekonomik zararla uğraşırken, buna şimdi yeni bir felaket daha eklendi: Yeni bir soğuk savaşın da önünü açabilecek olan Rusya-Ukrayna savaşı.
Bu arada dünyada hükûmetler çoğunlukla salgının etkili bir şekilde sona erdirildiği iddiasıyla, “normal”e dönüşü ilan ettiler. Böylece önlemleri büyük ölçüde azaltarak, artık resmi olarak sürü bağışıklığı stratejisini uygulamaya soktular.
Türkiye’de Sağlık Bakanlığı da bu eğilime uyarak salgın sona ermiş gibi açıklamalar yaptı, hatta kapalı mekânlarda maske kullanma zorunluluğunu büyük ölçüde kaldırdı. Oysa virüsün son versiyonu eskisinden çok daha hızlı bulaşıyor, aşılanma düzeyleri hâlâ yeterli değil. Vaka ve ölen sayısının yüksekliği bunun en somut kanıtı.
Salgın devam ederken patlak veren bu savaş, bir yandan kapitalizmin ve emperyalizmin parçalayıcı, yok edici karakterini bir kez daha ortaya koyarken, diğer yandan da küresel çapta ülkeler arasındaki, tek tek ülkelerde sosyal sınıflar ve farklı kimlikler arasındaki mevcut eşitsizlikleri ve bir bütün olarak insanların güvenli gelecek konusundaki endişelerini artırıyor.
Şu ana kadar salgın ile mücadele için ayrılmış olan kaynakların önemli bir kısmının bundan böyle savaşın finansmanı ve militarizm için kullanılacağından şüpheniz olmasın.
Ne salgını, ne de Ukrayna’daki savaşı “kaçınılmaz” ya da “doğal felaket” olarak nitelendirmek doğru. Çünkü her ikisi de insan eliyle gerçekleştirildi. Ortak özellikleri ise insanın, daha doğrusu sermayenin, özünde kâr için doğa, insanlar ve toplumlar üzerinde sömürücü, yok edici bir hâkimiyet kurması, doğayı ve insanı kâr- rant, daha fazla sermaye birikimi, servet ve politik güç için sonuna kadar kullanması.
Savaş bugün büyük çapta insani ve ekolojik sorunlara ve acılara yol açtığı gibi, dünyada (Ukrayna ve Rusya’yı da aşarak), özellikle de aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı azgelişmiş ülkelerde (başta Afrika ve Orta Doğu ülkeleri olmak üzere) büyük bir ekonomik yıkıma, derin bir yoksullaşmaya, hatta açlığa neden olacak gibi görünüyor.
Salgından hâlihazırda fazlasıyla etkilenmiş olan bu azgelişmiş ülkeler, yüksek dış borçları, bütçe açıkları ve özellikle gıda, yakıt ve finansman teminindeki zorluklarından dolayı bu savaştan, diğer ülkelere göre, çok daha fazla etkileniyorlar, etkilenecekler.
Temel gıda maddeleri ve petrol/akaryakıt fiyatlarındaki hızlı yükselişin en yoksul, en savunmasız kesimleri vurduğu ise çok açık. Çünkü bu insanlar, diğer kesimlere nazaran, yoksulluk sınırının altında, hatta birçoğu açlık sınırında elde ettikleri istikrarsız gelirlerinden çok daha yüksek payı temel gıdaya, ulaştırmaya, ısınma ve aydınlatma gibi enerjiye harcıyorlar.
Üstelik azgelişmiş ülkelerin çoğunluğu, genelde büyük sermaye gruplarının kontrolünde, onlara hizmet eden oligarşik-otokratik siyasal iktidarlar tarafından yönetildikleri için salgın ve savaş nedeniyle daha da daralan devlet bütçesinden bu kesimlere kaynak aktarılmadığı gibi, örneğin savaşın dünyadaki petrol fiyatlarını artırdığı gerekçesiyle, fatura üst üste yapılan akaryakıt, elektrik, doğal gaz zamlarıyla bu kesimlere ödettiriliyor.
Kısaca, savaş (tıpkı salgında olduğu gibi) toplumun tüm kesimlerini eşit biçimde etkilemiyor. Sosyal sınıflara ve farklı kimliklere bölünmüş kapitalizmde işçi ve emekçi sınıfları ve ezilen kimlikler bu savaşın her türden ekonomik ve sosyal faturasını öderken, sermaye sınıfı ve yönetenler bundan zarar görmediği gibi, kârlı dahi çıkabiliyorlar.
Bu durum da, kârı, serveti özelleştirirken, zararı sosyalleştirip herkese mal etmeyi becerebilen düzenin sözcülerinin, ciddi ekonomik krizler, salgın ya da savaş zamanlarında kitleleri arkalarına alabilmek için sarf ettikleri “hepimiz aynı gemideyiz” sözünün bir burjuva propagandasından öte bir şey olmadığını, doğru ya da haklı bir yanının bulunmadığını gösteriyor.
Robinson Crusoe adlı ünlü romanın yazarı gazeteci, iktisatçı Daniel Defoe tarafından ilk kez Mart 1722'de yayınlanan “Veba Yılı Dergisi” adlı bir romanda (1), Büyük Veba Salgınının Londra’yı vurduğu 1665 yılında yaşamış bir adamın gözünden yoksulların durumu şöyle anlatılıyor:
“Salgın esas olarak yoksullar arasında görülürken, bu yoksullar en gözü pekler, en korkusuzlardı. İşlerine güçlerine kör cesaretiyle devam ettiler. Bu ne dinsel nedenlerle, ne de sağduyulu olmakla ilgiliydi. Kıtlık ve açlık gibi öylesine zorluklar içindeydiler ki bulabildikleri her işe atladılar. Bu işlerse en tehlikeli işlerdi: Hastalara bakmak, karantina altına alınan evleri kontrol etmek, haşereden temizlemek, enfekte olanları evlerine ve hatta ölenleri mezarlarına taşımak ve gömmek gibi…”
Bu salgından 355 yıl sonra ortaya çıkan Kovid-19 salgınında da durum farklı olmadı. Bu salgın bize, kimlerin korumasız, kimlerin korunaklı olduğunu; kimlerin sağlık hizmetlerinden yararlandığını, kimlerin yararlanamadığını; kimlerin konforlu evlerinde yaşamlarını sürdürürken, kimlerin ölmek pahasına kalabalık işyerlerine gitmek zorunda kaldığını; kimlerin sağlık hizmeti ve gıda tedariki başta olmak üzere üretimde bulunurken, kimlerin rahat evlerinden ya da özel malikânelerinden, yatlarından işlerini yönettiklerini; kimlerin aşının kıt olduğu günlerde kolayca aşılanabilirken, kimlerin aşılanamadığını ve bu süreçte kimlerin işsiz ve aşsız kalırken, kimlerin milyarlarına milyarlar kattığını ortaya koydu.
Savaşlar için de benzer şeyler söylenebilir. Çünkü savaşlarda ölenlerin, sakat kalanların, işlerini kaybedenlerin, yoksullaşanların yoksul emekçi çocukları ve bir bütün olarak emekçi sınıfların mensupları olduğu bir gerçek. Buna karşılık savaşlarda silah üreten, satan büyük çok uluslu şirketlerin, savaş baronlarının kârlarına kârlar kattığı da bir gerçek.
Bilindiği gibi, geçtiğimiz 20 yıl içinde 14 Orta ve Doğu Avrupa ülkesi NATO’ya katıldı. Bu genişleme, bir yandan Ukrayna’daki bugünkü savaşın fitilini ateşlerken, diğer yandan pazarlarını büyüterek ve sınırlarına dayandığı Rusya ile çatışmayı teşvik ederek büyük silah üreticilerine fayda sağladı. Yani, NATO'nun genişlemesi bugünkü krizin bir kışkırtıcı faktörüydü ama aynı zamanda küresel silah sanayine verilen de bir hediyeydi.
Öyle ki, örneğin sadece son beş yıl içinde, ABD’den yapılan büyük çaplı silah ihracatı yüzde 23, Fransa’dan yapılan ise yüzde 72 oranında arttı ve Soğuk Savaş'tan bu yana en yüksek seviyelerine ulaştı. Bu arada, Avrupa’nın bir bütün olarak askeri harcamaları adeta patladı. Daralmakta olan silah sektörü tekrar canlandı. ABD’de silah sanayinde, neredeyse dörtte üçü daha önce Federal Hükümet için çalışmış olan savaş lobici sayısı 700’ü aştı. Lobicilik faaliyetleri için sadece 2020’de 108 milyon dolar para harcandı. (2)
Ukrayna savaşı öncesinde (25 Ocak), ABD’nin dev silah üreticisi şirketlerinden biri olan ve 2020 yılında 56,6 milyar dolarlık silah satışı bulunan Raytheon’un yöneticisi Gregory J. Hayes’in şirketin hissedarlarına yaptığı şu açıklama bu savaşın çok büyük kârlarla ilgili boyutunu ortaya koyuyor:
“Elbette, Doğu Avrupa'daki ve Güney Çin Denizi’ndeki gerilimlerden bizler de fayda sağlayacağız.”(3)
Dünyada yılda yaklaşık 2 trilyon dolar tutarında savunma harcaması adı altında bir harcama yapılıyor (tam olarak 2020 yılında 1,960 trilyon dolar). Bunun yüzde 43’ü Amerika Kıtası'nda, yüzde 26’sı Asya ve Okyanusya’da ve yüzde 19’u Avrupa’da gerçekleşiyor. (4) Bu tutarın 531 milyar doları en büyük 100 silah şirketinin silah satışlarından oluşuyor. 2002 yılından bu yana bu şirketlerin satışları sabit fiyatlarla yüzde 79 oranında arttı. Bunların arasında 2,2 milyar dolarlık satışla Türkiye’ye ait ASELSAN (53’ncü sırada) yer alıyor. (5)
Bu savaş ile birlikte militarizmde ve bunun en önemli kalemi olan savunma (savaş) harcamalarında büyük bir artış yaşanıyor.
Örnek olarak AB, 450 milyon avroluk silah satın alıp Ukrayna'ya vereceğini açıklarken, ABD geçmişte tek başına geçen yıl verdiği 90 tonun üzerinde askeri malzemeye ve 650 milyon dolara ilave olarak 350 milyon dolarlık askeri yardım sözü verdi. Şu ana kadar ABD ve NATO, Ukrayna’ya 17.000 tanksavar silahı ve 2.000 Stinger uçaksavar füzesi gönderdi. Aralarında İngiltere, Avustralya, Türkiye ve Kanada’nın bulunduğu bir uluslararası koalisyon da Ukrayna’daki direnişçileri yaptığı silah yardımlarıyla destekliyor. (6)
Bu durum dünyanın en büyük silah üreticisi ve ihracatçısı şirketler için çok büyük bir fırsat oluşturuyor. Zira Rus tanklarını uzaktan kolayca avlayabilen son derece gelişkin seyyar Stinger füzelerinin yapımcısı dünyanın en büyük ikinci silah şirketi olan ABD’li Raytheon. Keza bu şirket dünyada 65,4 milyar dolarlık satış ile ilk sırada yer alan Lockheed Martin ile ortaklaşa olarak Javelin tanksavar füzelerini ABD ve Estonya gibi ülkelerden tedarik ediyor.
Her iki şirket de dünyanın en büyük borsalarından olan S&P 500’de yer alıyor. Savaşın başlamasının ardından bu endeksin değeri ortalama yüzde 1 düşerken, Lockheed’in hisselerinin değeri yaklaşık yüzde 16 ve Raytheon’un hisselerinin değeri yüzde 3 arttı. (7) Bu bile savaşın ilk elden kazananlarının büyük silah şirketlerinin sahipleri olduğunu göstermeye yeterli.
SIPRI’ye göre küresel çapta silah satışlarının neredeyse yüzde 40’ına yakınını ABD kökenli şirketler gerçekleştirirken, bunu sırasıyla Rusya, Fransa, Almanya ve Çin izliyor.
Bunların yanı sıra Ukrayna’ya silahlı insansız hava aracı (SİHA/Bayraktar TB2) satan Türkiyeli Baykar Savunma Şirketi de bu savaştan fayda sağlayan şirketler arasında sıralanıyor. Ekim 2019’da Kiev'de yapılan anlaşma sonucunda geçen yıl 6’sı teslim edilen SİHA sayısının savaş öncesinde toplamda 48’i bulması bekleniyor. (8)
Ukrayna savaşının ilk elden kazananları yukarıda açıklanan silah şirketlerinin sahipleri, ilk elden kaybedenleri ise dünya halkları.
Öyle ki hayatlarını kaybetmenin yanı sıra bu savaş büyük bir mülteci akınına daha neden oldu. Şu ana kadar 1,5 milyon civarında Ukraynalının Polonya başta olmak üzere komşu ülkeler sığındığı açıklandı. Rusya'da ise bir yandan savaş karşıtları içeri atılırken, diğer yandan halk Batının koyduğu ekonomik yaptırımlar yüzünden ciddi sıkıntılar yaşıyor. Savaştan bu yana Rus rublesi dolar karşısında yüzde 40 civarında değer kaybetti, gıda enflasyonunda ciddi bir artış söz konusu.
Bu iki ülke dışında “savaştan en fazla etkilenecek üçüncü ülke” olarak anılan Türkiye’de ise son zamanlarda, gerçekte 8,5 milyona ulaşan işsizin, yüzde 100’leri aşan enflasyonun, yüzde 127’yi bulan elektrik ve doğal gaz zamlarının yanı sıra petrole son on günde üst üste yapılan zamlar dar gelirliler için olduğu kadar, orta sınıf olarak da tabir edilen kesimler için de dayanılmaz boyutlara erişti. Öyle ki geçen yıl ortalama litresi 7 TL olan benzin-motorin 1 yılda ortalama 15 TL’ye ve savaştan bu yana 22 TL’ye kadar yükseldi.
Akaryakıt pompa fiyatlarının EPDK tarafından piyasalardaki gelişmelere bağlı olarak belli kâr marjlarıyla belirlendiği Türkiye’deki akaryakıt fiyatlarındaki yükselişin asıl nedeninin petrol fiyatlarındaki küresel çaptaki artışlar olduğu inkâr edilemez.
Nitekim Ukrayna savaşı ile birlikte petrol fiyatları artarak varil başına 130 doların üzerine çıkınca yeni zamlar da üst üste geldi. Ancak geçtiğimiz hafta Birleşik Arap Emirlikleri’nin üretimi artırma taahhüdü ve yapılan ateşkes görüşmelerinin ardından bu fiyat 110 doların altına düşmesine rağmen ülkede akaryakıt pompa fiyatları inmedi.
Bir diğer neden TL’nin döviz, özellikle de dolar karşısında değer kaybının sürmesi (çünkü petrol sadece dolar ile satın alınabiliyor). Bir süredir bir politika hedefi olarak 14 TL’nin altında tutulan dolar kuru savaşla birlikte yeniden yükselerek 15 TL sınırlarına kadar yükseldi, bu da akaryakıt pompa fiyatlarını yükseltiyor.
Üçüncü bir neden ise akaryakıttan alınan ÖTV ve KDV gibi vergilerin yüksekliği. Öyle ki 1 litre benzinden alınan toplam vergi 5,4 TL’yi, 1 litre motorinden alınan 5,6 TL’yi ve 1 litre LPG’den alınan 3,4 TL’yi buluyor. Böylece akaryakıtta verginin yükü yüzde 32’ye kadar çıkıyor.
Aşağıdaki tablo bu akaryakıtın vergili ve vergisiz fiyatlarını gösteriyor.
Akaryakıt fiyatlarındaki artışın sadece son kullanıcı olarak haneleri, tüketicileri değil, aynı zamanda çiftçileri, üreticileri, nakliyecileri ve küçük ve orta ölçekli işletmeleri de etkilediği çok açık. Nitekim bu zamları protesto etmek için Ankara’da özel halk otobüsleri ve dolmuş sahipleri bu hafta bir gün kontak kapatma eylemi yaptılar.
Oysa Kovid-19 salgınının ikinci yılında (2021) küresel petrol fiyatlarındaki artışın pompaya, dolayısıyla da halka yansımasını önleyebilmek için eşel mobil sistemi uygulanmıştı. Bu sistem ile akaryakıt fiyatları dünya petrol fiyatlarındaki artıştan dolayı arttığında, bunlardan alınan ÖTV tutarı, ürünlerin fiyatında gerçekleşen artış tutarı kadar azaltılmıştı.
Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ikincisi yayımlanan Kamu Maliyesi Raporu’nda, 2021 yılı Aralık ayında son verilen bu uygulamanın devlete neden olduğu ÖTV ve KDV geliri biçimindeki zararın ise 46 milyar TL olduğu açıklandı (KDV sıfırlanmasa da matrahı hesaplanırken ÖTV’li miktar göz önüne alındığından KDV kaybı doğuyor).
Bu dönemde çeşitli sektörlere yönelik vergi indirimlerinin toplam kaybı ise 102,6 milyar TL olarak açıklandı. Ayrıca bu sistemin geçen yılın ilk 8 ayında enflasyon oranını yüzde 2,48 puan olmak üzere, düşürücü bir etki yarattığı aynı raporda yer alıyor. (9)
Dolayısıyla, halkın ve ekonominin rahatlatılabilmesi açısından akaryakıttan alınan ÖTV ve KDV’den geçici bir süreliğine vazgeçilebilir. Bunun Hazine için tam olarak ne kadarlık bir vergi kaybına neden olacağını hesaplamak (tüketim miktarını kestirebilmek zor olduğundan) mümkün olmasa da, geçmiş yıllarda (örneğin 2018 yılında) bu iki verginin toplam gelirinin 88 milyar TL olduğu biliniyor. (10) Böylece üç aylık bir ÖTV ve KDV sıfırlamasının Hazine’ye maliyeti kabaca 22 milyar TL civarında olacaktır.
Siyasal iktidarın buna, vergi gelirlerini azaltacağı gerekçesiyle yanaşmadığı düşünülebilir, ancak bu tutar bu yıl toplanması öngörülen toplam vergilerin sadece yüzde 1,5’ini oluşturuyor.
Diğer yandan, uygulanan yanlış faiz politikalarının sonucunda kurdaki hızlı yükselişi önleyebilmek için gündeme getirilen Kur Korumalı TL Mevduat uygulamasının (mevduat sahiplerine ilk üç aylık dönemde artan enflasyon nedeniyle reel olarak getiri sağlayıp sağlamadığı ya da ne kadar sağladığı bir yana), Hazine’ye üç aylık kur farkı/faiz ödemesi biçimindeki maliyeti ise kabaca 47 milyar TL civarında (çünkü Hazine Bakanının açıklamasına göre uygulamanın başladığı Aralık ayından bu yana bu hesaplarda 539 milyar TL toplandı. Bu süreçte ortaya çıkan ve telafi edileceği garanti edilen kur farkı yaklaşık 1,20 TL).
Ayrıca bu maliyete bu süreçte dolar kurunu 14 TL’nin altında tutmanın Merkez Bankası rezervlerinde neden olduğu milyarlarca dolarlık erimenin maliyetini de ilave etmek lazım.
Kaldı ki birkaç gün önce T. Varlık Fonu tarafından, Ziraat Bankası’na 21,8 milyar TL, Halkbank’a ve Vakıf Bank'a 13,4’er milyar TL, Kalkınma ve Yatırım Bankası’na 1,5 milyar TL, Ziraat Katılım’a 900 milyon TL, Emlak Katılım’a ise 500 milyon TL olmak üzere toplam 55,1 milyar TL’lik bir sermaye katkısı ve sermaye benzeri kredi sağlandığı açıklandı. (11) Kamu ticari bankalarının sermayelerinin ise, 2018 yılından bu yana, ucuz döviz satma ve ucuz faizli kredi politikalarına aracılık ettirilmeleri yüzünden eridiği biliniyor.
Böylece büyük servetlerin sahiplerine cömertçe verilen toplam 102 milyar TL’yi aşan bir nakit desteği biçimindeki teşvik ortada iken, akaryakıt fiyatlarında bunun beşte birinden az bir verginin üç aylığına alınmasından vazgeçilmesiyle halkın, esnafın, üreticinin neden rahatlatılmadığı (üstelik enflasyonu bir miktar düşürebilmek olası iken) sorgulanmalıdır.
Oysa dünyanın başka yerlerinde bu geçici vergi sıfırlamaları ya da zenginden daha fazla vergi alma biçimindeki yeniden bölüştürücü politikalara enerji krizinin yaşandığı bu günlerde rahatlıkla başvuruluyor.
Örnek olarak, İspanya hükûmeti enerji üzerindeki katma değer vergisini geçici olarak azaltarak tüketicileri rahatlatma yoluna gitti. Ayrıca zengin hanelerden alınmak üzere ek gelir vergisi biçiminde bir ‘sosyal denge vergisi’ ve enerji dağıtım firmalarından ‘arızı kazanç vergisi’ almayı planlıyor. (12)
İçinde yaşadığımız düzen sosyal sınıflara bölünmüş, aynı zamanda farklı kimliklerin sert bir biçimde ayrımcı muameleye tabi tutulduğu kapitalist bir düzen. Üstelik bu sistem 2015 yılından (özellikle de 2017 yılından) bu yana içine girdiği çoklu krizler altında hızla nekrokapitalizme doğru gidiyor.
Yani kapitalizmin militarist, savaşçı, mafyatik, emek ve demokrasi karşıtı, toplumsal cinsiyet eşitliğini reddeden, farklı kimlikleri ötekileştiren ve doğa karşıtı yanı iyice belirginleşiyor. Mevcut ekonomik kriz ve savaş ortamı bu gidişatı daha da hızlandırıyor.
Salgından ve ekonomik krizlerden olduğu gibi, savaştan kazanç sağlayanların silah sanayi ve savaş baronları ve otoriter muktedirler olduğu gerçeği dikkate alındığında, aynı gemide olduğumuzun düşünülmesi sadece bir yanılsamadır. İşin aslı, “aynı felaketlerle karşı karşıya olabiliriz ama aynı gemide değiliz”.
Böyle bir düzende para ya da vergi politikaları biçimindeki ekonomi ve maliye politikalarının ya da sosyal politikaların emekten ve diğer ezilen kimliklerden yana olması beklenmemeli. Bu ancak başka bir iktidarın inşa edeceği başka bir düzen ve buna uygun başka bir paradigma ile mümkün olabilir.
Dip notlar: