Hem üç-dört yıldır çok ciddi sosyal, ekonomik, politik ve ekolojik maliyetlerine rağmen ısrarla devam ettirilen ‘tek adam rejimi’, hem de bu rejimin ekonomi paradigması ve politikaları artık sürdürülemez bir noktaya doğru gidiyor. Ayrıca bu süreçte “her şeyin çok daha iyi olacağı” beklentisi gerçekleşmediği gibi, her şey çok daha kötüye gitti.
Bunu sadece iktisadi verilerden değil, son günlerde iktidar blokunun “sistemde revizyon yapılabileceği” açıklaması yapmak zorunda kalmasından ve muhalefetin bir araya gelip, bir tür ortak bir tutum belgesi açıklama niyetinden de anlıyoruz.
Muhtemelen bu Salı günü altı muhalefet partisi sözcüsü Meclis’te bir araya gelip güçlendirilmiş parlamenter sisteme geri dönüşün ana ilkelerini belirleyecekler. Ardından da bu partilerin liderleri ortak bir toplantı ile bu ilkeleri ve ortaklığı kamuoyu ile paylaşacaklar.
Böylece de bu partiler kendi aralarında (belki de ilk kez) yeni dönem için bir yazılı sözleşme ya da uzlaşma protokolü yapacaklar. Muhalefetin diğer kanadı olan ve hala kilit parti konumunu muhafaza eden HDP ise zaten geçen hafta açıkladığı ‘tutum belgesi’ ile yeni bir demokratik düzen ve demokratik anayasa vurgusu yapmıştı.
Kısaca kaçınılmaz değişim hali hazırda başladı. Bunun tersine çevrilebilmesi (eğer muhalefet kararlılığını ve birlikteliğini korursa ve toplum buna destek verirse) çok zor. Ülke belki de ilk kez uzun zamandır hasretini çektiği özgürlükler ve demokrasinin elde edilebilmesine yönelik maratonun ilk etabını koşmaya başlayabilecek.
Açıkçası son 20 yıldır, ama ağırlıklı olarak da 2009’dan bu yana, ülkede tüm kaynaklar bir avuç zengin sermayedar, büyük müteahhit, bankacı ve politikacıdan oluşan oligarşik-plütokratik yapının daha da güçlendirilmesi için kullanıldı.
Bu süreçte sadece doğal kaynaklar ya da daha doğru bir deyimle müştereklerimiz bu amaçla kullanılmadı, Aynı zamanda para, maliye, kur politikaları, sosyal politikalar, Merkez Bankası, kamu bankaları başta olmak üzere sosyal ve ekonomik hayatımızı etkileyen tüm politikalar ve kurumlar bu kesimlerin lehine kullanıldı. Ülkede adeta bir rant ekonomisi, bir rantiye devlet ve ahbap-çavuş-akraba kapitalizmi yaratıldı. Bir mafya liderinin ifşaatları ise (bunlara ilave olarak), ülkedeki devlet-mafya-sermaye üçgeninin ve burada ortaya çıkan yolsuzlukların ne kadar yaygın ve derin olduğunu gösterdi.
İngiliz tarihçi, politikacı ve yazar Lord Acton’ın bir zamanlar dediği gibi: “İktidar çürümeye, mutlak iktidar ise mutlak çürümeye, bozulmaya neden olur.” (1) Öyle de oldu. 20 yıllık mutlak AKP iktidarı beraberinde mutlak bir çürümeyi de getirdi.
Dahası mutlak iktidar mutlak bir korkuyu da beraberinde getiriyor. Siyasal iktidar güçlendikçe, bu gücü kaybetmekten, iktidardan düşmekten daha fazla korkar bir hale geliyor. Çünkü gücünüzün zirvesindeyseniz, aşağı inmekten başka bir yolunuz da kalmıyor. Bu yüzden de, ülkede yaşandığı gibi, giderek daha fazla baskıcı oluyor, siyasal İslam’a daha fazla yaslanıyor.
Toplumda bir değişimin başlamasına rağmen, geçtiğimiz hafta yayınlanan Kamu Maliyesi Raporunun ikincisi iktidar blokunun ekonomiye ilişkin stratejisinin değişmeden sürdürüleceğinin işaretlerini veriyor. Bu bağlamda örneğin ekonomik toparlanma da, işsizlik de kendilerine her türlü desteğin sağlandığı sermaye kesiminin niyetine ve insafına bırakılıyor.
Örnek olarak, (2) gelir desteği sağlamak ve kamusal istihdam yaratmak yerine hükümet ekonomiyi durgunluktan çıkartmak ve yeni istihdam yaratmak amaçlı olarak 23 milyar lira tutarında bir kefalet hacmi oluşturacak yeni bir ucuz kredi teşvik paketini devreye sokacak. Düşük faizle kullandırılacak krediler en az 6 ay, en fazla 2 yıl ödemesiz döneme sahip olacak ve 10 yıl vadeli olabilecek.
Faiz konusundaki destek banka mevduatlarıyla ilgili olarak da devam edecek. Öyle ki Ekim 2020’den bu yana TL mevduatlara uygulanan stopaj desteği, süresi bir kez daha olmak üzere, bu yılın sonuna kadar uzatıldı. Buna göre vadesiz hesaplar ile 6 aya kadar vadeli hesaplarda indirimli oran yüzde 5, 1 yıla kadar vadeli hesaplarda yüzde 3 olarak uygulanırken, 1 yıldan uzun vadeli hesaplardan hiç Gelir Vergisi kesintisi yapılmayacak. (3)
Özetle, bir zenginin bankadaki 10 milyon liralık mevduatı eğer 1 yıldan uzun vadeli ise bundan elde edeceği yüzbinlerce lira tutarındaki faizden hiç vergi alınmayacak. “Yüksek faiz” karşıtı söylemde bulunurken, yüksek faiz geliri elde edenden hiç vergi almamak yaman bir çelişki olsa gerek.
Yüksek enflasyon altındaki negatif reel faiz olgusunun varlığına rağmen faiz oranının en son 100 baz puan indirilmesinden de görüleceği gibi, faiz indirimi ısrarı bir yandan müteahhit ve bankaları memnun ederken, diğer yandan bunun neden olduğu döviz kuru artışları, ödemesini devletten dövize endeksli olarak alan KOİ müteahhitlerini ve ihracatçıları durduk yerde zengin ediyor.
Bu düzende birilerinin zenginliği başka birilerinin yoksullaşmasıyla mümkün olabiliyor. Açlık sınırının dahi altında belirlenen asgari ücret, gerçekte yüzde 40’lara dayanmış olan enflasyon ve 10 milyona yakın işsizin ve derin yoksulluğun varlığı yetmiyormuş gibi, doğal gaz, elektrik, petrol gibi ürünlere sıklıkla yapılan doğrudan ya da dolaylı zamlar halkı daha da yoksullaştırıyor.
Öte yandan Sayıştay’ın bir raporuna göre, elektriğe zam yapılırken, tüketiciye elektrik enerjisi satışı yapan şirketlerden 37’si 2020 yılında devlete ödemesi gereken Elektrik Enerjisi Fonu’nu hiç ödememiş, 18 şirket ise ödemelerini eksik ya da gecikmeli olarak yapmış. (4)
Bütçe gerçekleşmeleri raporundan (5) hazırladığımız aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, kamu bankaları aracılığıyla düşük faizli kredi ve düşük kurdan döviz satışı bu bankaları, dolayısıyla da kamuyu zarara sokuyor. Bu zarar ise Hazine tarafından bu bankalara ‘görev zararı’ adı altında yapılan transferlerle kapatılıyor, daha doğrusu Hazine tarafından üstleniliyor. Sonuçta Hazinenin zararını da bizler yani vergi ödeyenler daha fazla vergi vererek ya da elektrik ve doğal gaza yapılan yeni zamlarla ödüyoruz.
Öncelikle, faiz ödemelerinde ciddi bir artış var. Öyle ki geçen yılın ilk 8 ayında yapılan faiz ödemeleri 91,6 milyar lira iken, bu yılın ilk 8 ayında bu yüzde 40 oranında artarak 128,2 milyar liraya yükseldi. Bunda yüksek enflasyon ve yüksek faiz oranları etkili oldu. Yani yanlış faiz ve kur politikalarıyla yüksek enflasyona neden olan siyasal iktidarın bu hatası halkın faizciye daha fazla ödeme yapmasıyla sonuçlandı.
Benzer bir biçimde, harcama bütçesinin cari transferler kalemi altında iki kamu bankasına ‘görev zararı’ olarak yapılan ödemelerdeki artışlar bütçenin sınıfsal karakterini ortaya koyuyor.
Öyle ki Halk Bank’a geçen yılın ilk 8 ayında görev zararını kapatmak için 2 milyar liralık transfer yapılırken, bu yılın aynı döneminde bu miktar yüzde 15 artarak 2,3 milyar liranın üzerine çıktı. Ziraat Bankası için yapılan ödeme 2,7 milyar lira civarında kaldı yani sadece 14 milyon lira arttı.
Yani iki bankaya görev zararını kapatmak üzere toplam 5 milyar lirayı aşkın bir kaynak transferi yapıldı. Bu ilk 5 ayda 3 milyar lira idi. Bu da son 3 ayda görev zararı için yapılan ödemelerin 2 milyar liraya yakın arttığı anlamına geliyor. Buna karşılık, aynı dönemlerde çiftçiye yapılan tarımsal destekleme ödemeleri 16,965 milyar liradan 16,050 milyar liraya düşürüldü, yani yüzde 5 oranında azaltıldı.
Bu arada halktan giderek daha fazla vergi toplanıyor. Geçen yılın ilk 8 ayına göre bu yılın aynı döneminde vergi gelirleri yüzde 40 oranında artarak 510,4 milyar liradan 712,8 milyar liraya çıktı. Böyle bir artışın bir kısmı yüksek enflasyon olgusu ile açıklanabilirse de, tamamını bununla açıklamak mümkün değil zira resmi enflasyon oranı yüzde 19’un altında. O halde sadece halka dönük harcamalarda kısıntı yapılmadığı, aynı zamanda elektrik, doğal gaz, ulaştırma zamları ve cezalardaki artışların yanı sıra, halktan toplanan vergilere de epeyce yüklenildiği açık.
Örnek olarak Gelir Vergisi stopajından sağlanan gelirler bu süreçte 87,3 milyar liradan 118,3 milyar liraya çıktı. Bu yüzde 36’lık bir artış demek. Bu verginin üçte ikisini ise ücretten stopajla alınan gelir vergisi oluşturuyor (faizci ödemiyor). Böylece dolaysız vergiler içinde beşte biri aşan bir paya sahip olan bu vergi gelirlerindeki artış emekçilerin daha fazla vergi ödemeleriyle sağlanmış oldu.
Kurumlar Vergisi aynı dönemde 78,2 milyar liradan 117,2 milyar liraya çıktı. Bu yüzde 50’lik bir artış demek ama pratikte bu verginin yüzde 25-50’sinin geriye doğru ücretlilere yansıtılabilir olduğunu unutmamak gerekiyor.
Ancak asıl büyük artış dolaylı vergiler de denilen ve asıl olarak halkın ödemek durumunda kaldığı vergilerden sağlandı. Örnek olarak Katma Değer Vergisi (KDV) geçen yılın ilk 8 ayına göre bu yılın aynı döneminde 127,2 milyar liradan 227,7 milyar liraya çıktı, yani yüzde 75 oranında artış gösterdi. Son olarak Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) tahsilatları yüzde 8’lik bir artış ile 122,7 milyar liradan 132,5 milyar liraya yükseldi.
Kısaca, ortada ekonomik istikrar sağlamaya dönük bir ekonomi politikası yok. Tam tersine gelir ve servetin zenginden, sermayedardan yana paylaşılmasına hizmet eden siyasal kararlar ve bunların kaçınılmaz sonuçları var.
İktisadi paradigmanın sürdürülemez hale gelmesinin bir diğer nedeni izlenen birikim stratejisi nedeniyle ekonomide yeni değer yaratılmasının giderek zorlaşması.
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda değeri sadece emekçiler yaratır. AKP iktidarları döneminde emeğin yarattığı bu değere devletin vergi, sermaye sınıfının sadece kâr olarak değil, aynı zamanda ve giderek artan bir biçimde bunun bir alt kategorisi olan rant biçiminde el koyduğuna tanık olduk. Yani işçinin yarattığı değer sermaye sınıfının çeşitli kesimleri arasında rant olarak da paylaşılıyor. Öyle ki ülkede her şey neredeyse başta inşaat-emlak ve finans olmak üzere büyük çapta rantlar yaratmak ya da bunları paylaşmak üzerine kurgulanmış durumda.
Böyle bir rant yaratma ve dağıtma stratejisi ise işçilerin yeni değer yaratmak için daha da ağır çalıştırılmasına ve daha fazla sömürülmesine neden oluyor. Bazen de (ekonomik krizler ve salgınlarda olduğu gibi), işsiz sayısı daha da arttığında böyle bir strateji yeni değerlerin yaratılmasını zorlaştırıyor. Bu da sermaye sınıfının değişik kesimleri arasındaki kavgayı alevlendiriyor.
Bir başka anlatımla, özellikle de son 20 yıldır ekonomi büyük servetler ve servet zenginleri yaratmaya odaklanmış durumda. Böyle olunca da bu rantlardan payını alamayan ama işçileri çalıştırarak asıl olarak reel üretimin çoğunluğunu gerçekleştiren küçük işletmeler yeni değer yaratmakta zorlanıyorlar, birer birer kapanıyorlar. Kovid-9 salgını ise buna tuz biber ekiyor.
Bu küçük işletmeler daha fazla dibe çekemeyecekleri düşüklükte bir asgari ücret ile düşük kâr marjları arasında sıkışıp kalıyorlar. Sonuçta kârlarının önemli bir kısmını büyük patronlara ve bankalara kaptıran böyle küçük üretici ve işletmeler her geçen gün yeni değer yaratmakta zorlanarak, piyasadan çekiliyorlar.
Dolayısıyla da siyasal iktidara talip olan muhalefet partilerinin ülke ekonomisinin içinde düştüğü bu açmazı tam olarak görmeleri ve radikal bir paradigma değişikliğine olan ihtiyaca inanmaları gerekiyor. Çünkü önünde sonunda mevcut paradigma iflas edecek, sınıfsal çıkar çelişkileri ve bunun neden olduğu çatışma yeni dönemde yeni iktidarların önüne gelecek.
Ancak bu açıdan, söz konusu altı siyasal partinin şu ana kadar pansuman niteliğinde önlemler dışında paradigma değişikliği içeren çözümler ürettiğine tanık olmadık. Müesses nizamın partileri olarak bunu yapmaları da kendilerinden beklenemez. Hatta gerçekte bir yoksullar partisi olan HDP’nin dahi anti-kapitalist çizgisi son zamanlarda kaybolmuş gibi görünüyor.
Bu noktada muhalefet partilerine bir uyarıda bulunmak gerekiyor. Nasıl ki mutlak iktidar mutlak çürümeyi beraberinde getiriyorsa, mutlak iktidarsızlık da mutlak çürümeye neden oluyor. O halde gerçek bir demokrasiyi, barış içinde adaletli bir ülkeyi yeniden kurabilmek için, ortaklaşılmış hedefler doğrultusunda tüm demokrasi güçleriyle iktidara kararlı bir biçimde yürümek gerekiyor.
Özetle, başta finansallaşma olmak üzere, bazılarını devasa servetlerin sahibi yapan son 20 yılın neoliberal ekonomi politikaları yeni değer yaratmaktan ziyade, yaratılmış olan değeri yeniden paylaşmak üzerine kuruluydu. Büyük inşaatlar, dev köprüler, duble yollar, devasa büyüklükteki hava limanları ve büyük camilerin gerçek bir toplumsal refah artışını beraberinde getirmediği, büyük dış borç stoklarına neden olduğu, sadece sanal bir ekonomik büyüme ve zenginlik algısı yarattığı artık net bir biçimde anlaşılıyor. Yalnızca emekçiler değil, kadınlar, gençler, engelliler ve ezilen diğer tüm kimlikler artık bunun daha iyi farkındalar. Bu durum toplumsal muhalefeti her geçen gün daha da büyütüyor.
Toplumu ve ülkeyi adaletli, barış içinde ve demokratik bir biçimde yeniden inşa edebiliriz. Gezegenimizin bize koyduğu kısıtlamalara saygı duyarak doğal varlıklarımızı en etkin bir biçimde kullanabiliriz. Refahın, topluma yararlı üretimin olmazsa olmaz iki kaynağından biri olan emeği güçlendirip, koruyabiliriz (diğeri ekoloji). Böylece ekolojik olarak sürdürülebilir bir ekonomide emeği ve emekçiyi olması gerektiği gibi, baş tacı yapabiliriz.
Cin artık şişeden çıktı, onu geri şişeye sokmak artık mümkün değil.
Dip notlar: