Bu yılın Temmuz-Ağustos-Eylül aylarını kapsayan üçüncü çeyrekte ekonominin geçen yılın aynı çeyreğine göre yüzde 6,7 oranında; bu yılın ikinci çeyreğine göre ise yüzde 15,6 oranında büyüdüğü ve yaklaşık 1,4 trilyon lira olarak gerçekleştiği açıklandı.(1) Bu durum havuz medyasınca salgına rağmen elde edilen bir ekonomik başarı olarak sunuldu.(2)
Öncelikle TÜİK'in ekonomik büyümeyi hesaplama yöntemiyle ilgili bir saptama ile başlayalım. Bilindiği gibi TÜİK büyümeye ilişkin hesaplama yöntemini 2016 yılında değiştirdi. Bunun sonucunda da büyüme rakamları farklılaştı.
Böylece, "GSYH zincirlenmiş hacim endeksi" adlı bir endeks kullanılarak yapılan yeni hesaplama ile ekonomik büyüme oranları (eski yönteme göre hesaplanandan bariz bir biçimde) yüksek çıkıyor. Öyle ki bu değişiklikle 2015 yılında bir anda kişi başı gelirimiz kâğıt üzerinde 2 bin dolar birden büyüdü.
Bu yöntem haklı olarak iktisatçılar tarafından eleştiriliyor. Özellikle de bu yöntemde baz yılı olarak 2009 yılı gibi yüzde (-) 4,7 olarak küçülmüş bir yılın alınmasının yanlış olduğu vurgulanıyor. Çünkü böyle en kötü performansa sahip bir yıl baz yıl olarak alındığında bu yıldan sonraki her oran çok daha iyi (yüksek) oluyor.
Ayrıca GSYH büyümesi bir önceki yılın aynı çeyreği ile kıyaslanarak ve o yılın ortalama fiyatları veri alınarak, yani yıldan yıla hesaplanıyor. Ancak böyle bir hesaplama bir yıl boyunca ekonomik büyümenin aşağı yukarı öngörülen bir yolakta (trendde) hareket ettiği varsayımına dayanıyor.
Oysa (bu yıl salgın nedeniyle yaşandığı ve daha da yaşanacağı gibi) çok sert iniş çıkışlar söz konusu olduğunda bu hesap yanıltıcıdır. Öyle ki GSYH'deki değişimlerin olduğundan daha küçük ya da daha yüksek gösterilmesiyle sonuçlanır.
Kapitalist ekonomilerde iktisadi büyümenin ölçütü olan GSYH büyümesinin toplumsal refahın tek göstergesi olamayacağı yönünde ana akım iktisatçılar tarafından dahi giderek benimsenen bir yaklaşım söz konusu. (3)
Çünkü iktisadi büyümenin gerçek anlamda toplumsal refahı artırabilmesi için kapsayıcı olması, nitelikli istihdam yaratması, gelir bölüşümünde adaleti sağlayıcı olması, yoksulluğu azaltması, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yardımcı olması, farklı kimlikler arasındaki eşitsizlikleri azaltması ve son olarak da ekolojiyi tahrip etmemesi gerekiyor. Bu bağlamda iktisatçılarca ve bazı uluslararası örgütlerce farklı toplumsal refah ölçümü göstergeleri önerilmeye başlandı. (4)
Bir başka anlatımla, toplumsal ilerlemeyi ve iyi olma halini mutlak ve en yüksek ekonomik büyüme ile ilişkilendiren söylem bir burjuva propagandasıdır, kapitalist kültürel hegemonyanın bir yansımasıdır. Bu metalaştırma ve doğanın tahribatı gibi insan toplulukları ve ekoloji için yıkıcı etkilere sahip bir süreci içerir. Oysa bizim sermayenin değil, insanın ve doğanın ihtiyaçlarını önceleyen bunun için örgütlenen bir ekonomik örgütlenme biçimine ihtiyacımız var.
Bu anlamda açıklanan büyüme rakamı doğru olarak kabul edilse (hatta çok daha yüksek oranlarda bir büyüme sağlanmış olsaydı bile) dahi, yukarıdaki ölçütlere uygun olmayan bir büyümenin başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere yoksullara, ezilen kimliklere, kadınlara ve doğaya bir hayrı yok. Tersine bunlara zarar veren bir büyüme olurdu.
Gelelim işin nicelik tarafına. Aşağıdaki soruların yanıtlarını arayarak başlayalım.
Hayır. Zira aynı çeyrekte (önceki çeyreğe göre) gelişkin ekonomilerde büyüme hızı, örneğin; İngiltere'de yüzde 15,5; İtalya'da yüzde 16,1; İspanya'da yüzde 16,7, Fransa'da yüzde 18,2 oldu.(5) Türkiye'de ise bu oran yüzde 15,6 olarak gerçekleşti. Yani Türkiye'de birçok gelişkin ekonomideki büyümenin altında bir büyüme gerçekleşti.
Hayır. Çünkü rakam doğru olarak kabul edilse dahi, açıklanan bu rakam ikinci çeyrek küçülmesinin neden olduğu kaybı telafi edip onun üzerine çıkabilecek bir düzeyde değil. (Nisan-Mayıs-Haziran) aylarını kapsayan ikinci çeyrekte ekonomi yüzde 9,9 oranında küçüldü. Kaldı ki üçüncü çeyrekte aynı oranda, yani yüzde 9,9 oranında bir büyüme sağlansaydı dahi bu kaybın tamamen kapatıldığı anlamına gelmeyecekti.
Bu durumu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: 100 liralık bir milli gelirimiz olsun. Ekonomi yüzde 10 küçüldüğünde milli gelir 90 liraya düşer. Üç ay sonra bu kez ekonomi yüzde 10 büyüdüğünde tekrar 100 liraya çıkmaz, 99 lira olur. olur. Dolayısıyla ekonomi aynı oranda büyüse dahi hala 1 liralık bir kayıp söz konusudur.
Hayır. Çünkü bu rakam sadece (Temmuz-Ağustos--Eylül) ortalamasını gösterir. Önceki dönem olan (Nisan-Mayıs- Haziran) ortalaması çok düşük olduğundan baz etkisiyle ciddi bir sıçrama olduğunu anlatır, o kadar.
Hayır. Zira bu büyüme Haziran ayında gerçekleştirilen erken açılma ile ekonominin kısmen normale dönmesiyle sağlandı. Bu arada şirketlerin, esnafın vergi vb borçları ertelendi, bazılarının bankalara olan kredi borçları da yapılandırıldı.
Kasım ayından itibaren ise artan salgın vakaları yüzünden işyerleri tekrar kapanmaya başladı, üretim ve ticaret yavaşladı, gelirler azaldı ve daha da azalacak. Üstelik bu ertelenen vergi ve kredi borçlarının da vadeleri geldi. Dolayısıyla (eğer aşı konusunda olumlu gelişmeler olmazsa) önümüzdeki yılın ortalarına kadar ekonominin toparlanması imkânsız gibi görünüyor. Kısaca dördüncü çeyrekte yeniden bir daralma kaçınılmaz olacak.
Son bir soru: "Sürdürülemez de olsa, ekonomiyi büyüten nedir?" sorusu olabilir. Bu sorunun yanıtını TÜİK'in ilgili bülteninde bulmak mümkün. Bültende harcamalar yönünden ekonomik büyümeyi etkileyen faktörler şöyle sıralanıyor:
Sabit sermaye oluşumundaki (tahmin) yüzde 22,5'lik artış, ithalattaki yüzde 15,8'lik artış, hane halkı tüketimindeki yüzde 9,2'lik artış, devletin tüketim harcamalarındaki yüzde 1,1'lik artış ve ihracattaki yüzde 22,4'lik azalma.
Büyümeyi olumlu etkileyen faktörlerden sabit sermaye oluşumu rakamı kesinleşmiş bir veri değil, iş çevreleri ile yapılan anketlere dayalı olarak hesaba katılan bir veri, yani sadece bir tahmin. Dolayısıyla da geçerliliği oldukça tartışmalı. Kaldı ki bu kavramın içine hem doğaya zarar veren konut-inşaat yatırımları, hem HES'ler gibi enerji yatırımları, hem de silah sanayi yatırımları girdiğinden bu faktör üzerinden sağlanan bir ekonomik büyümeye çekince koymak gerekir.
Ekonominin dış ticaret üzerinden büyümediği ise çok açık çünkü ihracat neredeyse dörtte bir oranında küçülmüş.
Geriye hane halkı tüketim harcamaları kalıyor ki büyümeyi büyük ölçüde açıklayan da bu faktör. Yani siyasal iktidar bu yılın Ekim ayına kadar banka kredileri ile tüketimi pompalamış. Ayrıca erken açılmayla birlikte kısmen elde edilen gelirlerle bu tüketimi artırmış, bu da sürdürülemez de olsa bir büyüme yaratmış.
Bu durumu Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'ndan (BDDK) derlediğimiz son kredi verilerinden de görebilmek mümkün (6): Büyümenin gerçekleştiği Temmuz ayından - Ekim ayına toplam krediler yaklaşık 284 milyar lira artış göstererek yaklaşık 3,7 trilyon liraya ulaştı. Yani sadece 3 ayda piyasaya verilen krediler yüzde 8 oranında arttı.
TÜİK bülteninde yer alan bir başka veri de bu saptamayı doğruluyor. Öyle ki bu üç ayda en fazla büyüyen sektör yüzde 41,1 ile finans sektörü olmuş. Bu da artan kredilerle birlikte artan tüketim rakamlarıyla uyumlu.
Kısaca bu süreçte siyasal iktidar bir kez daha borçlandırmayla ekonomiyi büyütmek istedi, bankalar buna uyarak kredilerini artırdı, hem tüketiciler, hem de firmalar kredilere yüklenerek harcama yaptılar ve sonuçta böyle bir büyüme ortaya çıktı.
Bu büyümenin işçilere, emekçilere bir şey getirmediği, aksine onlardan çok şey götürdüğü ise aynı bültenden net bir biçimde görülüyor:
" İşgücü ödemelerinin cari fiyatlarla gayrisafi katma değer içerisindeki payı geçen yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 32,9 iken bu oran 2020 yılında yüzde 29,9 oldu. Net işletme artığı/karma gelirin payı ise yüzde 50,5'ten yüzde 55,3'e yükseldi". (7)
Kısaca ekonomi büyürken emeğin ve emekçinin payı azaldı, sermayenin payı arttı.
BDDK verileri de bu büyümeden aslan payını bankaların aldığını ortaya koyuyor.
Öyle ki Temmuz'dan Ekim'e tüm bankacılık sektörünün ağırlıklı olarak faiz vb gelirleri biçiminde elde ettiği ciro yaklaşık 113 milyar lira artarak 345 milyar liraya yükseldi. Bu sadece 3 ayda cironun yüzde 49 arttığı anlamına geliyor. Sektörün vergi sonrası net kârı ise 11 milyar lira artarak 50 milyar liraya çıktı, yani kâr yüzde 28 oranında arttı. (8) Yani birkaç bankanın kârı artınca ekonomi de büyüdü. Bu da kapitalist büyümenin gerçekte bir toplumsal refah artışı değil, servetin ve sermayenin büyümesi olduğunu gösteriyor.
Bu süreçte bankaların ne kadar Kurumlar Vergisi ödeyeceği merak ediliyorsa bu sadece 3,1 milyar lira. Ödenecek bu vergiyi bu süreçte elde edilen ciroya böldüğümüzde efektif olarak vergi yükünü buluruz ki, bu sadece yüzde 2,7. Oysa Kurumlar Vergisi Kanunu’nda yazılı olan oran yüzde 22. Kısaca bankalar Kanunda yazan resmi-nominal oranın sadece onda biri kadar bir efektif vergi yükünü üstlenecekler.
Diğer taraftan OECD, Türkiye'deki bekâr bir işçiden alınan gelir vergisi, sosyal güvenlik primi kesintisi ve katma değer vergisi biçimindeki vergilerin işçinin ücretinin yüzde 43'ünü alıp götürdüğünü ileri sürüyor. (9) Buna bir de özel tüketim vergisi dâhil edilse işçilerin sırtındaki yükün ne kadar ağır olduğu ortaya çıkacaktır.
Açıklanan ekonomik büyüme rakamı doğru olarak kabul edilse dahi, bu büyümenin toplumu, özellikle de emekçileri daha fazla borçlandırarak sağlandığı, buna karşılık finansal servetleri daha da büyüttüğü görülüyor.
Öte yandan böyle bir büyüme (insanları daha da borçlandırarak yoksullaştırdığı için etik olmaması bir yana), sürdürülebilir de değil.
Çünkü bu borçlar bir gün geri ödenmek zorunda. 10 milyon civarındaki işsiz, hızla batmakta olan küçük esnaf ve iyice mülksüzleşen çiftçiler ve yeniden atağa geçen salgın göz önüne alındığında bu kredi borçlarının önemli bir kısmının batık olduğu açık.
Böyle giderse, bu geri ödenmeyen krediler bankaları vuracak ve bankacılık krizine yol açacak. Kim bilir belki de adalet böyle tecelli eder.
Dipnotlar