11 Eylül 2001 tarihinde ABD'de İkiz Kulelere yapılan terör saldırılarının ardından 20 yıl, Türkiye'de yapılan 12 Eylül askeri darbesinin ardından ise 41 yıl geçti.
Bu saldırılar ve darbeler dünyanın birçok ülkesinde "terörle mücadele" adı altında militarizmin yükseltilmesiyle sonuçlandı. Türkiye hala bu darbe sonrası kurulan askeri diktatörlüğün neden olduğu sosyal, politik ve ekonomik hasarın etkilerini yaşarken, son 20 yılda ortaya çıkan diğer terör saldırılarının ardından dünyada birçok yerde Olağan Üstü Hal ilan edildi.
Olağan Üstü Hal gibi uygulamalar terörle mücadele önlemlerinin kalıcı bir hale gelmesini sağladı. Öyle ki bu sözde terörle mücadele uygulamaları nihayetinde, özellikle sosyal medyada olmak üzere, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı üzerindeki kısıtlamaları normalleştirdi, temel insan hakları normlarını kısıtladı ve muhalefeti bastırmak için bahane olarak kullanıldı.
Diğer taraftan, terörle mücadelenin aynı zamanda yüksek kâr odaklı bir güvenlik sanayi ile ilişkili olduğu gerçeği ortaya çıktı. Yani terörle mücadelenin bir dizi politika, bir ideoloji, bir siyasi proje ve hızla büyüyen bir endüstri olduğu görüldü. Böyle bir güvenlik sanayi özellikle de Olağan Üstü Hal dönemlerinde ciddi bir büyüme kaydediyor.
Terörle mücadele mantığı ve siyaseti altında, özellikle de sınır bölgelerinde ve göçmen rotalarında güvenlikleştirme ve militarizm hızla bir norm haline geldi. Artık 'dış düşman' ile mücadele yerine, "terörle mücadele" adı altında bu sanayinin ürettiği silahların, araç ve gereçlerin içe, yani kendi yurttaşlarına dönük olarak kullanıldığına tanık oluyoruz. (1)
Bu bağlamda, yükselen militarizmin ekoloji ve küresel ısınma üzerindeki etkilerini ortaya koyabileceğimiz çok sayıda örnek mevcut. Bunların başında ülkelerin arasındaki mevcut doğal sınırlarla (dağ, nehir gibi) yetinmeyip binlerce kilometreyi bulan yüksek duvarların çekilmesi geliyor. Bu konuda en somut örnekler ABD-Meksika sınırına ve Türkiye-Suriye sınırına örülen duvarlar. Bu duvarlar sadece beton-çelik bir görüntü vermiyor, sayılamayacak kadar da ekolojik tahribata neden oluyor.
Geçtiğimiz haftalarda ABD'de bir federal yargıcın 3 bin145 kilometrelik ABD-Meksika sınırı boyunca artan militarizasyonla ilişkili olarak iki ABD devlet kurumunun (İç Güvenlik Bakanlığı ve Gümrük ve Sınır Güvenliği Kurumu ) "potansiyel ekolojik zararların analizini yapmayarak yasayı çiğnediği" yönündeki kararı, sosyal adalet ve çevre adaleti savunucularını çok mutlu etti.(2) Çünkü sınıra çekilen duvar bölge halklarının refahı ve sağlığı kadar ekolojiyi de tahrip ediyor.
Öncelikle böyle duvarlarla insan hakları ihlal ediliyor, bölge halkı bölgeden sürülüyor, toprakları ellerinden alınıyor, duvarın örüldüğü yerde faaliyet gösteren köylüler, çiftçiler, küçük üreticiler, küçük esnaf, tüccar ciddi ekonomik zarara uğratılırken, ülkeler arasındaki ilişkiler bozuluyor. Kısaca halklar refah kaybına uğruyor.
Ayrıca sınırlara çekilen duvarlar farklı kültürlerin karşılaşmasını önleyerek, insani gelişime de zarar veriyor. Örneğin ABD'deki sınır bölgeleri, Kuzey Amerika'nın en nadide vahşi türlerinden bazılarını ve en eski insan kültürlerini (Hohokam, Lipan-Apache ve İspanyol sömürge ailelerinin soyundan gelenleri) barındırıyor. Bilindiği gibi, bu kültürlerin hepsi Amerika Birleşik Devletleri'nden yüzyıllarca önce o bölgede vardı.
Keza ABD-Meksika sınırı boyunca var olan kara parçası tropik ve ılıman bölgeleri birbirine bağlıyor. Burada jaguarlar ve ocelotlar yaşıyor; yeşil alakargalar, Altamira sarımsağı ve zarif trogonlar, kuzey kardinalleri ve alaycı kuşlarla birlikte mesquite, abanoz ve pamuk ağacı dallarında yan yana tünüyorlar. 450'den fazla nadir tür burada yaşıyor - bazıları gezegenin başka hiçbir yerinde bulunamıyor. Her yıl en az 700 neotropik kuş, memeli ve böcek sınır bölgelerinden göç ediyor. Bunlar insan göçmenler gibi, güvenlik, gelecek ve hayatta kalma çabası içindeler. (3)
Beton-çelik duvarlar örüldüğünde, zırhlı araçlarla duvar boyunca devriye geziliyor, yüksek ısı yayan güçlü aydınlatma aparatları kullanılıyor, kontrol noktaları ve karakollar kuruluyor. Duvar insanlar ve diğer canlı türlerinin normal göçlerini önlediğinden, sağlıklı bir kültürel çeşitlenmeyi de yok ediyor. Duvar ayrıca bazı türlerin (kurtlar, ayılar, geyikler gibi) hareket alanını kısıtlıyor, böylece türlerin yaşamlarını sürdürmelerini zorlaştırıyor. (4)
Nitekim ABD'de sözü edilen duvarın nesli tükenmekte olan türler için göç koridorlarını bloke ettiği, sınır bölgelerinin ekonomisini baltaladığı, 1990'ların başlarına dayanan bir militarizasyon politikasıyla birlikte, 6 binden fazla göçmenin ölümüne yol açtığı, yukarıda sözü edilen yargı kararının gerekçelerini oluşturuyor.
Kuşkusuz ABD-Meksika sınırı duvarı örneği dünyadaki tek örnek değil. Türkiye bilindiği gibi, 2011 yılında başlayan Suriye'deki savaşın ardından benzer bir biçimde 911 kilometrelik sınır boyunca 837 kilometrelik bir beton duvar projesini tamamlamak üzere. (5)
Ayrıca 'Yeşil Yol Projesi' çerçevesinde tüm Karadeniz boyunca yaylalardaki genişliği 7 metreye varan yolların kenarına yapılan yüksek duvarlar da mevcut. ABD'dekine benzer biçimde bu duvarlar insan ve diğer canlı türleri, ekonomik ve sosyal yaşam ve genel olarak ekoloji üzerinde ciddi düzeyde tahrip edici etkilere sahip.
ABD'nin stratejik ortaklarından olan ve mali-askeri desteğini hiç esirgemediği Siyonist İsrail devleti ve ordusunun Filistin topraklarını işgali yıllardır devam ediyor. Bu işgal sırasında başta hava saldırıları olmak üzere Filistin halkına yönelik saldırılar da hız kesmeden sürüyor. Bu saldırılar sadece insani kayıplara değil, aynı zamanda çevre tahribatına da neden oluyor.
Örneğin, 2014 yılında bombalı hava saldırıları, karadan topçu ateşi ve yoğun roket atışları biçiminde İsrail ordusunun Gazze'de Filistinlilere yönelik saldırıları sonucunda bölgedeki haşere ilacı ve organofosfat gibi kimyasal depoları, boya ve plastik fabrikaları vuruldu.
Bu saldırılarda üretimde formaldehid, benzen ve naftalin gibi toksik kimyasalları ve ağır metalleri kullanan fabrikalar yok edildi. Bunun sonucunda ortaya çıkan yangınlarla birlikte büyük çaplı hekzakloroetan dumanı ortaya çıktı. Bunun insan sağlığı üzerindeki etkilerinin yanı sıra, hava kirliliği, su kaynakları ve toprak üzerinde ciddi uzun dönem çevresel etkileri de söz konusu. (6)
Savaşlar bitki örtüsüne ve ormanlara da zarar veriyor. Örnek olarak, Afganistan'da ABD'nin Stinger füzeleri ile donattığı mücahit grupların başlattığı iç savaş nedeniyle, tarım arazileri, meralar, sulama sistemleri büyük ölçüde yok edildi. Binlerce köy boşaltıldı. Nüfusun üçte biri evlerini terk etmek zorunda kalırken, bu köylülerin çiftlikleri, tarlaları ve meyve bahçeleri de çürümeye terk edilmiş oldu.
Dağlık bölgelerdeki mücahitlerin barınak ve saklanma yerlerinin yok edilmesi gibi 'güvenlik' gerekçeleriyle ormanlar, bitki örtüsü yok edildi, ülkeye 10-20 milyon civarında (çoğunluğu Taliban tarafından) mayın döşendi. Ormansızlaşma, ekilebilir arazileri tahrip eden sel ve çığlara yol açan erozyona neden olurken, mayınlar toprak kullanımını engelledi, çocuklar, çobanlar, köylüler ve yüz binlerce canlı hayvan ya mayınlardan ya da bombalamalardan öldü. Bazı araştırmalara göre ailelerin beşte biri mayın kazalarından etkilendi. (7)
Suriye'de ormanların yüzde 76'sı sahil bölgesinde yer alıyor. 2011 yılının ortalarında patlak veren çatışmalar sırasında bu orman örtüsü hızla tükendi. Toplam orman alanında önemli bir düşüş gerçekleşti (31,116 hektar, yüzde 24,3) ve buna yoğun ormanlık alanı (2010 - 2020 arasında) azalması eşlik etti 11,778 hektar (yüzde 9,2). Orman örtüsündeki bu değişiklik, silahlı çatışmalarla ilgili faktörler nedeniyle ortaya çıktı. (8)
Hollanda kökenli bir barış örgütü olan PAX tarafından yürütülen yeni uydu analizine göre, Suriye'nin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetinde yüz binlerce dönümlük tarım arazisi yangınlarla kavruldu. Geçen yıl 15 Mayıs ile 25 Temmuz tarihleri arasında bu vilayette kabaca 436.882 dönüm arazinin yakıldığı tespit edildi.
Yangınların önemli bir kısmı, Kuzey Doğu Suriye'de Türkiye destekli Suriyeli milisler ile Kürtlerin öncülüğünü yaptığı Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında devam eden gerilimin sonucunda ortaya çıktı. Sınır boyunca yapılan top atışları yangınları tutuşturdu, ekinler ve otlaklar yandıkça geriye kararmış topraklar kaldı. Tarım arazilerinin kasıtlı olarak yakılması ise yerel topluluklardaki geçim kaynaklarını yok etmek için bir taktikti. Sözde 'İslam Devleti' ekili alanları yakma çağrısı da yaptı. Suriye'nin 'ülkenin ekmek sepeti' olarak bilinen bu kısmı, birçok çiftçinin ürününü kaybettiği yangınlardan büyük zarar gördü. (9)
PAX'ın raporuna göre, doğrudan düşmanlıkların yanı sıra, bölge artan orman yangınlarına katkıda bulunan daha büyük sorunlarla karşı karşıya. Bölgede iklim krizinin neden olduğu artan sıcaklıklar, daha uzun süren kuraklık dönemlerine neden oluyor, bu da ister tarım araçlarından kaynaklanan kıvılcımlardan, isterse atılan sigara izmaritlerinden kaynaklansın, yangın koşulları yaratıyor. Yangınla mücadele araçlarının eksikliği ve yetersiz su kaynakları durumu daha da kötüleştiriyor. Yangınlardan etkilenen çiftçi topluluklarının azalan mahsul gelirleri ve geçim kaynaklarıyla ilgili sorunlar, Suriye lirasının devalüasyonu nedeniyle baş gösteren ekonomik krizle daha da ağırlaşıyor.
Kısaca, Kuzey Doğu Suriye'deki savaşın doğal kaynaklar ve çevre sağlığı üzerinde telafi edilmesi imkânsız etkileri söz konusu ve bu etkiler devam edecek. Bölgede temiz suya, havaya ve toprağa erişim bir sorun olurken, savaşın zehir saçan kalıntılarının etkilerinin ortadan kaldırılması ya çok uzun yıllar alacak ya da bu hiç mümkün olmayacak.
Bölgede hem tarım, hem de fosil yakıt çıkarımı (savaş öncesinde günde 400 bin varil petrol çıkartılıyordu) en temel ekonomik faaliyet. Savaş fosil yakıt sanayinde yarattığı etkiler yüzünden ciddi bir kirliliği miras bıraktı. Aynı zamanda savaş su ve arazi kaynaklarını ciddi boyutta tahrip etti.
Petrol çıkartma faaliyetleriyle ilgili üç tür ekolojik kirlilik söz konusu: (i) Çatışma öncesi mevcut petrol çıkarma faaliyetleri (ii) Elle yapılan petrol çıkartımı (2013-2017 arasında yaygınlaşan yol kenarı, arka bahçe kuyuları) (iii) Petrol atıklarının (katran) konulduğu çukurlar.
Özellikle de bu katran biçimindeki atıklar açık havada tutuluyor ve bunlar hem su kaynakları, hem arazi, hem de vahşi yaşam için ciddi bir risk oluşturuyor. Çatışmalar sürdükçe sokaklardan kirli atıkların toplanabilmesi ve sağlıklı bir biçimde depolanabilmesi imkansız olduğundan bu çok ciddi bir ekolojik etki yaratıyor. Bu atıkların bölge sakinlerince usulsüz yakılması ise sera gazı emisyonuna neden oluyor. Lastik ve plastik yakılması pratikleri de bunu hızlandırıyor (10)
Euronews'a göre, yaklaşık on yıl boyunca savaşın gölgesindeki Suriye'de şimdi insanları çok daha zorlu bir dönem bekliyor. Son yıllarda kuraklık yaşayan özellikle Suriye'nin kuzey bölgelerinde Fırat Nehri'nin suları büyük oranda çekildi ve birçok gölet yok oldu. Savaş, Covid-19 salgını ve ekonomik kriz derken, şimdi de baraj sularında görülen büyük düşüş sonrası bölgede su ve elektrik kesintileri kapıda.
Barajlardaki su seviyesinin düşüklüğü ve diğer birçok etmen sebebiyle de Suriye'de geçen seneye oranla elektrik üretimi yüzde 70 oranında azalmış durumda. Yaklaşık 5 milyon Suriyeli su sorunu ve elektrik kesintileriyle karşı karşıya. Bölgede yaşayanlar, özellikle Fırat Nehri'nden gelen suyun azalması konusunda komşu ülke Türkiye'yi suçluyor. Buradaki Kürtler, siyasi sorun yaşadığı Türklerin Fırat Nehri'nin suyunu kıstığını ileri sürüyor, Türkiye ise bu iddiaları kabul etmiyor.(11)
ABD Minnesota Üniversitesi öğretim üyesi Z. Pehlivan kendisiyle geçen yıl yapılan bir söyleşide (12), ağaçların yakılarak ormansızlaştırma yapılmasının ilk örneklerinin ABD'nin Vietnam Savaşı ve Kolombiya'da FARC'a karşı yürütülen savaşta görüldüğünün altını çiziyor.
Yazara göre, Türkiye'de- Batıda sahil bölgelerinde çıkan yangınların dışında- orman yangınları en çok Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları Diyarbakır'ın Kuzey-Doğu ve Güney-Doğu kırsalı-Batman-Bitlis üçgeni, Siirt, Hakkâri ve Şırnak dolaylarında çıkıyor. Bu yangınların bazıları doğal koşullardan, bazıları tarımsal alan açmak amacıyla, bazıları ise askeri güvenlik amacıyla çıkartılıyor.
Pehlivan bu tezini de orman yangınlarının yoğunlaştığı bölgelerde son yirmi yılda çok sayıda karakol, ya da yerelde tabir edildiği gibi, kalekol inşa edilmesiyle ilişkilendiriyor:
"Buna göre; kalekollar ortaçağdaki korunaklı kaleler gibi hâkim tepelere kuruldu. İnşa edildikleri tepelerin çevresindeki ormanlık alanlar tıraşlandı. Yetmedi kalekolların civarındaki ormanlar ve yaylalar güvenlik bölgesi olarak ilan edildi, sivillerin girişine kapatıldı. Bu ideolojik mühendislik planının iki amacı var: Birincisi kalekolların görüş alanını olabildiğince genişletmek. Çünkü ormanlık arazideki görüş alanı ile ağaçtan arındırılmış bir alanın görüş alanı bambaşka. Ormanı yakarak sadece görüş alanını temizlemiyor, aynı zamanda karşı taraftan gelebilecek muhtemel tehlikeyi bertaraf ediyorsunuz. Vietnam savaşı sırasında, ABD ormanlık alanlardaki bitkilerin yapraklarını dökmesine ve kurumasına sebep olan ağır kimyasal maddeler kullanmıştı. İkincisi ise bölgedeki nüfusun doğal kaynaklara erişimini zorlaştırarak, hatta tamamen engellemek suretiyle göçe zorlamak. Dahası, ormanı yakarak çevredeki nüfusta güvenlik endişesini artırıp istikrarsızlık yaratmak, doğayı katlederek korku siyasetini yaygınlaştırmak amaçlanıyor". (13)
Dersim'in Hozat ilçesine bağlı Kuru Kaymak köyü ile Koçeri mezrasında 17 Ağustos tarihinde askeri operasyon sonrası başlayan orman yangınına 13'ncü güne kadar müdahale edilmediği, yangına müdahale etmek isteyen yurttaşların askerlerce engellendikleri iddiası güvenlik, insansızlaştırma-orman yangınları ilişkisini güçlendiriyor. (14)
Mayıs 2021'de yayınlanan bir diğer uluslararası raporun Suriye'deki savaş ile ilgili bulguları Türkiye'de "güvenlik gerekçesiyle ormansızlaştırma" iddialarını destekler nitelikte.
Buna göre; Suriye rejimi ile IŞİD ve Türk ordusu arasında gerçekleşen çatışmaların sonucunda ekolojik alt yapı, doğal kaynaklar hasar gördü. Ekolojik sistem bu çatışmaların sonucunda ciddi kayıplara uğradı. Çatışmalı bölgelerde aynı zamanda ormansızlaştırma yaşandı. Türkiye sınırında Türkiye devletinin yaptığı barajlar suya erişimi büyük ölçüde engelledi. Bu bölgelerde ciddi boyutlarda yangınlar çıktı. Bunların bir kısmı silahlı gruplar ve Suriye ordusunun taktik olarak çıkarttığı yangınlardı. 2019 yılında Türk ordusu ile SDG arasındaki çatışmalar sırasında 1500 km2'lik bir alanın yandığı belirlendi. Su, çatışmaları ve iklim güvenliği riskleri tarım sektöründe de görülüyor. Kuraklık, ağır yağışlar savaşlarla daha da ağırlaştı, bu durum toprak kullanımını etkiledi ve ürün azaldı. Köylülerin savaştan kaçmak için topraklarını terk etmeleri bu durumu daha da kötüleştirdi. Aşırı sıcaklar ve son iki yıldır görülen ağır yağışlar hububat tarlalarında yangınlara neden oldu. Yangınların bir diğer nedeni ise sınırda açılan yoğun topçu ateşi ve bombardımanlardı. 2019-2020'de toplamda 1050 km2'lik bir alan yandı. Bu önceki yıllara göre çok ağır bir tahribattı. (15)
Savaşın neden olduğu doğa tahribatına toprağın katmanındaki tahribatları da dâhil etmek gerekiyor. Bir yandan yangınlar toprağın üzerindeki bitki örtüsünü yok ederken, diğer yandan bombanın içeriğindeki kimyasallar ve toprağa dökülen askeri atıklar yüzünden toprak zehirleniyor. Keza toprağa mayın döşenmesi ve güvenlik barajları da (su) benzer etkiler yaratıyor.
Militarizm-iklim krizi ilişkisi konusunda farklı görüşler de mevcut. Örneğin küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda gelinen nokta itibarıyla askeriyenin, ulusal orduların, iklim değişikliğine neden olmaktan ziyade, bundan böyle iklim değişikliğinin neden olduğu yangınlar, su baskınları gibi felaketlerle uğraşacağı da ileri sürülüyor.
Nitekim bir çalışmaya göre, örneğin Çin ordusu, 2049'a kadar, daha ziyade orman yangınlarıyla su baskınlarıyla, kısaca çalkantılı bir iklim değişikliği ile başa çıkmakla meşgul olacak. Küresel sıcaklıklar arttıkça, ülke hiç bitmeyen iklim acil durumunun şiddetli etkilerinden zarar görecek ve halkı daha da feci sellere, kıtlıklara, kuraklıklara, orman yangınlarına, kum fırtınalarına ve tsunamilere karşı savunmak için Halk Kurtuluş Ordusu (PLA) dâhil olmak üzere hükümetin her aracını kullanmak zorunda kalacak.
Üstelik Çin bu konuda pek de yalnız kalmayacak. Şu anda, ABD Savunma Bakanlığı 'Ulusal Savunma Stratejisi Belgesi'nin yeni bir baskısını hazırlıyor ve bu sefer iklim değişikliği nihayet resmen Amerikan güvenliğine yönelik büyük bir tehdit olarak tanımlanacak. Bu durum her iki ülkeyi o denli tehdit ediyor olacak ki birbirlerine karşı savaş başlatma güçleri ya da iradeleri olmayacak. (16)
Yukarıdaki öngörü ne kadar gerçekleşir bunu bilmek mümkün değil. Ancak hali hazırda Covid-19 salgını, ekolojik tahribat ve iklim değişikliği içinde olduğumuz bir çağda yaşamakta olduğumuz çok açık.
Kapitalizm sürdükçe gezegenimizde insanın var oluşu ölümcül bir tehdit altında olmaya devam edecek. Salgının yalnızca bir sağlık krizi ve küresel ısınmanın sadece bir doğal felaket olmadığı açıkça ortada. Her ikisi de sosyal yeniden üretim sisteminin yapısal kısıtlarını açığa çıkartan ekonomik ve sosyal krizleri de alevlendiren krizler.
Bu felaketler yerel ya da ulusal değil küresel, bu yüzden de tek bir ülkede bunlarla baş edilemez. Bu bir ulusal kriz olmadığı için ulus devletleri güçlendirerek de bu krizden çıkılamaz. Yani eşitsizliklere, yoksulluğa, salgına ve iklim krizine yol açan faktörleri ortadan kaldırabilmek sadece mevcut üretim ilişkilerini ortadan kaldırmakla da sağlanamaz. Ayrıca başat bir politik ve ekonomik organizasyon olan ulus devletlerin kapitalizme hizmet eden (ekolojiyi tahrip eden) işlevleriyle de yüzleşmek gerekecek.
Diğer yandan kendi iç çatışmalarından kaynaklı sorunlarını çözmekte yetersiz kalan kapitalist sistem giderek yıkıcı ve otoriter biçimler alıyor, daha da alacak. İlerici güçler bu gelişme sırasında seçenek olduklarını gösteremezler ve insanları ikna edemezlerse, ekonomik krizin de derinleşmesiyle beraber aşırı sağ daha da güçlenecektir.
Bugün hala dünya siyasetindeki, potansiyel olarak, en önemli faktörün; işçi sınıfının, yoksulların ve ezilenlerin dünyayı yeniden kurma konusundaki iradeleri ve örgütlü mücadeleleri, bunların kendilerini hem sistemik yoksulluğa, eşitsizliklere, hem salgına, hem de iklim krizine karşı korumaları gerçeği olduğu unutulmamalı.
Özetle, mevcut sistemi toplumsal ihtiyaçları karşılamaya dönük, hem emeği, hem de doğayı koruyan demokratik bir biçimde planlanmış bir ekonomiye dönüştürmemiz gerekiyor. Bu bugün hem gereklilik, hem de yapılabilir bir şey.
Vakit geçirmeden ilerici temel bir toplumsal değişim ve dönüşüm için mücadele eden tüm emek yanlısı, ilerici, demokratik, özgürlükçü, laik, anti militarist, anti sömürgeci ve çevreci güçlerin birlikte mücadelelerinin sağlanması gerekiyor.
Dipnotlar