Hem Covid-19 salgını, hem başta işsizlik, enflasyon ve yoksulluk olmak üzere büyük çaptaki ekonomik sıkıntılar üzerimize kâbus gibi çökmüş durumda ama siyasal iktidar bu iki sorunun da ciddiyetini yeterince kavrayabilmiş değil.
İşsiz sayısı 10 milyonun üzerine çıktı. Dahası kısa çalışma ödeneğine son verildiği için Nisan ve Mayıs aylarından itibaren on binlerce işçi işsizler ordusuna katılacak. Bu arada patronlar tam bir fırsatçılık içinde Kod 29'u gerekçe göstererek işçileri tazminatsız işten atıyor. Hali hazırda yüksek enflasyonun altında ezilen işçiler, emekçiler, küçük esnaf, küçük üretici işsiz ve gelirsiz kalarak iyice yoksullaşıyor, açlığa mahkûm ediliyor. Buna karşılık siyasal iktidarın şu ana kadar sunduğu mali destek bu kesimlerin derdine derman olmaktan çok uzak.
Covid-19 salgınının yönetiminde yapılan yanlışlar sonucunda ise ülkedeki günlük vaka sayısı ilk kez 62 binin, günlük ölümler ise 270'in üzerine çıktı.
Dünya Sağlık Örgütü'nün en son verilerine göre, Türkiye günlük vaka sayısı açısından dünyada dördüncü, Avrupa'da ise birinci ülke konumunda. Öyle ki günlük yeni vakaların yüzde 26'sı Hindistan'da, yüzde 11'i Brezilya'da yüzde 10'u ABD'de, yüzde 8'i Türkiye'de ve yüzde 5'i Fransa'da ortaya çıkıyor.
Ancak Türkiye'deki Covid-19 vakalarının ciddiyetini anlayabilmek için nüfus başına vaka sayısına bakmak gerekiyor. Bu açıdan örneğin Türkiye'de her 100 bin kişi başına düşen toplam vaka sayısı 4 bin 698 iken, günlük 200 bin üzerinde yeni vakaya sahip bulunan Hindistan'da bu sayı sadece 1.019.(1)
Bu duruma gelinmesinde; virüsün mutasyona uğrayarak çok daha hızlı yayılmasının, halkımızın bir kesiminin salgın konusundaki umursamaz davranışlarının olduğu kadar, politik çıkarlar ve beklentiler yüzünden maske-mesafe kuralının hiçe sayılarak iktidar partisi kongrelerinin lebaleb doldurulmasının ve yeterince aşılama yapılamamasının da payı çok büyük.
Nitekim şu ana kadar (15 Nisan itibariyle) toplam sadece 7 milyon 755 bin 707 kişiye Covid-19 aşısının her iki dozu da yapılabildi.(2) Bu nüfusun sadece yüzde 9'unun biraz üzerinde bir kısmının aşılanabildiği anlamına geliyor. Bunun nedeni ülkeye yeterince aşının getirilememiş olması. Oysa sağlık örgütleri ülkede günde 1 milyon kişiye aşı yapabilecek bir sağlık personeli kapasitesinin bulunduğunun altını çiziyor. Yani aşı olsa onu hızlıca uygulayabilecek alt yapı mevcut. Bu nedenle, "ülkede neden yeterince aşı yok" sorusunu sormak kaçınılmaz oluyor.
Diğer taraftan salgın bilimciler, bir ülkede sürü bağışıklığı stratejisinin uygulanabilmesi için nüfusun belli bir kesiminin (örneğin yüzde 60-70'inin) aşılanması gerektiğini ileri sürüyor. Türkiye'ninse bu hedefin çok gerisinde olduğu açık.
Bu gerçeğe rağmen ülkede neden hala gizli ya da açık bir biçimde sürü bağışıklığı stratejisi uygulanmaya çalışılıyor ve toplumun sağlık açısından en zayıf kesimleri başta olmak üzere, tüm toplum ciddi bir bulaş riskine maruz bırakılıyor?
Durum bu derece vahim iken ve başta sağlık örgütleri olmak üzere toplumun büyük bir çoğunluğu tam gelir destekli bir 28 günlük tam kapanmanın kaçınılmaz olduğunu ısrarla talep ederken siyasal iktidar neden buna yanaşmıyor?
Tersine, Salı günü alınan kararla, kapanıyormuşuz gibi yapılırken "sıkılaştır-gevşet-sıkılaştır" biçiminde son bir yıldır uygulanan strateji sürdürülecek. Çünkü 15 günlüğüne hafta sonları ve akşam saat 19.00'dan sonra olmak üzere sokağa çıkma yasakları biçiminde kısmi bir kapanma kararı alındı.
Öte yandan, özel otolarla yapılan şehirlerarası seyahatler yasaklanırken, otobüslerle seyahatin serbest bırakılması, AVM'ler başta olmak üzere mağazalar, dükkânlar ve zorunlu olmayan birçok malı üreten işyerleri, fabrikalar açık tutulurken, kafelerin, restoranların sadece paket servisi için açık olabilmeleri ya da çok büyük bir kesimi aşılanmış olan 65 yaş üzerindekilere günde sadece 4 saat sokağa çıkma izni verilmesi (3) akıl ve mantıkla izah edilemeyecek çelişkili kararlar değil mi?
Oysa şu ana kadarki deneyimlerden, halkın hafta sonları sokağa çıkma yasaklarına yeterince uymadığı görülüyor. Günlük sokağa çıkma yasağının iki saat daha uzatılmasının ise insanları, iş çıkışında telaş halinde lebaleb dolu toplu ulaştırma araçlarına akın etmeye zorlayarak bulaşın artmasından başka bir işe yaramayacağı öngörülemiyor.
Geçen yıl salgın başladığında hükümetlerin önünde kabaca iki seçenek mevcuttu:
(i) Sürü bağışıklığı stratejisine uygun olarak, aşı bulunana kadar, "sıkılaştır-gevşet-sıkılaştır" biçiminde bir yol izlemek. Böylece restoranlar, barlar, kafeler gibi mobilizasyonun daha fazla olduğu alanları kapatarak üretim ve diğer ekonomik faaliyetleri kısmen durdurmak, salgın hafifletildikten sonra da gevşetme yaparak normalleşme adımları atmak.
(ii) En az bir aylık bir tam kapanmayla insanları evlerinde tutmak, sosyal izolasyon ve evde kal biçimindeki katı karantina uygulamak, bu arada ihtiyacı olan insanlara gelir desteği sağlamak ve virüsün bulaştığı insanları ciddi biçimde izlemek. Salgının birinci yılında bu seçenekler hala masada duruyor.
Sürü bağışıklığı stratejisi de denilen ilk seçenek altında insanların sokaklara çıkarak normal yaşamlarını sürdürmelerine ses çıkartılmadı, hatta insanlar bu yönde teşvik de edildiler. Bunun sonucunda vaka sayılarında patlama yaşandığında ise, neo-liberal ideolojiye uygun bir biçimde, bunun sorumluluğu "kendi önlemini almayan, maske takmayan, fiziki mesafe kuralına uymayan" bireylere yüklendi. Salgından hastalanmanın nedeninin insanların kendi hataları olduğu (ya da sorumlunun 84 milyonun tamamı olduğu) (4) söylenerek gerçek sorumlular gizlendi.
Sadece Türkiye'de değil, ABD, Britanya, İtalya, Brezilya başta olmak üzere, neo-liberal politikaları izleyen ülkelerde başlangıçta bu strateji uygulandı. Salgın atağa geçtiğinde ise kısmi kapanmalarla durum idare edilmeye çalışıldı. Türkiye'de ise bu strateji hala uygulanıyor.
Bu sonuçları nedeniyle sürü bağışıklığı stratejisinin neo-liberalizmin epidemiyoloji (salgın bilim) alanındaki bir yansıması olduğu ileri sürülüyor. Çünkü tıpkı serbest piyasalara olan koşulsuz inancın gereği gibi, sürü bağışıklığı da salgınla en iyi mücadelenin onu serbest bırakmak, kontrol etmemek olduğu inancına dayanıyor.
Bu aslında yıllardır dünyayı yöneten politik aklın bir devamı, yani "bırakınız yapsınlarcı" bir Sosyal Darwinizm'. Öyle ki denetimsiz piyasalara iman edenler, salgın geniş kitleleri öldürse dahi, onu kontrol etmeye gerek duyulmadan ortadan kalkacağına da inanıyorlar. Bu yüzden de gönül rahatlığıyla (ekonomik olarak daha maliyetli olan tam kapanma stratejisi karşısında) sokaklara çıkmayı öneriyorlar. (5)
Oysa sürü bağışıklığı stratejisi, çok büyük bir kısmı çok kötü sosyo-ekonomik koşullara sahip bulunan yoksullar, evsizler, mülteciler, yaşlılar, engelliler ve ciddi sağlık sorunları olanlar gibi toplumun en korumasız kesimlerini ezen bir şiddet uygulamasından başka bir şey değil.
Kapitalizmin emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin karşısında bir sistem olduğu gerçeği sadece bugüne özgü bir husus değil. Sanayi kapitalizminin ilk ortaya çıktığı 19'uncu yüzyılda da durum bugünden çok farklı değildi. Öyle ki kapitalizmin beşiği İngiltere'de o dönemde emekçilerin halini "İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu" (1845) adlı kitabında F. Engels "sosyal cinayet" kavramı altında şöyle anlatıyordu:
"Bir kişinin eylemi istemi dışında bir başkasının ölümü ile sonuçlandığında; buna kasıt olmaksızın ölüme sebebiyet verme, eğer öldüren kişi eyleminin öldürme ile sonuçlanabileceğinin bilincinde hareket ediyorsa, buna cinayet adı verilir. Bunun gibi eğer bir toplum işçi sınıfını doğal olmayan ve erken ölümüne neden olabilecek ölümlerle karşı karşıya bırakırsa (tıpkı kılıç ya da tabanca ile öldürmek gibi) bu bilerek ve isteyerek cinayet işlemek anlamına gelir. Binlerce işçi hayatta kalabilmek için ihtiyacı olan şeylerden mahrum bırakıldığında ya da hayatlarını sürdürebilmelerinin mümkün olamayacağı koşullara mahkûm edildiğinde, aslında ölüme mahkûm edilmişler demektir. Bu öyle bir tür cinayettir ki kurbanların kendilerini savunabilme imkânları ve araçları mevcut değildir. Bu aynı zamanda üstü örtülen bir cinayettir zira ölenler bunun ne tür bir ölüm olduğunun tam olarak farkında olmadıkları gibi, katili de kimse göremez. Bunun nedeni bu cinayetin bir suç örgütünün bir araya gelip işlediği bir cinayet gibi değil, bir ihmal sonucunda ortaya çıkan ölümler gibi sunulmasıdır. Bugün İngiltere'de sosyal cinayetler işleniyor. Öyle ki işçiler sağlıklarını koruyamadıkları gibi uzun yaşayamayacakları koşullara mahkûm edilmiş durumdalar. Bu da onların enerjisini, yaşama gücünü yavaş yavaş ellerinden alıyor ve onları zamanından çok daha erken mezara gönderiyor".(6)
Bugün kendisini ve ailesini geçindirebilmek için, maske ve hijyenden yoksun, fiziki mesafe kurallarının uygulanmadığı kalabalık fabrikalarda, işyerlerinde çalışmak zorunda kalan, her gün işine kalabalık toplu ulaştırma araçlarıyla gidip gelmek durumunda olan emekçilerin karşılaştıkları durumun 176 yıl öncesinden özde bir farkı yok. Nitekim Türk Tabipleri Birliği salgınla ilgili olarak izlenen yanlış politikaların sosyal cinayetlerle sonuçlanacağı uyarısında bulunmak zorunda kaldı.(7)
Sürü bağışıklığı stratejisinin olumsuzlukları sadece sosyal cinayetlere yol açmakla sınırlı değil. Bu strateji salgın yüzünden krize girmiş ya da krizi derinleşmiş ekonomilerin bu krizden çıkmasını da önlüyor. Çünkü bu strateji altında salgında sürekli yeni dalgalar yaşanıyor, bu da kaçınılmaz olarak ekonomilerin (kısmi de olsa) yeniden kapanmasıyla sonuçlanıyor.
Ayrıca günümüzde ulusal ekonomiler (hatta bir bütün olarak dünya ekonomisi) sektörler ve faaliyetler anlamında birbirine son derece entegre ve bağımlı durumda. Bu nedenle bazı sektörler kapalı tutulurken, diğerlerinin açılması iktisadi olarak bir anlam ifade etmiyor. Yani salgın kötüleştikçe ekonomi de kötüleşiyor.
Kısaca salgının birinci yılında, bu stratejiyi uygulayan ülkelerin sürekli yeni dalgalarla karşılaştıkları, uyguladıkları geçici (hafta sonu ya da akşam saatlerinde) ve kısmi kapanmaların (yeme-içme mekânları gibi) gevşeme ve sonuçta salgının daha da artmasıyla sonuçlandığı görülüyor. Bu da hem sağlıkla, hem de ekonomi ile ilgili maliyetleri daha da artırıyor.
Gelir destekli bir ay süreyle tam kapanma sancılı ve kısa dönemde çok maliyetli olsa da, hem salgınla mücadelede, hem de ekonomik toparlanma için tek akılcı ve adaletli yol gibi görünüyor.
Ancak kapanmayı gerektiği gibi, yeterli bir süre için (en az bir ay) ve gecikmeksizin yapmak gerekiyor. Zorunlu mal ve hizmet alanları dışında tüm ekonomik faaliyetleri durdurmak, insanları evlerinde sıkıntı yaşamadan tutabilmek için de yeterli bir gelir desteği sağlamak dâhil tüm önlemleri de almak şart.
Nitekim hem Türkiye'de, hem de dışarıda yapılan bazı bilimsel araştırmalar gecikmeksizin ekonomiyi tam kapatmanın hem sağlık, hem de ekonomi açısından, sokağa çıkma yasaklarıyla sürdürülen kısmi kapanmaya kıyasla, çok daha başarılı olduğunu ortaya koyuyor.
Bu araştırmalardan ilki geçen yıl Nisan ayında bir grup akademisyenin yapmış olduğu bir bilimsel araştırma. Bulguları özetle şöyle (8):
Toplum sağlığı ya da ekonomi arasında bir tercihin yapılması zorunlu değil. Tersine, salgının başlarında yani vaka sayıları çok artmadan uygulanacak sıkı ve etkili bir karantina sayesinde hem salgın daha çabuk kontrol altına alınabilir, hem de ekonomik hasar asgariye indirilebilir. Bunun için yaklaşık 30-40 gün sürecek sıkı bir kapanma gerekiyor.
"Tam karantina" senaryosunda sadece en gerekli olan sektörlerin açık olduğu varsayılıyor. Ancak karantinanın başarılı olabilmesi için Güney Kore benzeri bir uygulama ile vakaların sıkı bir şekilde takip edilmesi gerekiyor. Toplam vaka sayısı 3000'in altına indiği zaman salgının kontrol altına alındığı, mevcut vakaların başarıyla takip edilebileceği ve hayatın normale dönebileceğini varsayılıyor.
Başarılı bir şekilde uygulanacak bir aylık tam karantina uygulaması, virüsü en hızlı şekilde kontrol altına almak yoluyla, en düşük ekonomik maliyeti sağlıyor. Ülkenin 15 Nisan 2020 itibarıyla toplam yaklaşık 70 bin vaka eşiğinde (bugün bu sayı 4 milyona yakın) tam karantina uygulamasında yaşanacak bir gecikme ise can kaybının yanı sıra ekonomiye olan toplam maliyeti ve toparlanmanın süresini artırıyor. Tam karantina uygulaması geciktiği sürece salgını kontrol altına almak zorlaşıyor ve karantinada geçmesi gereken süre (ve dolayısıyla ekonomik maliyet) artıyor.
Diğer taraftan kısmi bir karantina altında milli gelir yüzde 17 oranında azalıyor. Oysa tam karantina-kapanma uygulaması hemen uygulamaya konduğu takdirde salgın 42 günde kontrol altına alınabiliyor ve milli gelirdeki düşüş yüzde 7,8 ile sınırlı kalıyor.
Tam karantina uygulamasında bir günlük gecikme olduğunda salgını kontrol altına alma süresi 44 güne çıkıyor, milli gelirdeki daralma yüzde 8,2'e yükseliyor. Yani virüs 100 gün sonra tekrar artmaya başlıyor. Prematüre şekilde karantinayı vaktinden erken sonlandırmak hiçbir işe yaramadığı gibi o süre içindeki üretim kaybı da boşa gidiyor. Bu nedenle bir günlük gecikmenin bedeli olarak ekonomiyi fazladan iki gün kapatmak gerekiyor ki bu da ekonomiye olan maliyeti bir anda milli gelirin yüzde 8,2'sine çıkartıyor.
Eğer iki günlük gecikme olursa bu kez uygulanması gereken karantina süresi 46 güne uzarken milli gelirdeki düşüş yüzde 8,6'ya çıkıyor. Yani gecikme olan her gün milli gelirde yaklaşık binde 4'lük ilave bir kayba neden oluyor. Bu kaybın telafisi için verilecek olan devlet desteğinin büyüklüğü de, Hazineye olan maliyeti de o denli artıyor.
İkinci araştırma Fransa kökenli bir araştırma. Paris'te yerleşik bir kuruluş tarafından yapılan bu araştırmanın sonucunda hazırlanan "Sıfır Covid Stratejisi hem insanı, hem de ekonomiyi daha iyi korur" başlıklı raporun (9) aşağıda özetlediğimiz bulguları Türkiye'de yapılmış olan (yukarıda sözünü ettiğimiz) araştırmanın bulgularıyla uyumlu. Buna göre:
Covid-19 salgını ile baş etmede kabaca iki strateji söz konusu: Migitation (Ilımlı Geçiş, Sıkılaştır-Gevşet-Sıkılaştır / Sürü Bağışıklığı) ve Elimination ya da Sıfır Covid Stratejisi (SCS-Tam Kapanma).
Covid-19'la mücadelede gündeme getirilen bu stratejiler hem toplum sağlığını, hem de ekonomiyi daha iyi korumak anlamında farklı etkilere sahipler. Bu stratejilerden belli aralıklarla sokağa çıkma yasaklarıyla "Sıkılaştır-Gevşet-Sıkılaştır" biçiminde yürütülen stratejinin bir aylık maliyetinin 6 milyar dolar ila 10 milyar dolar arasında olduğu, diğer strateji olan tam kapanmanın maliyetinin ise 15-20 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor.
Ancak rapor böyle kısa vadeli bir maliyet karşılaştırmasının yanıltıcı olabileceğini ileri sürüyor. Çünkü bu kıyaslamada tekrar sokağa çıkma yasağı konulması olasılığını ortadan kaldıran tam kapanmanın sağladığı fayda hesaba katılmıyor. Yani tam kapanma büyük ölçüde salgının sosyal ve ekonomik etkilerini ortadan kaldırabilirken, sokağa çıkma yasakları ya da diğer yarım kapanmaların faydası bir süre sonra ortadan kalkıyor ve Fransa'da olduğu gibi ekonomik ve sosyal maliyetler ikiye katlanıyor.
Zamanında yapılan bir tam kapanma büyük yangını söndürerek ardındaki küçük yangınlarla baş etmeye benzetiliyor. Buna karşılık sürü bağışıklığı stratejisi başarısız kalmaya mahkûm bir strateji olarak nitelendiriliyor.
Rapora göre, Ilımlı Geçiş Stratejisi (Sıkılaştır-Gevşet-Sıkılaştır) uygulayan ülkeler önlerini göremedikleri gibi, sonuçta toplumu da, ekonomiyi de cezalandırdılar. Bu durum özellikle de yeme, içme ve konaklama gibi sektörlerde kendini gösterdi.
Örnek olarak, Fransa gibi bazı Avrupa ülkeleri virüsün yayılma hızını azaltan, böylece hastanelerin tıkanma noktasına gelmesini önlemeyi hedefleyen bu stratejiyi uyguladılar. Bu geçmişte grip ve HIV ile baş etmede uygulanan strateji ile aynı idi. Bu çerçevede Fransa'da zorunlu maske uygulamasının yanı sıra, kafeler, barlar ve restoranlar kapatıldı.
Tarihte çiçek ve kızamık hastalığına karşılık uygulanan ve eğer Covid-19 sonrasında Hindistan'da uygulasaydı bugün dünyanın yarısında Covid-19 vakalarının olmayacağına (10) inanılan Sıfır Covid Stratejisi (SCS) altında tam kapanmayı uygulayan ülkeler virüsün yayılmasına izin veren diğer ülkelere nazaran 2020 yılının ikinci çeyreğinde daha az ekonomik zarar ile karşılaştılar. Çünkü bu strateji toplum sağlığını daha iyi koruduğu gibi, üretim faaliyetlerinin yeniden kesintiye uğramasına izin vermediğinden ekonomide ortaya çıkabilecek olan hasarı da azalttı.
Böylece SCS'yi uygulayan Asya, Okyanusya ülkeleri ve Kanada gibi ülkeler 2020 yılının dördüncü çeyreğinde neredeyse normal sayılabilecek ekonomik faaliyetlerine geri dönüş yapabildiler. Öyle ki milli gelirleri 2019 yılına göre, sadece yüzde 1,2'lik bir düşüş yaşadı. Buna karşılık bu stratejiyi uygulamayan (diğer) ülkelerde bu düşüş yüzde 3,3 oranında gerçekleşti.
Kısaca, geçen bir yılın sonunda tam kapanmanın başarısı, buna karşılık kısmi kapanmanın başarısızlığı ortaya çıktı. ABD, İsviçre ve İsveç gibi ülkeler ekonomilerini toplum sağlığının önünde tutarak kısmi olarak kapanırken, Yeni Zelanda, Güney Kore, Avustralya ve Kanada tam kapandı. Belçika, Fransa, İtalya ve İngiltere gibi ülkeler ne toplum sağlığını, ne de ekonomiyi koruyabildiler. Almanya, Hollanda ve Japonya ise kısmen hem sağlığı, hem de ekonomiyi koruyabildi.
Yeni Zelanda, Güney Kore ve Avustralya'da hem ölüm oranları çok daha düşük, hem de milli gelir kaybı minimal düzeyde gerçekleşti. Bu ülkeler araştırmaya konu edilen diğer ülkelerin ortalama performansının üzerine çıktılar. Diğer ülkeler sorun yaşamaya devam ederken, kısa vadede SCS uygulayan bu ülkelerin ekonomileri çok daha hızlı toparlanmaya başladı. 11 büyük ekonomide ise sağlık ile ekonomi arasında bir ödünleşimin olmadığı, yani sağlık için ekonomiyi feda etmenin gerekli olmadığı kanıtlandı.
Özetle, iki farklı stratejiyi uygulayan ülkelerdeki ekonomik performansa yer verilen aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, Sıfır Covid Stratejisine (SCS) uygun bir tam kapanma sadece toplum sağlığı açısından değil, ekonomik toparlanma açısından da daha iyi bir seçenek.
Bir başka anlatımla, "Maske-Mesafe-Temizlik" gibi standart uygulamalara ek olarak tam kapanma şart. Hem sağlık, hem de ekonomi için bu kaçınılmaz. Kuşkusuz bu, özellikle de gerektirdiği gelir desteği anlamında, diğer stratejiden kısa dönemde daha maliyetli. Ancak kısa değil uzun dönemli hesap yapmak gerekiyor.
Araştırmanın Fransa'yı tam kapanma uygulayan diğer ülkelerle karşılaştırmasının sonucunda ortaya çıkardığı sonuçlar çok daha çarpıcı. Buna göre sağlık verileri açısından tam kapanmanın uygulandığı ülkelerde (20 Mart 2021 tarihi itibariyle) milyon başına Covid-19'dan ölüm ortalama 32 iken, bu sayı Fransa'da 1,352 kişi oldu. Bu veri Fransa'da 86,000 kişinin yanlış uygulama nedeniyle öldüğü biçiminde yorumlanmasına neden oluyor. (11)
Ekonomiye ilişkin sonuçlar açısındansa, tam kapanma uygulayan ekonomilerdeki 2020 yılı sonu itibariyle ekonomik daralma yüzde -1,6 ile sınırlı kalırken, bu Fransa'da yüzde - 8,1 oldu (5 kat fazla kayıp). Böylece Fransız halkı bir yılda kişi başına ortalama 2,200 avro ilave kayba uğradı.
Bu noktada şu sorunun yanıtlanması gerekiyor: Türkiye'yi yönetenler, yeterli aşılama yapılamadığı gerçeği ortada iken neden ısrarla, tam da uygulanamayan sokağa çıkma yasaklarıyla kısmi kapanma stratejisi uygulamayı sürdürüyor?
Bu soruya ilişkin birçok yanıt verilebilir. Bunlardan sadece ikisini sıralayalım. İlki devletin beceriksizlikler, liyakatsizlik ya da mevcut tekçi karar alma rejimi yüzünden kötü yönetilmesiyle ilişki kuran bir yanıt. Bu yanıt daha çok da muhalefet tarafından dillendirilen bir yanıt.
Buna göre rasyonel bir kamu yönetimi bu çapta bir salgın ortaya çıktığında bunun ne olduğunu anlama, tanıma ve hem sağlık, hem de ekonomi konusunda ne tür sosyal zarara neden olacağını kestirme konusunda bir eksiklik yaşamamalıydı. Ayrıca bu salgına gecikmeksizin alınan doğru önlemlerle yanıt verilmeliydi. İktidar blokunun hem sorunu tanıma, hem de bu soruna zamanında müdahale etme konusundaki yetersizliği toplumun büyük çoğunluğunca kabul ediliyor.
İkinci yanıt iktidar blokunun sınıfsal pozisyonu ve ideolojisiyle bağlantılı bir yanıt. Öncelikle, tam kapanma ile doğacak üretim kesintisinin neden olacağı kâr azalmasının mevcut iktidar blokunca kabul edilemez olduğu gerçeği bir yana bırakılsa dahi, bir aylık tam kapanma 10 milyonu aşkın işsizin bulunduğu, yoksullaşmanın artık orta sınıflara da sirayet ettiği bir anda devlet bütçesinden ciddi gelir desteği sağlanmasını gerekli kılıyor.
Devlet şu ana kadar sadece 60 milyar liraya yakın bir doğrudan gelir desteği sağladı. Bunun da yüzde 90'ı İşsizlik Sigortası Fonu'ndan karşılandı. Fonun Hazine bonosu ya da kamu bankalarında mevduatta tutulan parası dışında kasasında nakit parasının bulunmadığı ileri sürülüyor. Siyasal iktidarsa bu Hazine bonolarının bozdurulmasından yana değil zira bu durum Hazine için yeniden borçlanma ihtiyacı doğuracak. Bugünkü çok yüksek borçlanma maliyetlerinde (yüksek faiz) böyle bir borçlanma Hazine için büyük bir zarar demek.
Kısaca devlet işçinin parasını salgın zamanında, işçi için bir aylığına dahi olsa kullanmayı ya da ek bütçe ile zenginlerden sağlanacak vergi gelirleriyle halka tam kapanma desteği vermeyi tercih etmiyor. Bunun yerine kısmi kapanmalar, sokağa çıkma yasakları gibi salgın üzerinde gerçekte etkili olmayan çözümlere yöneliyor. Bu durum siyasal iktidarın hem ideolojisiyle, hem de sınıfsal kompozisyonuyla uyumlu.
Oysa toplumun ihtiyacı etkin ve adil bir aşılamanın hızlandırılması ve diğer önlemlere ilave olarak tam gelir destekli bir aylık tam kapanmanın hayata geçirilmesi. İlave olarak, 'Temel Gelir Güvencesi'nin kalıcı olarak uygulanması şart.
Ancak bu kendiliğinden olabilecek bir şey değil. İktidar blokunun kamu kaynaklarını toplumun ihtiyacını karşılamaya dönük olarak kullanması için bu yönde toplumda sıkı bir talebin oluşması, bu talebi politikleştirecek bir örgütlü demokratik mücadele ve bu mücadeleyi yürütecek bir politik irade gerekiyor.
Dipnotlar
Philippe and Marques, agr.