Artık iç savaşların, otoriter rejimlerin ya da ciddi ekonomik zorlukların neden olduğu göçlerin ve sığınmacıların yanı sıra iklim göçleri ile daha sık karşılaşacağımız bir sürece girdik. Çünkü küresel ısınma ve iklim değişikliği kuraklığa neden oluyor, su kaynaklarını azaltıyor, mahsul verimliliğini düşürüyor, gıda üretiminde yetersizliğe neden oluyor, fırtınaları artırıyor, deniz seviyesini yükseltiyor, bu durum buharlaşmanın artmasına ve sonrasında sellere, aşırı sıcaklara ve ekilebilir toprak kayıplarına neden oluyor.
Bütün bunlar başta hem insan ve toplum sağlığı olmak üzere, tüm diğer canlılar üzerinde ölümcül etkilere yol açarken, ekonomiler bundan bir bütün olarak zarar görüyor. Bu da, diğer göçlerin yanı sıra, spesifik olarak iklim değişikliğinden kaynaklanan göçlere neden oluyor.
Öncelikle iklim değişikliğinin insan ve toplum sağlığı üzerindeki etkilerinden başlayalım.
İlk olarak ölüm riski artıyor. Çünkü örneğin yoğunlaşan fırtınalar sağlık hizmetlerinin kesintiye uğramasına yol açıyor. Nitekim 2017 yılında Porto Riko'da Maria Kasırgası yaşandığında ölümlerin üçte biri sağlık hizmetlerinin kasırga yüzünden verilememesinden kaynakladı. İkinci olarak kazalar ve yaralanmalar artıyor, insanların akıl sağlığı bozuluyor, bulaşıcı hastalıklar daha da artabiliyor veya yeniden ortaya çıkabiliyor. Üçüncü olarak, daha uzun ve daha şiddetli yangın mevsimleri daha fazla insanın daha fazla dumana maruz kalmasına neden oluyor. Bu konudaki en çarpıcı örnek 2019 yılında Avustralya'da görülen orman yangınları. Bu yangınlar ülke nüfusunun çok büyük bir kısmını etkiledi. İnsanlar artan kanser, solunum ve kalp hastalığı riskleriyle karşı karşıya kaldılar.(1)
İklim değişikliğinin bu etkileri toplum içinde simetrik olarak da dağılmıyor, yaşlılar, engelliler, çocuklar, kadınlar ve yoksul halk sınıfları bundan çok daha fazla etkileniyor. Örneğin, yaşlılar, hastalar, engelliler ve yoksullar sıcak hava dalgaları sırasında daha fazla ölüm riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Yükselen sıcaklıklar ve yükselen deniz seviyeleri, tropik adalar ve bölgelerdeki insanların ya da kurak bölgelerdeki insanların yaşamlarını ve geçim kaynaklarını tehdit ediyor. Bu insanlar böyle felaketler karşısında, temel koruma araçlarından genel olarak yoksun oldukları için, son çareyi göç etmekte buluyorlar. Hem ülke içinde, hem de başka ülkelere doğru zorunlu göçe zorlanıyorlar.
İklim değişikliği nedeniyle ortaya çıkan ekolojik şokların ilk hedefi ve mağduru kadınlar ve çocuklar oluyor. Özellikle de az gelişmiş ülkelerde kadınlara yönelik şiddet ve taciz olaylarında ciddi bir artış yaşandığı gözlemleniyor.
JUCN adlı bir araştırma grubunun 2020 yılındaki bir raporuna göre (2): "Ekolojik şoklar ve krizlerle ilgili çatışmalara bağlı olarak çocuk evliliklerinde ciddi bir artış gerçekleşti. İlave olarak zorunlu evlilikler, fahişeliğe zorlama, cinsel şiddet ve insan kaçakçılığı vakaları arttı. Öyle ki insanlar gerekli temel gereksinimlerini karşılayamadıklarında, hayatta kalabilmek için kız çocuklarını evlendirerek finansal zorlukları, geçim sıkıntısını aşmaya çalışıyorlar. Çok kötü hava koşullarına bağlı olarak geçim zorlaştığından 12 milyondan fazla kız çocuk yaşta evlenmek zorunda kaldı. Benzer nedenlerle insan ticaretinde yüzde 20'lik bir artış yaşandı".
İklim krizinin etkileri konusunda "son derece yüksek risk" altında olan bir diğer kesim ise çocuklar. UNICEF'e göre yaklaşık 1 milyar çocuk (dünyadaki 2,2 milyar çocuğun neredeyse yarısı) iklim değişimi açısından "son derece riskli" olarak sınıflandırılan 33 yoksul ülkede yaşıyor. Bu çocuklar, bu ülkelerdeki su, hijyen, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin yetersizliği nedeniyle iklim değişiminden çok daha fazla etkilenecekler. (3)
Bu durum yeni iklim göçlerine neden olurken kadınların, çocukların ve kuşkusuz engellilerin bu göçler sırasında erkek yetişkinlere göre hayatta kalma şansı çok daha az. Taciz, tecavüz gibi saldırıların da doğrudan hedefi olabilecekleri gibi (hali hazırda yaşandığı gibi) insan ve organ ticaretine de daha fazla konu ediliyorlar.
Kısaca artık ‘çevre mültecileri' kavramı daha sıklıkla kullanıyor. El-Hinnawi böyle mültecileri: "Varlığını tehlikeye atan veya yaşam kalitesini ciddi şekilde etkileyen belirgin bir çevresel bozulma (doğal süreçler ve/veya insanlar tarafından tetiklenen) nedeniyle geçici veya kalıcı olarak geleneksel yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan insanlar" olarak tanımlıyor. (4)
El-Hinnawi'nin 1985 yılındaki bu tespitini bugün doğrulayan bir bilimsel araştırmaya göre, gezegenimiz önümüzdeki 50 yılda son 6 bin yılda olduğundan daha büyük bir sıcaklık artışı görebilecek ve birçok insan aşırı sıcaklardan, kuraklıklardan ve bunlarla birlikte gelen açlık ve siyasi kaostan acı çekecek ve kitlesel olarak göçe zorlanacak.(5)
Göç araştırmacıları ise neredeyse her yerde iklim değişikliğinin ayak izlerini buluyorlar. Örneğin bazı tespitlere göre, kuraklık, savaştan önce birçok Suriyelinin şehirlere göç etmesinde etkili oldu, bu durum şehirlerdeki yaşamı zorlaştırarak huzursuzluğa yol açtı. Yine kuraklığın sebep olduğu mahsul kayıpları Mısır ve Libya'da Arap Baharı ayaklanmalarını alevlendiren işsizliğe neden oldu. Kısaca iklim göçü mekanizmaları (su ve gıda kıtlığı ve artan sıcaklıklar gibi) daha da etkili oldukça, daha büyük çaptaki göçlerin önü de açılıyor.
Kuraklık sorunu en fazla göç veren ülkelerin başında gelen Suriye'nin iç savaş öncesinden başlayan bir sorunu. Çünkü ülke yılda ortalama sadece 250 mm'den az yağış alıyor, dolayısıyla da ülkede çok yıllı aşırı kuraklıklar yaşanıyor. Kış yağışlarının azalması ve buharlaşmanın giderek artması kuraklığı artırıyor. Üstelik ülkenin temel su kaynağının yüzde 60'ı Türkiye'de doğan Fırat ve Dicle gibi nehirlerden oluşuyor ve bu nehirlerin suyunun kontrolü yıllardır çatışmalı bir konu.
Bu durum Suriye halklarının geçim koşullarını kötüleştiriyor. Öyle ki 2006 - 2009 yılları arasında yaşanan kuraklıklar (iç savaş öncesinde) yaklaşık 1,3 milyon çiftçiyi etkiledi. Tahminen 800 bin insan geçim kaynaklarını ve temel gıda desteklerini kaybetti. Bu dönemde buğday verimi yüzde 47 ve arpa verimi yüzde 67 oranında düştü, ülkede besi hayvanı sayısı tam anlamıyla çakıldı. 2011 yılında kuraklığın geri gelmesi durumu daha da kötüleştirdi. 2011'in sonlarında BM, bir milyonu gıda güvensizliğine sürüklenmek biçiminde olmak üzere iki milyon ila üç milyon insanın etkilendiğini tahmin ediyordu. Yiyecek ve su kıtlığının derinleşmesi hastalıkların yayılmasını ve toplu göçleri beraberinde getirdi. Bunun sonucunda çoğunluğu tarım işçileri ve çiftçiler olmak üzere 1,5 milyondan fazla insan, kırsal alanlardan Suriye'nin Halep, Şam, Dera, Deyrizor, Hama ve Humus gibi başlıca şehirlerinin eteklerindeki yerleşim bölgelerine ve kamplara taşındı. Bu durum bu kentlerde işsizliğe, ekonomik altüst oluşlara ve sosyal huzursuzluğa yol açtı. (6)
Araştırmalar, toprakları onları yüzüstü bıraktıkça, Orta Amerika'dan Sudan'a ve Mekong Deltası'na kadar on milyonlarca insanın kaçmakla ölüm arasında seçim yapmak zorunda kalacağını, bunun da yakın gelecekte dünyanın gördüğü en büyük küresel göç dalgasına neden olacağını ileri öngörüyor.
Aslında daha şimdiden insanlar iklim değişikliğinden en çok etkilenen bölgelerden kaçmaya başladılar. Örnek olarak Guatemala'da insanlar, kuraklığın, selin, ekonomik çöküşün ve açlığın amansız bir karışımı altında, yerlerinden, yurtlarından ayrılmaya başladılar. Bu ülkede yaşanan acıların sorumlusu olarak gösterilen El Nino olarak bilinen kuraklık ve ani fırtınanın gezegen ısındıkça daha sık yaşanması bekleniyor. Ülkenin birçok yarı kurak bölgesinin yakında daha çok bir çöl gibi olması, bazı bölgelerinde yağışların yüzde 60 oranında ve akarsuları yenileyen ve toprağı nemli tutan su miktarının yüzde 83 dolayında azalması bekleniyor. En uç iklim senaryolarına göre, Amerikalar coğrafyasında önümüzdeki 30 yıl boyunca 30 milyondan fazla göçmen ABD sınırına yönelecek. (7)
Bundan üç yıl önce yayınlanan bir Dünya Bankası raporunda (Groundswell Raporu), insanların yeterince suyun ve gıdanın olmadığı, deniz seviyesinin yükseldiği ve fırtınaların oluştuğu bölgelerden iklim değişikliğinin etkilerinin daha az görüldüğü bölgelere doğru göç edecekleri ve iklim değişikliğinin en yoksul ve bu değişikliğe karşı korunmada en yetersiz alt yapı imkânlarına sahip ülkeleri en fazla etkileyeceği öngörülüyordu.
Buradan hareketle de, Sahra altı Afrika, Güney Asya ve Latin Amerika gibi azgelişmiş dünyanın yüzde 55'ini oluşturan coğrafyada iklim değişikliği ve yanlış kalkınma politikalarının 2050 yılına kadar 143 milyon insanın göç etmesiyle sonuçlanacağı (bölge nüfusunun yüzde 2,8'i) ileri sürülüyordu. (8)
Bu yılın Eylül ayının ortalarında genişletilmiş ve güncellenmiş olarak yeniden yayımlanan rapor ise (9) altı küresel bölgede yüzlerce milyon insanın iklim değişikliği yüzünden, yüzyılın ortasına kadar, ülkelerin kendi içinde göçe zorlanabileceğini ileri sürüyor. Rapor Doğu Asya ve Pasifik, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa ve Orta Asya için analizleri içeriyor.
Altı bölgedeki bütünleşik sonuçlar, zamanında ve uyumlu bir iklim ve kalkınma eylemi söz konusu olmazsa, 2050 yılına kadar iklim değişikliği etkileri yüzünden (en kötü senaryo altında), 216 milyon civarında insanın kendi ülkeleri içinde göç edebileceğini gösteriyor.
Bu insanlar suyun daha az ve mahsul verimliliğinin daha düşük olduğu bölgelerden ve deniz seviyesinin yükselmesinden ve büyük çaptaki fırtınalardan etkilenen bölgelerden göç edecekler. İç iklim göçünün sıcak noktaları 2030 gibi erken bir tarihte ortaya çıkabilecek ve göçler 2050 yılına kadar yayılmaya ve yoğunlaşmaya devam edebilecek.
Dünya Bankası Sürdürülebilir Kalkınma Bşk.Yrd. J. Voegele, bu raporun, iklim değişikliğinin, özellikle de dünyanın en yoksulları, yani onun sebeplerine en az katkıda bulunanlar üzerindeki insani zararının net bir hatırlatıcısı olduğunun altını çiziyor. Aynı zamanda da, ülkelerin gecikmeksizin sera gazlarını azaltmaya, kalkınma açıklarını kapatmaya, hayati ekosistemleri restore etmeye ve insanların uyum sağlamasına yardımcı olmaya başlaması durumunda, iç iklim göçünün 2050 yılına kadar yüzde 80'e varan bir oranda (göçmen sayısı 44 milyona) düşürülebileceğini ileri sürüyor. (10)
Benzer öngörüler ülkeler için de yapılıyor. Örnek olarak, bazı akademik projeksiyonlara göre (11); önümüzdeki 30- 40 yıl boyunca, ABD'nin alçak kıyı bölgelerinin yükselen deniz seviyesi yüzünden ciddi bir tahribat yaşamasının muhtemel olduğu, bu yüzden de milyonlarca insanın iç şehirlere taşınmak zorunda kalabileceği, hatta 1916 Büyük Göç'ünden bu yana görülmemiş kitlesel bir göçün ortaya çıkabileceği ileri sürülüyor. Böylece 13 milyon dolayında insanın göçmen olabileceği öngörülüyor.
Dahası, hali hazırda, 1,2 milyondan fazla Amerikalının, giderek artan şiddetli fırtınalar, orman yangınları ve sel dâhil olmak üzere iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle, evlerini terk ettiği ve daha güvenli bölgelere göç ettiği bildiriliyor. Çünkü ABD'de son 10 yılda en az 910 çevre yıkımı yaşandı. Bunun sonucunda yaklaşık 8 milyon insan evini kaybetti. Son raporlar, önümüzdeki on yıllarda yaklaşık 50 milyon Amerikalının iklim göçünden etkileneceğini gösteriyor.(12)
Oxfam tarafından yayınlanan bir rapor ise, iklim kaynaklı afetlerin son 10 yılda ülke içi göçlerin bir numaralı itici gücü olduğunu ve yılda 20 milyondan fazla insanın (her iki saniyede bir kişi) evlerini terk etmek zorunda kaldığını ileri sürüyor.
Oxfam'ın analizi, küresel karbon kirliliğinden en az sorumlu olan yoksul ülkelerdeki insanların en fazla risk altında olduğunu da gösteriyor. Son 10 yılda yerinden edilen tüm insanların yaklaşık yüzde 80'i, dünya nüfusunun yüzde 60'ına sahip olan ve küresel olarak aşırı yoksulluk yaşayan insanların üçte birinden fazlasının yaşadığı Asya'da yaşıyor. Hindistan, Nijerya ve Bolivya gibi düşük ve düşük-orta gelirli ülkelerdeki insanların aşırı hava koşulları nedeniyle yerlerinden edilme olasılığı ABD gibi zengin ülkelerdeki insanlara göre dört kat daha fazla. (13)
Durumu daha da vahim bir hale getiren bir diğer olgu ise kentleşmenin hızla artması. Çünkü şu anda gezegen nüfusunun yarısından biraz fazlası kentlerde yaşıyor ama Dünya Bankası'nın tahminlerine göre yüzyılın ortalarında bu oran yüzde 67'ye çıkacak. Sadece 10 yıl içinde, her 10 kent sakininden 4'ü (dünya çapında 2 milyar insan), gecekondularda yaşamak durumunda kalacak. (14) Açıkçası dünyada hiçbir kentin gelecekte böyle bir iç göç akınını kaldırabilmesi mümkün değil.
İklim göçleri ile ilgili göç eden ya da edebilecek insan sayıları konusunda bir uzlaşma mevcut değil. Bazı araştırmacılar iklim göçmeni sayının 10-250 milyon arasında olabileceğini ileri sürüyor. Hatta bu sayının, çok abartılı bir biçimde, 2060 yılında 1,4 milyarı dahi bulabileceği ileri sürenler dahi var. (15)
Diğer taraftan iklim göçlerinin ve bunlarla ilgili böyle abartılı rakamların sadece iklim yıkımı konusundaki farkındalığı artırmak için yapıldığını ileri sürülebilmek de mümkün değil.
Çünkü yüksek göç dalgası, mülteci taşkınları gibi doğa olayları ile ilişkilendirilen metaforlarla iklim göçlerinin açıklanması aslında Kuzeyde ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, göçmen karşıtlığının güçlendirilmesine hizmet ediyor. Yani bu yöndeki gündemler için böyle abartılı sayılar ve bir dil araç olarak kullanılıyor. (16) Bu tür yaklaşımlar Güneyi felaketler, tehlikeler, aşırı nüfus gibi bir bölge olarak tanımlayarak Kuzeyin önüne atıyor. Bu da iklim göçlerinin bir güvenlik sorunu olduğu biçimindeki yanlış kanıyı güçlendiriyor. (17)
Türkiye'de 1990'lar, özellikle de Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadıkları coğrafyada önemli bir kırılma ortaya çıkardı. Yıllara yayılan çatışma ortamında PKK'nin lojistik desteğini kesmek için bir yandan zorunlu köy boşaltmaları, diğer yandan güvenliği sağlamak maksadıyla koruculuk sistemi devreye sokuldu. Bu sürecin sonunda Doğu ve Güneydoğu'da güvenlik nedenleri ile 1 milyondan fazla insanın göç ettirildiği tahmin ediliyor. Göçün bir kısmı yine aynı bölgedeki şehir merkezlerine yöneldi. Örneğin Hakkâri'nin şehir nüfusu on senede yaklaşık iki katına çıktı. Keza Batman, Kızıltepe, Şırnak gibi yerleşim yerleri kısa bir dönemde büyük şehirlere dönüştü. (18)
Bu savaş çevre üzerinde yarattığı etkiler yüzünden iklim mültecilerinin de doğmasına neden oldu. Çünkü "bu süreçte insanların yaşam ağları da tahrip edildi. Geri dönüşleri engellemek amacıyla boşaltılan köylerde kimi durumlarda evler yıkıldı, hayvanlar öldürüldü, bahçeler-ağaçlar ateşe verildi, ormanlar yakıldı. Hayvanların bir kısmı ise meraların mayınlanması veya göç gibi süreçlerin sonucunda haraç mezat elden çıkarıldı. Diğer bir kısmı ise insanlarla beraber şehre göç etti. Çeşitli raporlarda şehir merkezlerinde sanki kedi-köpek gibi sokaklarda dolaşan çok sayıda küçükbaş ve büyükbaş hayvanın varlığından söz edilir. O dönem 110 bin insanın yaşadığı Siirt'te 41 bin, 195 bin kişilik Batman'da 83 bin büyük ve küçükbaş hayvan birikmişti. Dolayısıyla savaşlar bir yönüyle de ekolojik ağlara, yani insanları yaşam alanlarına bağlayan unsurlara yöneliktir denilebilir". (19)
Bu yılın Eylül ayında yayımlanan bir çalışmaya göre (20), Akdeniz bölgesindeki hiçbir ülke iklim değişikliğinden Türkiye'den daha fazla etkilenmedi. Sıcaklık ve kuraklık arttıkça, ülkenin su kaynakları HES'ler gibi rant projeleri için kullanıldıkça ülke hızla çölleşti. Yoğun tarım, imalat ve turizm yatırımları ve enerji sağlamak için büyük kömür ve hidroelektrik projeleri teşvik edildi. Şu anda tarım sektörü ülkenin tatlı su kullanımının neredeyse yüzde 75'ini gerçekleştiriyor. Daha fazla su yoğun mahsullere geçiş ise yeraltı suyunu önemli ölçüde tüketti ve tüm nehir sistemlerini kuruttu. Nüfus artışı ve şehirlere hareket, otlakların ve sulak alanların betonla kapatıldığı geniş, kontrolsüz kentsel yayılma yarattı.
Aynı şekilde, Türkiye'nin yaygın oto yol, büyük havalimanı projeleri, hidroelektrik enerji kullanımı su kaynaklarını tüketiyor. Dünyanın en büyük dokuzuncu hidroelektrik enerjisi üreticisi bir şirket Dicle ve Fırat Nehirleri de dâhil olmak üzere ülkedeki hemen hemen her nehre baraj yaptı. Oysa hidroelektrik enerji, yenilenebilir bir enerji kaynağı olsa da, su rezervlerini kurutuyor ve barajın akış aşağısında su kıtlığı yaratıyor, rezervuarlardaki buharlaşma yüzünden her saniyede binlerce litre su kaybına neden olabiliyor. Bu gelişmeler ekosistemin adaptasyon ve dayanıklılık potansiyelini büyük ölçüde azaltıyor.
İklim bilimciler bu durumun Türkiye'nin ‘yeni normali' olduğunun altını çiziyor. Keza Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Paneli'nin (IPCC) en son raporu Akdeniz Havzasını küresel ısınmanın neden olduğu en sıcak iklim noktalarından (hotspot) biri olarak gösterirken, Türkiye'nin yüzölçümünün yüzde 60'ının çölleşmeye yatkın olduğunu vurguluyor. Hali hazırda Türkiye'de HES rezervuarları, tatlı su kaynakları ve içme suyu kaynakları bu yaz tüm zamanların en düşük seviyelerine geriledi, bu durum özellikle de büyük kentlerin içme suyu kaynaklarını tehdit etti.
Dahası aynı çalışmaya göre, "ülkede sıcaklıklar 50 yıl öncesine göre 1,5 C derece daha yüksek durumda ve bu sıcaklıklar 2100 yılına kadar 1950 seviyelerine göre 7 C dereceye kadar yükselebilecek. Böyle olunca da Akdeniz bölgesinin bazı kısımları "cehenneme" çevrilebilecek, günlük yaşamla ilgili her şey daha da kötüye gidecek". (21)
G. Monbiot'un dediği gibi, iklim yıkımı sürüyor ve ekosistemiz ciddi bir tehdit altında, 2050'den önce tam bir çöküş yaşanabilir. Bu nedenle de acilen çok sağlam iklim hedeflerine ihtiyacımız var. İklim yıkımı hakkında bildiğimiz bir şey varsa, o da bunun doğrusal, pürüzsüz veya kademeli olmayacağı. Tıpkı bir kıtasal levhanın ani hareketlerle diğerinin altına itilmesi ve periyodik depremlere ve tsunamilere neden olması gibi, atmosferik sistemlerimiz de bir süre stresi emecek ve sonra aniden değişebilecek. (22)
Ayrıca, iklim değişikliği ve küresel ısınma çevre ve sağlıkla ilgili olduğu kadar çok ciddi ekonomik, sosyal siyasal sonuçlar da doğuruyor. Bir yandan kuraklıklar, seller, aşırı sıcaklar, orman yangınları, fırtınalar yaşanırken, diğer yandan ekonomiler tahribata uğruyor. İklim değişikliğinin etkilediği sektörler büyük zarara uğruyor, istihdam ve gelir kayıpları yaşanıyor, işsizlik, yoksulluk ve yoksunluk artıyor.
Bu nedenle de bundan böyle geleceğe ilişkin olarak yapılan ama iklim değişikliğinin etkilerini dikkate almayan hiçbir ekonomik büyüme hesabının güvenilir olması beklenmemeli. Yani ulusal ve uluslararası örgütlerin iklim değişikliğini bir parametre olarak dikkate almadığı ekonomik büyüme senaryolarına güvenmenin, buna göre yol haritaları hazırlamanın son derece yanıltıcı olacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.
İklim değişikliği, bu yazıda konu edildiği gibi, bu yüzyılın sonuna kadar yüzlerce milyon insanın hem kendi ülkesinde, hem de uluslararası olarak göçe zorlanmasıyla ve mülteci sayısını patlamasıyla sonuçlanabilir. Öte yandan, iklim değişikliği dünyadaki otoriterleşme ve faşizm eğilimlerini artırırken, bunlara bir de ekofaşizmin eklenmesiyle sonuçlanabilir. Bu yazıda da vurgulandığı gibi, abartılı iklim göçü ya da göçmeni rakamları yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı körükleyerek bu gidişata hizmet edebilir.
Bu yüzden de iklim değişikliği ile mücadele etmek gerekir. Ancak bu mücadeleyi kimlerin üstleneceği, örgütleyeceği son derece önemli bir konu. Kapitalist sistemin egemenlerinin iklim yıkımı konusundaki sorumluluklarını gizlemeyi amaçlayan plan ve projelerin arkasına takılarak iklim değişikliği ile mücadele etmek, onun ölümcül sonuçlarını önlemek mümkün değil. Çünkü doğa tahribatından çok büyük kârlar ve servetler elde edenlerin bundan vazgeçmeleri beklenemez. Bu çerçevede küresel kapitalizmin seçkinlerinin, egemenlerinin ikiyüzlü davranışlarının altını bir kez daha çizmeliyiz.
Sonuç olarak iklim değişikliği ile insan hareketliliği arasındaki ilişki ne bir güvenlik sorunu, ne yönetsel bir konu, ne de kontrol edilebilir sayılar olarak görülebilir. Tersine, çözüm insana, doğaya, bu ikilinin karşılıklı hak ve özgürlüklerine ve sınırlarına odaklanmaktan geçiyor. Eğer bir duvardan söz edilecekse bu sadece ekolojinin doğal duvarı olmalı, insanlara karşı örülen yapay duvarlardan kaçınılmalı. Göçmenlere yardım etmekten ziyade onları kontrol etmeyi amaçlayan politik müdahaleler ise asla çözüm değil.
Türkiye ise, nesnel olarak ekonomik ve politik sorunları derinleştirmekten başka bir işe yaramayan ekonomi ve ekoloji politikaları yüzünden tam bir kilitlenme durumu yaşıyor. Bu kilidi ancak emek ve doğadan yana yeni bir paradigma, yeni bir siyaset anlayışı ve kapsayıcı bir dil ve yeni ama gerçek bir demokratik halk iktidarı açabilir.
Dipnotlar