“Küresel İklim Zirvesi” olarak da bilinen, 31 Ekim’de İskoçya’nın Glasgow kentinde toplanacak olan ve iki hafta sürecek olan COP26 (26’ncı Taraflar Konferansı) şu an dünyanın gündemindeki en önemli konuların başında geliyor.
Çünkü bir yandan iklim değişikliği, özellikle de bu yıl ABD, Avrupa, Türkiye ve Yunanistan’daki yaygın orman yangınları, su taşkınları, seller ve kuraklıklar biçiminde büyük çapta insani, ekolojik ve ekonomik zarara neden oldu. Diğer yandan zirve beş yıllık bir aradan sonra (salgın yüzünden ertelendiğinden), ilk kez toplanıyor. Yani bu konferans, ilk kez 1995 yılında Berlin’de başlatılan ve en son 2015 yılında Paris’te yapılan COP21’in devamı niteliğinde.
Ancak bu zirvede doğayı, gezegeni ve insanlığı iklim yıkımına, ekolojik çöküşe karşı gerçekten koruyabilecek çözümler üretilebilecek mi ve bu çözümler hayata geçirilebilecek mi? Bu soruların yanıtlarını da aramamız gerekiyor.
COP26’da resmi olarak, 100’ü aşkın ülkeden gelen çok sayıda kamu temsilcisi, uzman ve bilim insanı katılımcı, iki hafta boyunca küresel ısınmanın yol açtığı iklim değişikliğinin değişik boyutlarını, buna karşı mücadele yöntemlerini, devletlerin karbon azaltımı, “net sıfır” emisyon ve iklim finansmanı konusundaki şu ana kadarki taahhütlerini masaya yatıracaklar, üzerinde daha önce anlaşmaya vardıkları metinleri güncelleyerek tekrar müzakere edecekler.
Diğer tarafta, toplantıların yapıldığı kongre merkezinin dışında, aralarında doğa savunucusu örgütler başta olmak üzere, çok sayıda sivil toplum örgütünün üyelerinin, destekçilerinin ve iklim eylemcilerinin de olacağı gayri resmi bir COP26 da gerçekleşecek. Böylece sokaktaki eylemciler bir yandan resmi COP26’nın iç tutarsızlıklarını teşhir ederken, diğer yandan iklim yıkımına karşı alternatif çözümleri dünya kamuoyu ile paylaşmaya çalışacaklar.
Resmi COP26’da ele alınacak konuların başında, ulusların küresel ısınmayı 2 °C’nin altında sınırlamak için Paris Anlaşması kapsamındaki taahhütlerini bugüne kadar ne ölçüde yerine getirdikleri konusu yer alacak. Bu bağlamda ülkelerden taahhütlerini güncellemeleri, yani ulusal çapta daha önce belirlenmiş olan katkılarını ve yeni eylem planlarını sunmaları istenecek.
Ülkelerin taahhütlerinin dışında, resmi COP26’nın iki hafta boyunca üzerinde en çok duracağı konular şunlar olacak:
(i)) Küresel ısınmadaki artışı 1,5 °C’den (tercihen) fazla olmayacak şekilde tutabilmek için, ülkelerin “net sıfır” emisyonu hedefleyen karbon kesintilerine ilişkin taahhütleri ve bu taahhütlerin yerine getirilmesini sağlayabileceği düşünülen (karbon fiyatlaması-ticareti ve yenilenebilir enerji yatırımları gibi) araçların tartışılması.
(ii) Özellikle azgelişmiş ülkelerin iklim değişikliğinin etkilerini yumuşatma ve yenilenebilir çevreci teknolojilere uyum sağlayabilmeleri için oluşturulan yıllık 100 milyar dolarlık İklim Finansmanı Fonu’nun işlerliğinin sağlanması.
Kısaca, tüm katılımcılarca benimsenen bir geniş tabanlı “net sıfır emisyon” (zero net) hedefinin gerçekleştirilmesinin, dolayısıyla da bunu sağlamaya yönelik etkin bir iklim finansmanının sağlanmasının bu yılki COP’un ana hedefi olduğu söylenebilir.
Bu hedefe ulaşabilmek için toplantılarda bir dizi politika önerisinin ve aracın tartışmaya açılması bekleniyor. Bunların arasında (işin teknik boyutunda), enerji etkinliğini sağlamak ve net sıfır emisyona erişebilmek için karbon fiyatlaması, net sıfır karbona dayalı ulaştırma, kömür kullanımından vazgeçilmesi, yenilenebilir –temiz enerji kaynaklarının kullanımının artırılması en başta yer alıyor. (1)
Bir önceki COP’ta (2015 Paris İklim Zirvesinde), küresel sıcaklık artışını “2 °C’nin altında” tutabilmek için karbon emisyonunu radikal bir biçimde azaltmak tüm katılımcılarca oy birliği ile kabul edilmişti. Bu hedefe ulaşabilmek için her ülkeden emisyon azaltımına gitmesi ve 2030 yılına kadar ulaşılabilecek ulusal olarak belirlenmiş katkılar (NDC) olarak bilinen hedefler belirlemesi ve nihayetinde 2050 yılına kadar (Çin için 2060) net sıfır emisyon düzeyinin gerçekleştirilmesi istenmişti.
İşin finansman ayağında ise, özellikle de azgelişmiş ülkelerin temiz enerji teknikleri kullanımına uyarlanmalarını sağlamak için, onlara kamusal mali destek (iklim finansmanı) verilmesi, ayrıca özel finansal-kreditör kuruluşların kredilerinin bu yönde kullanılmak üzere, azgelişmiş ülkelerdeki ekolojik projeler için kullanılmasının sağlanması ön plana çıkıyor.
Bu konu aslında 11 yıl önce karara bağlanmıştı. 2009 yılında zengin ülkeler iklim değişikliği nedeniyle ülkelerin uğradıkları kayıplarını telafi etmelerine yardımcı olacak, onların yeni çevreci teknolojilere uyarlanmalarını sağlayacak “iklim finansmanı” olarak bilinen ve 2020 yılına kadar yıllık 100 milyar dolarlık bir Yeşil Karbon Fonu (GCH) kurulmasına karar verdiler.
Ancak zengin ülkelerin çoğunluğu şu ana kadar bu fon için söz verdikleri katkı paylarının tamamını ödemedikleri gibi, bu fonun mevcut kaynakları ağırlıklı olarak çok küresel şirketleri fonlamak için kullanıldı. (2) (Bir sonraki yazımızda bu konuyu ele alacağız).
İşin gerçeği çok uluslu şirketlerin ve bunların ardında duran ulus devletlerin çıkarlarını zedelediği için hem emisyon azaltma-“net sıfır” emisyon, hem de iklim finansmanı konusunda, kolayca çözümlenemeyecek kadar büyük sorunlar söz konusu. Bu yazının konusu da “net sıfır” emisyon önerisinin hem yapılabilirliği, hem de ekonomi politik arka planı olacak.
Öncelikle, şu ana kadar hem net sıfır emisyon ve buna yönelik karbon kısıntıları konusunda daha önce verilen taahhütler yerine getirilmedi, hem de iklim finansmanı için oluşturulan fona üye ülkelerin katkıları sınırlı kaldı. Ayrıca bu fonun kaynaklarının hem oluşturulma biçimi, hem de kullanılış biçimi iklim yıkımını önlemekten ziyade finansallaşmayı artırıcı ve iklim adaletsizliğini ve yolsuzlukları daha da derinleştirici nitelikte.
Ayrıca, ülkelerin emisyon ölçümlerini ve raporlamalarını güvenilir bir biçimde yapmadıkları gerçeği bir yana, en çok emisyon sunucu ülkeler arasında en başlarda yer alan Hindistan dahil olmak üzere, bazı G-20 ülkeleri güncellenmiş planlarını hala sunabilmiş değil. Brezilya, Meksika, Avustralya ve Rusya, Paris Anlaşması ile uyumlu olmayan planlar sundular. (3)
Yani iklim yıkımı konusunun, bu yaz yayınlanan son IPCC raporunun bulgularına ve uyarılarına rağmen, yeterince ciddiye alındığını ileri sürmek zor.
İlk olarak, kapitalizmin sonsuz bir sermaye birikimi rejimi olduğunu biliyoruz. Bunun için de kârın ve ulusal hasılanın sürekli olarak büyütülmesi gerekiyor. Bu bağlamda, sistemin normal dinamikleri ile bunu sağlayamayan ve krize düşen Merkez ülkelerin geçmişte paylaşım savaşları çıkartmaktan kaçınmadıklarını da biliyoruz.
Kısaca, daha önce de deneyimlediğimiz gibi, kapitalist sermaye birikiminin, dolayısıyla da ekonomilerin büyümesini önleyen tüm engeller ortadan kaldırılıyor, dahası mevcut kamusal kaynaklar da dâhil olmak üzere tüm kaynaklar böyle bir fetişist ekonomik büyümenin sağlanması için kullanılıyor.
Diğer taraftan, Kovid-19 salgını ile birlikte kapitalist ekonomiler 1929 Büyük Depresyonundan bu yana görülen en derin ekonomik krizi yaşadılar. Şimdi toparlanmaya, bunun için de öncelikle eskisinden çok daha fazla her türden enerjiye olan ihtiyaç var.
Ancak küresel çapta enerji arzı azaldığı gibi, enerji fiyatları da hızla yükseliyor. Ayrıca bazı Merkez ekonomiler, ekolojik gerekçelerle, kendi üretimlerini azalttıklarından, özellikle de kıymetli metal ve madenler açısından artık daha fazla azgelişmiş ülkelerdeki üretime ihtiyaç duyuyor.
Böyle bir durum karşısında, küresel egemenlerin temel enerji ve kâr kaynağı olan fosil yakıt üretimi ve tüketiminden vazgeçmelerini ya da verilen sözlere uygun olarak sera gazı azaltımına gitmelerini beklemek kapitalist sınıfı hiç tanımamak anlamına gelir.
Bu yüzden de dünya liderleri fosil yakıt kullanımını kısma yönündeki taahhütlerinden ve azgelişmiş ülkelere dönük iklim finansmanı için verdiği sözlerini yerine getirmekten kaçınıyorlar.
Nitekim daha önce 55 ülke yasalarında veya politika belgelerinde “net sıfır” hedefini sağlamayı taahhüt etmişti ya da etme yolundaydı. Ancak ülkelerin COP26’da sunacağı emisyonları azaltmaya yönelik taahhütleri ile gerekli olan taahhütler arasında ciddi bir boşluk da söz konusu. Öyle ki 113 devlet, sera gazı emisyonlarını 2030’da (2010’a kıyasla) yalnızca yüzde 12 azaltacak Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı (NDC) önerdi. (4)
Bu tutumun arkasında Merkez ekonomilere ait küresel fosil yakıt şirketlerinin ve sektörlerin ciddi çıkarları var. Öyle ki G-20 ülkeleri, Kovid-19 salgınının başlangıcından bu yana fosil yakıt faaliyetlerine yaklaşık 300 milyar dolar tutarında yeni fon aktardı (temiz enerjiye aktarılandan daha fazla). Uluslararası Enerji Ajansı'na göre ise, hükümetlerin “daha iyi bir şekilde yeniden inşa edilmesi” hedefli kurtarma paketlerinin yalnızca yüzde 2’si temiz enerji alanıyla ilgili. Bu arada sadece 2020’de kömür, petrol ve gaz üretimi ve tüketimine verilen sübvansiyon tutarı 5,9 trilyon doları buluyor. (5)
Kaldı ki Kovid-19 aşısının üretimi ve dağıtımı konusunda kendi ulusal çıkarlarını ön planda tutarak aşıya Güney ülkelerinin erişimi imkânsız kılan bir anlayışın iklim yıkımı konusunda uluslararası dayanışma içinde olması beklenmemeli.
Gerçek şu ki, ulus devletlerin mevcut yapısı ve dünyadaki büyük sanayi ve finans sermayesinin planları göz önüne alındığında, COP26’daki mütevazı öncelikli hedeflerin dahi kabul edilmesi, kabul edilse dahi pratikte hayata geçirilmesi çok zor.
Diğer taraftan “COP26’nın başarısının azgelişmiş ülkelere yapılacak yardımların büyüklüğü ile ortaya çıkacağı” ileri sürülüyor. (6) İşin gerçeği bu toplantılardan dünya halklarını sevindirecek kararların çıkmayacağının şimdiden altını çizebiliriz. Kaldı ki söz vermek, verilen sözleri tutmak anlamına da gelmiyor ki burjuvazinin ve onun güdümündeki devletlerin yüzlerce yıllık tarihleri bunun sayısız örnekleriyle dolu.
Teknik olarak net sıfır sera gazı emisyonu, atmosfere pompalanan sera gazı miktarının, çekilen miktarla dengelendiği noktayı anlatan bir ifade. Bu “dengelenme”, teorik olarak, ağaç dikme gibi uygulamalarla, karbon giderme teknolojilerini kullanarak (doğrudan hava veya biyoenerji karbon yakalama ve depolama ya da fosil yakıt bağımlılığının yerini alacak rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji teknolojileriyle sağlanabilir.
Diğer taraftan böyle teknolojiler dünya çapına yayıldıkça, bunların cinsiyet, sınıf ve etnik köken çizgisinde kazananları ve kaybedenleri de ortaya çıkıyor. Öyle ki bazı gruplar yerel ölçekte gerçekleşen enerji geçişlerinden faydalanabilirken, diğer bazı gruplar bunun faturasını ödüyor.
Rüzgâr enerjisi örneğinde olduğu gibi, enerji şirketlerine arazilerini kiralayan büyük arazi sahipleri gelirlerini çeşitlendirip artırırken, küçük toprak sahipleri yoksullaşıyor. Çünkü bu kesimler rüzgâr enerjisini çiftçilik gibi ikincil faaliyetlere uygulamakta zorlanıyor. Benzer bir biçimde, güneş enerjisi genişlemesi, ücretli istihdama dâhil edilemeyen topraksız nüfus fazlasının yaratılmasıyla sonuçlanıyor. (7)
Kısaca “net sıfır” emisyon ya da emisyon kesintisi taahhütleri iklim adaletini sağlamaya yetmediği gibi, buna yönelik iklim finansmanının işleyiş biçimi bu adaletsizliği daha da artırabiliyor. İklim değişikliğinden en çok etkilenenlerin durumu daha da kötüleşebiliyor.
“Net sıfır” konusundaki asıl sorun bunun bir aldatmaca olup olmadığı. Öyle ki 1992’de imzalanan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'nden beri dünyanın fosil yakıt şirketlerine teslim olduğu, bunun da “net sıfır emisyonunu gerçeği gizlemeye yarayan bir araca, kitleleri aldatmaya yönelik bir kurmacaya dönüştürdüğü” ileri sürülüyor. (8)
Daha yalın bir ifadeyle, “net sıfır” stratejisi ya da politikasına göre, bir yerdeki karbondioksit emisyonları, başka bir yerdeki negatif emisyonlarla (karbondioksit emisyonu azaltımları) dengelenir.
Yani bu strateji karbon denkleştirmeyi öngörüyor. Tipik bir biçimde, bitki örtüsü, toprak ve kayalarda depolama yoluyla atmosferden karbondioksitin uzaklaştırılması anlamına gelen büyük miktarlarda “negatif emisyon” sağlamanın mümkün olabileceğini varsayıyor.
Diğer yandan, negatif emisyonlar için gereken teknolojilerin yeterli ölçekte uygulanması kanıtlanabilmiş bir olgu değil. Bitki örtüsü ve toprakta karbon tutulması gibi sözde “doğa bazlı çözümler” kullanılarak fosil yakıt emisyonlarının telafi edilebilmesi de mümkün değil. Çünkü dünyada karbon emisyonlarını dengeleyecek kadar ağaç yok ve asla olmayacak. Kısaca, hiçbir “net sıfır” rejiminden net sıfır emisyon elde edilemez. Çünkü “net sıfır emisyon hedefi ile “gerçek sıfır” emisyon hedefi birbirinden oldukça farklı. (9)
Bir başka anlatımla, “net sıfır” emisyon stratejisi altında, teknolojilerin veya ağaç dikimlerinin gelecekte havadan karbondioksiti emebileceğini umarken, fosil yakıt kullanımı yasaklanmadığı için, sera gazı salımı artmaya devam edecek. Diğerinde ise fosil yakıt üretimi ve kullanımı tamamıyla durdurulacak.
Böylece “net sıfır” stratejisi, kendisinden beklenenin aksine, dünyanın en büyük kirleticileri konumundaki dev petrol ve otomotiv şirketlerinin ve bunların ardındaki ulus devletlerin sorumluluklarını gizlemeye ve iklim değişikliği konusundaki eylemsizliklerini ya da zararlı eylemlerini meşru göstermeye hizmet eder.
Ayrıca bu kavram, iklim krizi konusunda sorumluluğu çok daha az olan azgelişmiş ülkelerindeki kara ve ağaç plantasyonlarına karbon tutma yükümlülüğünü koyarak bir tür karbon sömürgeciliğine neden oluyor. Keza insan hakları ihlalleri, kaçak emisyonlar ve ekolojik yıkım dahil olmak üzere, büyük çapta toplumsal zarara neden olan uluslararası finans kapitalin kendini temize çıkarmasıyla sonuçlanabilir.
“Net sıfır” stratejisi, kulağa hoş gelse de, bilim ve teknolojik gelişmeyi kapitalizmden, dolayısıyla da onun sosyal sınıf ilişkileri ve çatışmalarından bağımsız olarak, insanlığın ve doğanın kurtarıcısı olarak görmesi nedeniyle de kusurlu bir strateji.
Bu stratejinin üzerinden temellendiği yaklaşımsa, kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırmadan, dünya liderlerinin bir araya gelerek alacakları kararlarla ekolojik bir yıkımın durdurulabileceğini düşünecek kadar da sorunlu bir yaklaşım.
Öyle ki bu yaklaşıma göre, örneğin Güneş enerjisi yenilenemeyen diğer enerji türlerinin yerini alacak ve böylece emisyona yol açmayan Güneş enerjisi çok düşük maliyetle ve bol miktarda kullanılabilecek, bu da iklim yıkımını önleyecek. Giderek ucuzlayacak olan Güneş enerjisi panellerinin yaygın kullanımı ile atmosferdeki emisyon miktarı giderek azalacak. Böylece zengin ülkeler kişi başı enerji tüketimlerini kısmak zorunda kalmayacak. Asteroit madenciliği ile mineral-maden kazma sorunu da ortadan kalkacak.
Tuhaf olan ise bütün bu iyileşmenin kâr çıkarımını odağına koymuş olan kapitalist sistemin ve onun kaynak dağıtma mekanizması olan piyasaların altında yapılabileceğine inanılması.
Oysa Güneş enerjisi, çok önemli olsa da, önemli kısıtlara sahip. Çünkü öncelikle yeterince Güneş enerjisi paneli yapabilmek için doğayı daha fazla kazmak gerekecek. Keza kara, deniz ve hava ulaşım araçlarında ciddi oranda fosil yakıt kullanılıyor. Buna karşılık elektrikli araçların gelişimi salyangoz hızında ilerliyor. Hala gemi ve uçak yakıtlarına alternatifler bulunabilmiş değil. Ayrıca Güneş enerjisini büyük ölçekte kullanabilmek için onunla uyumlu dev elektrik şebekeleri kurmak gerekiyor ki bu da devasa alt yapı yatırımı yapılmasını gerektiriyor. (10)
Özcesi, tek başına teknolojik ilerlemenin bizi iklim değişikliğine karşı korumaya yetmeyeceğini, bu anlamda da “net sıfır” emisyon gibi hedeflerin pratikte uygulama zorluğu bir yana, gerçek ihtiyacımız olan “gerçek sıfır” emisyon çözümünden bizi uzaklaştıracağını bilmemiz, taleplerimizi buna göre oluşturmamız gerekiyor.
Sonraki yazı: COP26’da “İklim Finansmanı” konusu
Dip notlar: