Merkez Bankası'nın eritildiği ileri sürülen 128 milyar dolarlık rezervinin şu an nerede olduğu, bu bağlamda son iki yıldır kamu bankaları aracılığıyla kimlere, hangi tarihlerde, hangi yollarla, hangi fiyatlardan bu dövizlerin satıldığı gibi sorulara siyasal iktidardan ve Merkez Bankası'ndan tatmin edici yanıtlar hâlâ gelmezken, yeni bir finansal spekülasyon ve vurgun haberi de ülkenin gündemine oturdu.
Öyle ki kripto para piyasalarını düzenlemekle yetkili kurumların adeta oturup seyrettikleri bir ortamda, akranı milyonlarca genç üniversite mezunu işsiz gezerken, "işini bilen" ve "iyi ilişkilere sahip" bir genç girişimci kripto para piyasasında 2 milyar dolarlık bir vurgun yaparak ortalıktan kayboldu. (1) Hasta ekonominin tansiyonunu gösteren döviz kuru tekrar yükselişe geçti ve dolar haftayı 8.40'a yakın bir değerden kapattı.
Bunlar ve parasal ve reel alandaki diğer birçok göstergeye rağmen siyasal iktidar ülke ekonomisinin ciddi bir krizde olduğunu hâlâ kabul etmiyor. Tıpkı salgınla ilgili olarak yaptığı gibi, palyatif çözümlerle durumu idare etmeye çalışıyor, bu arada ekonomik krize dikkat çekenleri de suçlamayı ihmal etmiyor.
Oysa etkin bir kamu yönetiminin, ciddi bir sosyo-ekonomik sorunu tanımlarken ve onunla mücadele ederken herhangi bir gecikme yaşamaması gerekiyor. Yani devleti yönetenler, ihtiyaç doğduğu anda sorunun tam olarak ne olduğunun bilincinde olarak, bu soruna müdahaleye hazır olmalı ve bu müdahale kararını da herhangi bir gecikmeye uğramadan uygulamalıdır.
Kuşkusuz burada ideal bir kamu yönetiminden söz ediyoruz. Gerçekte ise sorunu kabul etmeyi ısrarla reddeden bir yönetim söz konusu. Bu nedenle de, ekonomik büyüme göstergesi gibi eldeki tek olumlu göstergeye dayanarak krizin varlığını reddediyor.
Hatırlayalım, geçen yıl diğer tüm ekonomiler küçülürken sadece Çin ve Türkiye ekonomisi büyümüştü. Bu nedenle Türkiye ekonomisinin yüzde 1,8'lik büyümesi siyasal iktidarın sığındığı liman oldu.
Diğer taraftan "tek başına ekonomik büyümenin, üstelik nitelikli istihdam yaratmayan, gelir dağılımı adaletsizliğini azaltmayan, emeği ve doğayı tahrip eden bir ekonomik büyümenin, bir toplumun gerçek anlamda ekonomik ve sosyal olarak iyi olma halinin göstergesi olamayacağını" değişik mecralarda sayısız kere yazdık ve söyledik.
Üstelik Dünya Sağlık Örgütü'nün direktörü M. Ryan'ın da uyardığı gibi: "Ekonomik büyümeyi çevre ve sosyal sürdürülebilirliğin önünde tuttuğumuzda gelecekte çok daha tehlikeli salgınlarla karşılaşma riskimiz artıyor. Çünkü böyle bir ekonomik büyüme sırasında insanın doğa ile kurduğu tahakküm ilişkisinin sonucunda. zoonotik salgınlar yükselişe geçiyor, biyo-çeşitlilik ve ekosistem tarihte görülmemiş bir hızla her gün azalıyor".(2)
Buna rağmen IMF ve OECD gibi kuruluşlar ve hükümetler ekonomideki başarıyı hala ekonomik büyüme (kişi başı GSYH büyümesi) ile ölçmeyi sürdürüyorlar. Bu çerçevede de IMF'nin son Dünyanın Görünümü Raporu'nda bu yıl ve önümüzdeki yıl olmak üzere ekonomilerin ne oranda büyüyeceklerine ilişkin öngörüler sıralanıyor.
Bu rapora göre (3); Türkiye ekonomisi 2021 yılında yüzde 6,0 ve 2022 yılında yüzde 3,5 büyüyecek. Türkiye ile aynı kulvarda yer aldığı düşünülen Rusya, Romanya, Bulgaristan ve Macaristan gibi 'yükselen ve gelişmekte olan' Avrupa ekonomileri gibi akran ekonomilerse ise bu yıl ortalama yüzde 4,4 ve gelecek yıl yüzde 3,9 büyüyecekler.
Büyüme değerlendirmesinin ayrıntıları ise bazı sorulara ışık tutuyor. Örnek olarak, AKP'nin tek başına iktidar olduğu 2003 yılından bu yana ekonomide sağlanan büyüme açısından kıyaslandığında; (2003-2012 döneminde) Türkiye ekonomisinin yükselen ve gelişmekte olan bu Avrupa ekonomilerinden sadece yüzde 1,0 puan daha fazla büyüdüğü göze çarpıyor. Öyle ki bu ekonomiler ortalama yüzde 4,6 büyürken, Türkiye ekonomisi yüzde 5,6 büyümüş. Öte yandan, büyüme performansı açısından aradaki farkın 2018 yılından itibaren (Türkiye aleyhine olmak üzere), neredeyse kapandığı görülüyor.
İşin gerçeği Türkiye ekonomisinde yüksek orandaki büyüme süreci 2013 yılı ile sona erdi. Çünkü 2013 yılında yüzde 8,5 büyüyen ekonomi 2014 yılında ancak yüzde 4,9 büyüyebildi ve büyüme hızı bu yıldan itibaren 2019 yılında binde 9'a kadar olmak üzere (2017 yılındaki hormonlu büyüme hariç) sürekli düştü.
2020 yılındaki yüzde 1,8'lik büyüme ise salgının ağır sağlık faturası pahası üretim mekânlarının kapatılmaması ve işçilerin diğer ülkelere göre çok daha fazla saat çalışmalarıyla ilgili bir durum. Bu da siyasal iktidarın, sermaye ve servetin büyümesi anlamına gelen ekonomik büyümeyi her şeyin önüne koyduğunu gösteriyor.
Türkiye ekonomisinin bu göreli başarısı burada sona eriyor. Çünkü diğer iktisadi veriler açısından Türkiye ekonomisi akranlarına göre oldukça başarısız görünüyor.
Bu anlamda halkın refahını ya da yoksulluğunu doğrudan belirleyen en temel iki göstergeyi irdelemek gerekiyor: Enflasyon ve işsizlik. Kuşkusuz bunlara bir de ekonomideki krize yatkınlığın belirtilerinden biri olan cari açığın durumunu eklemek gerekiyor (bunu bir başka yazıda ele alacağız).
Enflasyonla başlayalım. Aynı IMF raporuna göre Türkiye'de enflasyon bu yıl yüzde 13,6 ve gelecek yıl yüzde 11,8 olacak. Yukarıda sözü edilen ülkelerde ise enflasyon oranlarının sırasıyla yüzde 6,5 ve yüzde 5,4 olması bekleniyor. (4)Yani Türkiye'deki (resmi) enflasyon oranı akran ekonomilerdeki enflasyondan en az iki kat daha yüksek.
Dahası (2003-2012) döneminde bu yükselen ve gelişmekte olan Avrupa ekonomilerinde görülen ortalama enflasyon oranı yüzde 8,8 iken, Türkiye'de yüzde 10,0 oldu. 2017 yılından itibaren enflasyon oranı Türkiye'de diğer ülkelerin iki katına kadar yükseldi. Önümüzdeki iki yıl boyunca da bu rasyonun değişmeyeceği öngörülüyor. Kısaca son Türkiye'de son 19 yıldır enflasyon hep yüksek seyretti.
IMF raporunda Türkiye'deki işsizlik oranlarının bu yıl ve gelecek yıl sırasıyla; yüzde 14,4 ve yüzde 11,0 olacağı belirtiliyor. Buna karşılık raporda akran ülkelerdeki işsizlik oranları konusunda herhangi bir veri yer almıyor. Bu nedenle de (Türkiye'nin Avrupa'nın en yüksek işsizlik oranına sahip ülkelerinden birisi olduğunu bilsek de) sayısal bir kıyaslama yapamıyoruz.
Diğer taraftan TÜİK Şubat ayına ilişkin işgücü istatistiklerini yayınladı. Buna göre (5); Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı 2021 yılı Şubat ayında, bir önceki aya göre, 250 bin kişi artarak 4 milyon 236 bin kişi oldu. Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı ise binde 7 puanlık artış ile yüzde 13,4 seviyesinde gerçekleşti.
Şubat'ta işsizlikte görülen bu sıçramanın arkasında hem işgücündeki kuvvetli artışın (İşgücüne katılım oranı yüzde 50,1 oldu), hem de istihdamdaki sınırlı kaybın olduğu anlaşılıyor. Yani Şubat ayında işgücü piyasasının dışına çıkmış ama yine de işgücüne yakın duran kişilerin bir kısmı tekrar iş aramaya başlamış. Bültende atıl işgücü oranı olarak yer alan ve gerçek işsizliği gösteren geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 28,3 oldu (DİSK-AR'a göre gerçek işsiz sayısı 10 milyonun üzerinde seyrediyor).
Mevsim etkisinden arındırılmış istihdam oranı ise yüzde 43,4. Böylece istihdam edilenlerin sayısı 2021 yılı Şubat ayında bir önceki aya göre 22 bin kişi azalarak 27 milyon 477 bin kişi, istihdam oranı ise binde 1 puanlık azalış ile yüzde 43,4 oldu.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı ise sanayi istihdamının bir ayda 166 bin kişi gerilemiş olması. Toplam istihdam içindeki payı yüzde 62'yi bulan hizmetler ve inşaat sektörlerindeki göreli istihdam artışlarının bu kaybı tam olarak karşılamadığı anlaşılıyor.
Net istihdam kayıpları asıl olarak erkekler arasında ortaya çıksa da, kadın işgücündeki kuvvetli artış sebebiyle kadın işsizlik oranları erkek işsizlik oranlarından daha hızlı arttı, yani işsizlik oranlarındaki toplumsal cinsiyet farkı genişledi. Keza genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 26,9, istihdam oranı ise sadece yüzde 28,1 oldu. Yani her üç gençten biri sadece istihdam da yer alabiliyor.
Türkiye'deki yüksek işsizlik asıl olarak Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarından ve neoliberal ideolojiyi benimsemiş mevcut iktidarın bu sorunun çözümünü bütünüyle piyasaların insafına bırakmasından kaynaklanıyor. Bu çerçevede işsizliği işçilerin hak mücadelesini baskılamak için bir araç olarak kullanan, bu nedenle de mutlaka bir "yedek işsizler ordusu"na ihtiyaç duyan kapitalist sistemin bu genel karakterine ilave olarak ülkedeki işsizliğin üç kaynağı olduğunu ileri sürebiliriz. Sırasıyla:
(i) Sanayi sektöründeki sermaye/emek rasyosunun büyümesine (otomasyon) neden olan teknolojik yenilikler gibi gelişmeler, (ii) Covid-19 ile derinleşen ekonomik kriz ve (iii) son 19 yıldır küçük üretimi ve küçük çiftçiyi toprağından kopartan tarım sektöründe izlenen neo-liberal tarımsızlaştırma stratejisi.
Yüksek enflasyon ise ülke ekonomisinin üretim, tüketim ve ihracat anlamında ağır biçimde dışa bağımlılığı nedeniyle, artan döviz kurlarının yol açtığı maliyet artışları, tekeller, ağır dolaylı vergiler, reel faiz oranlarını düşük tutma konusundaki ısrar ve bol krediler yüzünden yaşanıyor.
Covid-19 salgını ile birlikte devasa boyutlara ulaşana kitlesel işsizlik ve yüksek enflasyonun ilk sonucu kuşkusuz gelir dağılımı adaletsizliğinin daha da artması ve artık azınlıkta kalan "mutlu" bir kesimin dışındaki tüm toplumsal kesimlerin giderek yoksullaşması ya da derin yoksulluk olgusu.
Yenilerde yapılan bir akademik araştırmaya göre; gelir dağlımı eşitsizliğini gösteren Gini katsayısı, Türkiye'de salgın öncesinde 0. 40'ın biraz üzerindeydi. Salgın koşulları bunu ciddi biçimde artırdı. Öyle ki yapılan simülasyon çalışmasına göre, eğer Kısa Çalışma Ödeneği gibi destekler olmasaydı bu katsayı 0.55'e kadar yükselecekti. Bu ödenek sayesinde katsayı 0.47'ye düşüyor. Diğer taraftan derin yoksulluğu bütünüyle ortadan kaldıracak bir doğrudan gelir desteği verilseydi, bütün yoksulları yoksulluk sınırının hemen yakınına taşımak (yani medyan gelirin yüzde 40'ına kadar) mümkün olabilecekti. Böylece Salgın şoku ile 16 milyona yükselen yoksul sayısı değişmese bile, açlık sınırı civarında bulunan geniş bir kesimin refahını biraz da olsa artırmak mümkün olabilecekti. Bunun için milli gelirin sadece yüzde 1,6'sı kadar bir doğrudan mali destek yeterli olacaktı.(6)
Oysa bir yıldır Salgından "ilk kurtarılacaklar" listesinin başına sermaye kesimi alındığından, asıl olarak bu kesim desteklendi (hem maliye ve para politikalarıyla; vergi almayarak, düşük kurdan piyasaya döviz satarak, düşük faiz oranlarıyla kredi vererek, hem de doğrudan kurtarma operasyonlarıyla).
Buna karşılık, üstelik de ülkedeki bütçe açığı ve kamu borçlanma düzeyi, ekonomisine çok büyük destekler veren diğer ülkelere göre düşük düzeylerde olmasına yani yeterli bir mali manevra alanı olmasına rağmen, kamu kaynakları ekonomiyi, halkı kurtarmak için yeterince kullanılmadı.
Başa dönersek, diğer tüm göstergelerin ciddi biçimde alarm verici düzeyde olduğu bir durumda IMF'nin öngördüğü bir biçimde bu yıl ekonomi yüzde 6 ya da daha fazla büyüse dahi, tüm kaynaklar böyle bir büyüme için kullanılsa da, ülkedeki işsizlik, enflasyon ve yoksulluk sorununu çözmek mümkün olmayacak.
Bir başka anlatımla, demokrasi, barış ve özgürlükler gibi ekmek, hava ve su kadar elzem olan ihtiyaçlarımızın karşılanmaması bir yana, mevcut kapitalist sistem ve onun otoriter siyasal rejimi altında gerçekleşebilecek bir yüksek ekonomik büyüme, işsizliği, enflasyonu, yoksulluğu ve açlığı da ortadan kaldırmaya yetmeyecek.
Bu nedenle de, bugün yapıldığı gibi yerli ve yabancı tekellere kaynak aktararak ya da inşaat-emlak rantından dünya devleri haline gelmiş büyük şirketlere daha fazla rant yaratarak değil, küçük üretimi esas alan bir örgütlenme modeli çerçevesinde, tarım ve sanayide yapılacak doğa dostu, istihdam yaratabilen kamusal yatırımlarla sağlanabilecek bir ekonomik büyümenin bu sorunlarımızı hafifletebileceğini artık anlamamız gerekiyor.
Bunun için de ekonomideki üretim ve dağıtım örgütlenmesinin demokratik kooperatifler, komünler ve platformlar-meclisler gibi diğer kolektif mülkiyet biçimleri altında yapılması ve bu temele uygun bir adaletli sosyal bölüşüm ilişkisinin hayata geçirilmesi gerekiyor.
Bu bağlamda, başta tüm insanlığın yaşam ve geçim araçlarının asıl sağlayıcısı konumunda olan işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçilerin (kendileri için bir sınıf olmaları gereğinin bilincinde olarak), yoksulluk, işsizlik ve açlıkla mücadelenin özde bir sistem sorunu olduğunu unutmaksızın, sağlık, eğitim ve bankacılık gibi toplumsal yaşamı doğrudan ilgilendiren müşterek alanlarımızın kamulaştırılarak toplumsal mülkiyete devredilmesini, bu alanların daha da genişletilmesini ve toplumun demokratik denetimine tabi tutulmasını, acilen Herkes için Temel Gelir Garantisi sağlanmasını ve gerçek bir demokratikleşmeyi talep etmesi ve bunun için mücadele etmesi gerekiyor.
1) https://www.karar.com/kripto-para-ile-tarihi-vurgun-istanbul-havalimanindan-kacti (22 Nisan 2021). Benzer bir durumun Muğla merkezli bir başka kripto para işlem platformunda da ortaya çıktığı bu olaydan iki gün sonra açıklandı.
2) Tom Pegram, Julia Kreienkamp, "Global obsession with economic growth will increase risk of deadly pandemics in future", https://theconversation.com (5 Mart 2021).
3) IMF, World Economic Outlook , Managing Divergent Recoveries, April 2021, s. 35.
4) Agr.
5) TÜİK, İşgücü İstatistikleri, Şubat 2021, https://data.tuik.gov.tr/Bulten (12 Nisan 2021).
6) Ayşe Aylin Bayar, Öner Günçavdı, Haluk Levent, Covid-19 Salgınının Türkiye'de Gelir Dağılımına Etkisi ve Mevcut Politika Seçenekleri, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (İstanpol) Politika Raporu (Nisan 2020-007).