Perşembe günü Merkez Bankası politika faizini 200 puan artırınca, dolar önce 7,70'den 7,55'e kadar geriledi, sonra hızla toparladı ve aynı gün içinde 7,64'e kadar yükseldi. Dün de Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu yurtiçindeki bankaların yurtdışıyla yaptıkları dolar /TL para takası işlemlere getirdiği sınırlamayı gevşetti, limitleri artırdı. Kararla beraber dolar / TL kuru 7.62 seviyesinden 7.51 seviyesine kadar geriledi, ardından tekrar yükselişe geçti ve dünü 7,66 civarında kapattı. Yani kur geriletilemedi.
Biz bu filmi daha önce defalarca gördük. Bu müdahaleler sadece büyük spekülatörlere yarıyor. Yani kur 7,70'in üzerinde iken doları bozdurup ertesi gün kur 7,51'e düştüğünde tekrar döviz alan büyük çapta dolar zenginlerinin serveti durduk yerde artıyor.
Elinde birkaç yüz, hatta birkaç bin dolar bulunduran birinin bu faiz artırımından fayda sağlaması çok zor zira doların alım ve satım fiyatları arasındaki fark zaten 15-20 kuruştan az değil. Yani bozdursa bile ertesi gün düşük fiyattan tekrar alabilmesi neredeyse imkansız.
Bu yüzden de ancak bankalarda büyük çapta dolar mevduatı olanlar ya da yastık altında büyük çapta doları olan spekülatörler kendilerine sunulan "uygun" bir kurdan bozdurup, yine "uygun" bir kurdan yeniden dolar alabilirdi, öyle de oldu.
Birçok iktisatçının benimsediği gibi, ben de bu tür faiz operasyonları ve diğer müdahaleler için fazlasıyla geç kalındığı (hele ki Moody's ve Fitch gibi rating kuruluşlarının son raporlarından sonra), kuru belli bir düzeyde tutma işinin iyice zorlaştığı görüşündeyim.
Yurttaşların dövizden çıkarak TL'ye dönmeleri için onlara güven verecek tabiri caizse süper gelişmelerin olması gerekiyor. Kaldı ki çok büyük miktarda kısa vadeli dış borcun varlığına karşılık Merkez Bankası rezervlerinin erimiş olduğu gerçeği, döviz cinsinden büyük çapta borcu olan ve bu ödemelerinin de vadesi gelen ya da yaklaşan şirketleri piyasadan döviz toplamaya zorluyor.
Üstelik KGF aracılığıyla pompalanan kredileri alan bir kısım insan ucuza aldığı kredileri döviz satın almada kullandı. TL cinsinden mevduat faizlerinin son faiz artırımına rağmen resmi enflasyon oranının altında kalması da dövize yönelimi artırıyor. Yani dövize olan talebi artıran nedenler var. Bu da kurun daha da yükseleceğinin bir kanıtı. Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan belli oluyor. Kısaca tren kaçtı artık. Salgınla mücadelede ve dış politikada olduğu gibi, ekonomide de, para politikalarında siyasal iktidar sınıfta kaldı.
Dövizdeki bu tırmanışla ilgili söylenecekler bu kadar mı? Yani kurdaki yükselişin enflasyonu tırmandırması, hayatı emekçiler için daha da pahalı hale getirmesi, ithalat maliyetlerini, dolayısıyla da cari açığı artırması, faiz oranlarında artışa neden olarak kredi maliyetlerini yükseltmesi ve üretimi olumsuz etkilemesi, iflasları, işyeri kapanmalarını hızlandırarak işsizliği daha da artırması dışında başka bir etkisi yok mudur?
Elbette var? Bu yazımda kurdaki artışın çok da konuşulmayan bir etkisinden söz edeceğim: Kur artışının devlet borç stokları ve bunun üzerinden ekonomik büyüme üzerindeki etkisi (bir diğer etki ise bankalar üzerindeki etki ve bunun olası bir bankacılık krizini tetiklemesi ki bunu daha sonraki yazımda ele alacağım).
Kur artışı devlet borcunu kabaca iki yoldan etkiliyor: Devletin döviz cinsinden olan dış borçlarının TL karşılığının miktarı artıyor. İkinci olarak devletin iç borçlanması içinde döviz cinsinden borçlar ağırlıkta ise bunlar da tıpkı dış borçta olduğu gibi, kur yükseldikçe TL karşılığı borcun miktarı da artıyor.
Önce devlete ait dış borç stokuna bakalım. Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın sitesinde yer alan dış borç verileri en son 2020 yılının ilk çeyreğini içeriyor. Yani Mart 2020 sonu itibarıyla borç stokundan söz ediyoruz.
Buna göre ülkenin toplam (kamu + özel) 431 milyar dolar dış borcu var. Bunun 253,5 milyar doları özel sektöre, 169,2 milyar doları devlete ve 8,4 milyar doları Merkez Bankası'na ait.
Dış borçlarla ilgili resmi verileri (1) kısaca yorumlarsak; AKP'nin fiilen iktidar olduğu 2003 yılının ilk çeyreğinde toplam dış borç kabaca 130 milyar dolardı. Yani dış borçlarımız son 17 yılda 3,3 kat artmış.
İkinci olarak bu dış borçların içinde devlete ait olanların payı 2003 yılının ilk çeyreğinde yüzde 50 idi. 2020 ilk çeyreğinde ise bu yüzde 39,2 oldu. 2003 yılının meşhur 2001 krizi sırasında devletleştirilen özel banka borçlarının yükünü taşıyan bir yıl olduğu hatırlanırsa, devletin dış borçlar içindeki payının neden yüksek olduğu da anlaşılabilir. Nitekim sonraki yıllarda (örneğin 2010'lu yıllarda) bu oran yüzde 30-31 civarına kadar geriledi.
Bu noktada ilk döviz krizinin yaşandığı 2018 yılına biraz daha yakından bakmak yerinde olacak. Bu yılın ilk çeyreğinde 468 milyar dolarlık bir dış borç stoku var. Ancak bu stokun 326 milyar doları (yüzde 70) özel sektöre ve 141 milyar doları devlete ait (yüzde 30). 2019 yılının ilk çeyreğine gelindiğinde özel sektörün dış borcu 296 milyar dolara gerilerken (yüzde 66), devletin payı 147 milyar doların (yüzde 33) üzerine çıktı. Devletin payındaki bu artış 2019 yılı ve 2020 yılında da devam etti ve 2020 yılının ilk çeyreğinde özel sektörün payı 253 milyar dolara kadar düşerken, devletin dış borcu 169 milyar doların üzerine çıktı.
Kısaca 2018 başında özel sektör dış borcu devlet dış borcunun 2,3 katı iken, bu yılın ilk çeyreğinde 1,5 kata düştü. Bu, devletin dış borçlanma görev ve yükünü giderek özel sektörden kendi üzerine aldığı anlamına geliyor. Yani devlet tüm riskleriyle birlikte bazı özel şirketlerin dış borcunun giderek artan bir kısmını kendi üzerine almış durumda.
Korkut Boratav Hocamız son yazılarından biririnde bunu: " batık döviz borçlusu şirketleri (borç / hisse takasları gibi yöntemlerle) kurtarma operasyonları" olarak özetliyor. (2)
Kapitalist devletin Marksist yorumuna göre de durum çok net: Büyük tekeller zora düştüğünde bu şirketlerin kurtarılması devletin sınıfsal karakterinin bir gereğidir.(3)
Devletin döviz borçlusu büyük şirketlere verdiği destek Mart'tan sonra da sürmüş görünüyor. Bu kez mekanizma iç borçlanma üzerinden işletiliyor. Normalde TL cinsinden iç borçlanma yapılırken, son aylarda Hazine'nin döviz cinsinden yaptığı iç borçlanma ilk kez ağırlık kazandı.
BirGün Gazetesinden Ozan Gündoğdu'nun haberine göre (ki veriler Hazine'nin son iç borçlanma verilerinden derlenmiş); bu Temmuz'da ilk kez döviz borçlarının değeri lira borçlarının değerini geçti. Öyle ki Hazine 2 ayda günde ortalama 251 milyon dolar borçlandı. Bu ay itibariyle Hazine'nin toplam 1,72 trilyon liralık bir iç borç stoku var. Bunun 829,2 milyar liralık kısmı TL cinsinden borçlardan ve 891,9 milyar lirası döviz cinsinden iç borçlardan oluşuyor. Ağustos ayında ise bu fark daha da açıldı. Toplam 1,81 trilyon liralık iç borç stokunun 824,3 milyar liralık kısmı TL cinsinden iç borçlardan ve 986,1 milyar liralık kısmı döviz cinsinden iç borçlardan oluşuyor.(4)
Şimdi akla şu soru geliyor: Döviz kurunun hızlı bir yükselişte olduğu bir dönemde, Hazine'nin döviz cinsinden iç borçlanmaya ağırlık vermesi, her kur artışında bu borçların TL karşılığını da artırarak Hazineyi zora sokmaz mı?
Elbette sokar ve sokuyor da. Ancak yukarıda da vurgulandığı gibi özel sektörün döviz ihtiyacı ancak bu yolla gideriliyor zira bu dövizler hem Merkez Bankası, hem de kamu bankaları aracılığıyla özel sektöre ve özel bankalara kredi olarak veriliyor. Bu da kuşkusuz Merkez Bankası'nı işlevsiz bırakırken, devlet bankalarının ciddi görev zararlarıyla karşı karşıya kalmasıyla sonuçlanıyor.
Kısaca, bir kez daha kriz zamanlarında büyük şirketlerin ve sermaye gruplarının kurtarılmasına tanık oluyoruz. Ancak bunun da ağır bir maliyeti var: Devlet maliyesinin bozulması. Bir süredir dillendirdiğimiz devlet mali krizine adım adım yaklaşıyor olmamız.
Çünkü devlet mali krizinde ikinci perdenin devlet borçlarının ödenemez noktaya gelecek şekilde artması olduğunu biliyoruz. Bu durumun kaçınılmaz sonucu ise moratoryum, yani borçların ödenemeyeceğinin resmen ilan edilmesi. Zira özellikle de döviz cinsinden borçlar arttığında bu borçların değerini monetizasyonla, yani karşılıksız TL basarak, enflasyon yaratarak düşürebilmek mümkün değil.
Peki, şu an o noktada mıyız? Değiliz, ancak koşar adım oraya doğru gidiyoruz. Şöyle ki az önce de sözünü ettiğimiz Hazine'nin resmi verilerine göre, Ağustos ayında devlete ait toplam borç stoku 1,81 trilyon lira. Bunun 824,3 milyar liralık kısmı TL cinsinden ve 986,1 milyar liralık kısmı döviz cinsinden borçlardan oluşuyor.(5) Devletin bir de 169,2 milyar dolarlık dış borcu var. Bu 7.60 kuru üzerinden 1,3 trilyon lira ediyor. Yani toplamda 3,1 trilyon liralık bir devlet borcu söz konusu. Korkut Hoca bu yılın GSYH'sini (milli gelir) yaklaşık 661 milyar dolar, yani 5 trilyon lira civarında hesaplıyor. Devlet borcu buna bölündüğünde yüzde 62 civarında bir oran ortaya çıkıyor. Ancak bu hesaba bütçeye her yıl köprüler ve şehir hastaneleri gibi dövizli kamu özel ortaklığı (KOİ) projelerinden gelen ödeme yükünü de kattığımızda (6) bu oran yüzde 80'in üzerine çıkıyor.
Devlet borç stokunun bu denli büyümesi hem devlet mali krizinin bir göstergesi, hem da bundan böyle ekonomik büyümenin de yavaşlayacağının bir belirtisi. Bu aşamada, kamu borç stoku ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkisi konusunda bir çalışmaya, Reinhard ve Rogoff'un çalışmasına değinmekte yarar var.
Bu iki ünlü iktisatçı 2010 yılında yaptıkları bir çalışma sonucunda; devlet borcunun milli gelirin yüzde 30'unun altında iken ekonomik büyüme hızının yüzde 4,1; yüzde 30-90 arasında iken yüzde 2,8 olduğunu, buna karşılık yüzde 90'ın üzerine çıktığında büyümenin tersine döndüğünü ve binde - 0,1 olduğunu ortaya koydular.(7)
Bu yazarların çalışmasını 2013 yılında revize eden Herndon, Ash ve Pollin de (20 gelişkin ülkede 1880-2011 arasında) kamu borcu düzeyi ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi araştırdılar.
Bu iktisatçılar da (Reinhart ve Rogoff'un bulgularının abartılı olduğunu ileri sürseler de), 1990-2009 yılları arasında devlet borcu/ milli gelir oranı yüzde 60-90 arasında iken ekonomik büyüme oranının ortalama yüzde 2,5 olduğunu; bu oran yüzde 90 üzerinde olduğunda ise bunun yüzde 1,8'e düştüğünü ortaya koydular. (8)
Türkiye'nin yüzde 90 sınırının altında olması ise bizi yanıltmamalı zira bugün özel sektöre ait olan iç ve dış borçlar yarın devlet borcuna dönüşebilir. Bu nedenle de bu rasyonun hesaplanmasında özel sektörden gelebilecek borç yükünün de katılması daha doğrudur.
2001 krizi sonrasında 25 özel bankanın devletleştirilerek borçların devlet borcu haline getirilmesi örneğinde olduğu gibi, olası bir finansal kriz halinde böyle bir şeyin gerçekleşebileceğini ve borç tehlike sınırının fazlasıyla aşılacağını söylemeye gerek yok. Çünkü tek başına 253,5 milyar dolarlık özel sektör dış borcu (yaklaşık 2 trilyon lira) milli gelirin yüzde 40'ına denk düşüyor. Bu devlet borcuna eklendiğinde devlet borcu /milli gelir rasyosu yüzde 110'u aşıyor.
Bu noktada OECD Genel Sekreteri A. Gurria'ya kulak vermekte yarar var. Şöyle diyor Gurria: "Dünyadaki birçok ekonominin normale dönmesi en az 2 yıl alacak. Bu geri dönüşü (onun deyimiyle uçağın havalanmasını) zorlaştıran en önemli unsurlardan biri büyük çaptaki borç stokları. Çünkü özellikle de Koronavirüs salgını sonrasında devletlerin özel sektöre verdiği mali destekler borç stoklarının devasa biçimde artmasıyla sonuçlandı. Öyle ki net devlet borç stokunun milli hasılaya oranı yüzde 69,4'ten yüzde 85,3'e yükseldi. Dolayısıyla bu borçlar bir süre sonra gelip bizi bulacak. Bu durumda hükümetler firmaları devletleştirecekler ve borçlarını üstlenecekler". (9)
Kuşkusuz yukarıda sözü edilen akademik çalışmaların sonuçlarını dikkatlice yorumlamak gerekir. Çünkü bu tür çalışmalar ülkelere ait özgün faktörleri dikkate almazlar, oysa her bir ülkedeki özgün faktörler çoğu kez belirleyici olurlar.
Eğer özel tasarruflar ekonomik büyümeyi fonlamak için yeterli değilse, buna karşılık devlete ait (vergi biçimindeki) tasarruflar da yüksek bütçe açığı ve yüksek devlet borcu yüzünden yeterince oluşturulamıyorsa, üstelik mevcut tasarruflar devlet borcu ve bunların faizinin ödenmesinde kullanılıyorsa, bu borçlar ne kadar yüksekse ekonomik büyüme de o denli yavaş olacaktır. Ayrıca sağlık, eğitim, işsizlikle ve yoksullukla mücadele için de bütçede geriye kaynak kalmayacaktır.
Keza Türkiye'de olduğu gibi, bu borçlanma dünyanın neredeyse en yüksek faiz oranlarından yapılıyorsa ve alınan bu borçlar verimli-üretken bir ekonomi yaratmaktan ziyade başka amaçlar için kullanılıyorsa, bu olumsuz etki çok daha net bir biçimde kendini gösterecektir.
Bu nedenle; nasıl ki bir ekonomi (bizde deneyimlendiği gibi), pompalanmış kredilerle, borçlarla sonsuza kadar büyütülemiyorsa, yüksek devlet borcu da büyümeyi yavaşlatır, bir noktadan sonra ekonominin küçülmesine neden olur.
Özcesi, böyle bir yüksek devlet borcuna neden olan hem ekonomik etkenlerin, hem de politik etkenlerin neler olduğunu ortaya koymak ve bunları bertaraf etmek gerekiyor. Bu da bilinçli bir sınıf mücadelesi ve bir devrimci demokrasi savunusuyla mümkün olabilir.
Dipnotlar