Bu yazının asıl konusu iktidarın "faiz sebep-enflasyon sonuç" yaklaşımının arka planının irdelenmesiydi. Zira pazartesi akşamına kadar faiz indirimleri Nass'a dayandırılıyordu. Bizim savımız ise bu politikanın dini bir referanstan ziyade dünyevi bir gerçeklikten kaynaklanıyor olmasıydı. Yani bu politikanın ABD merkez bankası Fed'in St. Louis şubesine hakim olan bir iktisadi görüşten esinlendiği idi.
Bu yazıda bunu anlatacağız. Ancak pazartesi akşamı Cumhurbaşkanı'nın canlı yayında açıkladığı kararla başlamak durumundayız zira bu karar bütün gündemi değiştirdi. Öyle ki o ana kadar 18 TL'nin de üzerini gören doların kuru saatler içinde 5-6 puan kadar geriledi. Bu yazının yazıldığı saatlerde kur 13 TL civarındaydı (benzer bir gerileme avroda da yaşandı).
Kararın o gün alınmadığı, bundan haftalar öncesinde böyle bir müdahalenin hazırlandığı ertesi günkü haberlerden ve milyarlarca doları bulan ani döviz satışlarından, hatta bir kamu bankasının daha önce servis ettiği reklam filminden anlaşılıyor.
Bu kararla, dövizlerini bozdursunlar ve TL'ye geçiş yapsınlar diye müthiş bir teşvikle ödüllendirilen büyük para sahibi zenginlerin önemli bir kısmı bu fırsatı kaçırmadılar ve dövizden çıkış yaptılar. Bu da dövizdeki bu sert düşüşü sağladı. Kuşkusuz daha bu karar açıklanırken, dövizi en tepeden satan büyük oyuncular ciddi vurgunlar yapıp yeni servetler elde ettiler.
"Kur korumalı mevduat uygulaması" diye de adlandırılan bu uygulama ile TL'ye geçiş yapan DTH sahibi bireyler sadece (bugün itibarıyla) yüzde 14 faiz geliri sağlamayacak, aynı zamanda vade sonunda eğer kurun getirisi faizinkinden daha yüksekse aradaki farkı (kur farkı olarak) Merkez Bankası karşılayacak. (1)
Merkez Bankası, bankalardan haftalık swapla aldığı mevduatın yerine doğrudan kişilerden döviz almaya başlayacak ve bunun karşılığında para basacak. TL mevduatı olan gerçek kişilere de, döviz kurundaki artış ile mevduat faizi arasında fark söz konusu olduğunda, Hazine bu farkı bütçeden ödeyecek.
Öncelikle bu uygulama yeni değil. 1970'lerde, yurt dışında yaşayan işçilerimizin dövizlerini ülkeye getirmeleri için başlatılan, ancak ticari bankalarda toplanan bu dövizlerin anapara ve faiz geri ödemelerinin yapılamaması ve 1981 yılında bu borçların Hazine'ye devredilmesiyle sonuçlanan Dövize Çevrilebilir Mevduat Hesabı uygulamasının (DÇM) bir benzeri. Umarız bu uygulama da böyle sonuçlanmaz.
Böyle bir uygulamanın özetle 'örtülü' bir faiz artırımı olduğu açık. Zira kur farkı ödemesi adı konmamış bir faiz ödemesi demek. Gelinen nokta itibarıyla siyasal iktidar bir kez daha karar değiştirdi ve son dört aydır sürdürdüğü faiz indirimi politikasını terk etti.
Bu uygulamanın asalak-faizci- rantiye adı verilen ve siyasal iktidarın sözde hedeflerinden biri olarak gösterilen kesimin daha da zenginleşmesiyle sonuçlanacağı çok açık. Üstelik bunlar elde ettikleri kur farkı 'neması' üzerinden her hangi bir gelir vergisi de ödemeyecekler.
Keza bu karar başta para politikası açısından olmak üzere ekonominin bir bütün olarak artık dolara endekslendiğinin bir itirafı gibi. Dolar artık bu ülkedeki ulusal paranın kendini bağladığı bir çıpa olma yolunda hızla ilerliyor. Bu da ülkedeki dolarizasyonu artıracak.
Ayrıca ortaya çıkacak kur farkları Merkez Bankası ve Hazine tarafından karşılanacağı için bu emisyona, bu da enflasyonun daha da artması ve TL'nin daha da değersizleşmesiyle, halkın da daha fazla yoksullaşmasıyla ve elbette bütçe açığının artmasıyla sonuçlanacak.
Bu politikanın ömrü konusunda ise tahminde bulunmak güç. Bunun ilk sonuçları Mart ayının sonunda (kur farklarının ödeneceği ilk tarih) alınacak. Ama bu politikanın uzun ömürlü olmayacağını buradan ifade edebiliriz.
Şimdi gelelim asıl konumuz olan faiz indirimlerinin arka planına. Bilindiği gibi Türkiye, özellikle Eylül ayından bu yana, sürekli olarak düşürülen Merkez Bankası (MB) politika faizi oranlarının neden olduğu döviz kuru ve enflasyon artışlarıyla boğuşuyor. Üstelik bu faiz indirimleri dünyada genel olarak faiz oranlarının yükseltildiği ve parasal sıkılaştırmanın hızlandırıldığı bir dönemde yapılıyor.
İşin ironik yanı ise, bu geçen süre içinde MB faiz oranlarının yüzde 19'dan yüzde 14'e düşürülmüş olmasına rağmen, piyasadaki kredi faizlerinin oranlarında ya da devletin borçlanma faizi oranlarında her hangi bir düşüşün yaşanmaması. Tersine her ikisinde de artışlar sürüyor.
Örneğin, vadesine göre farklılaşmak üzere; ihtiyaç kredilerinin yıllık faiz oranları Aralık ayında yüzde 21 ile yüzde 30 arasında değişirken, ticari krediler yüzde 27, taşıt kredisi yüzde 24 civarında seyrediyor. Hazine ise bu ay en son 1,8 yıl vadeli borçlanma için yüzde 20,5 ve 9,5 yıllık borçlanma için yüzde 21,2 faiz oranından borçlanabildi. (2)
Böyle dönemlerde temel ekonomik kararlar çok dar bir grup tarafından alındığında, bu tür kararlar genelde toplumun büyük bir kısmının çıkarlarına ters düştüğünden, faturayı da başta emekçi sınıflar olmak üzere toplumun neredeyse tamamı ödemek durumunda kalıyor. Bu kararları alan siyasal iktidar ve onların hemhal olduğu sermaye çevreleri ise bunlardan fayda sağlıyor, en azından zarar görmüyor.
Baştan söylemekte yarar var: Dünyada merkez bankalarının ve ana akım iktisatçıların enflasyonun gerçekte neden kaynaklandığını tam olarak bilmedikleri artık bir gerçek.
Bir başka deyimle burjuva iktisadın hem Monetarist, hem de Keynesyen kanadının ortaya attığı enflasyon teorileri gerçek dünyadaki enflasyonun nedenlerini açıklama konusunda yeterli değil. Bu yüzden bu teorileri esas alan enflasyon hedefleri de tutturulamıyor.
Artık bu konuda da bir teorik yenilenmeye ihtiyaç olduğu açık. Belki de enflasyon olgusunu tam olarak anlayabilmek için Marksist Emek Değer Teorisi'ne başvurmanın zamanı geldi. Yani enflasyon olgusunu Marksist yaklaşım çerçevesinde ele almaya ihtiyacımız var.
Çünkü Marx çalışmalarında burjuva iktisadını eleştirirken günümüzde Monetarist teorinin esas aldığı Paranın Miktar Teorisini; kapitalist ekonomilerde paranın içsel olduğu, yani devlet tarafından değil, bankalar tarafından yaratıldığı ve daha da önemlisi genel olarak paranın meta üretiminde değeri temsil ettiği, yani ondan bağımsız olamayacağı tespitlerinden hareketle reddetti.
Marx aynı zamanda "maliyet itme teorisi" olarak da bilinen günümüzdeki Keynesyen enflasyon teorisinin de özünü oluşturan "işçi ücretlerindeki artışların fiyat artışlarına neden olduğu" yaklaşımını da eleştirdi. Ona göre, ücret oranındaki genel bir artış, meta fiyatlarını etkilemez (yani enflasyona neden olmaz), sadece ortalama kâr oranında bir düşüşe yol açabilir. Bu aslında ücret-kâr karşıtlığı biçimindeki Marksist kabulün de doğal bir çıkarımıdır.
Diğer yandan Marx kapsamlı bir enflasyon teorisi geliştirmedi. Ancak ondan 160 yıl sonra onun geliştirdiği değer teorisine dayanan bir teori geliştirme çabası hız kazandı. İtalyan Marksist iktisatçı G. Carchedi kısa bir süre içinde yayınlanması beklenen kitabında böyle bir teori geliştiriyor. (3)
Şimdi gelelim bizimkilerin savunduğu "faiz sebep- enflasyon sonuç" yaklaşımının esinlendiği teorik zemine. Bir başka anlatımla Fisheryan Yaklaşımın yeni yorumuna (Neo-Fisherism).
Öncelikle, geleneksel Fisherci denkleme göre; nominal faiz oranı hedefinin yükseltilmesi daha düşük enflasyonla, tersine nominal faiz oranının düşürülmesi daha yüksek enflasyonla sonuçlanır. Kısaca buradaki ilişkinin yönü enflasyondan faize doğrudur: Yüksek enflasyon yüksek faize neden olur. Eğer enflasyon düşürülmek isteniyorsa, faiz oranlarını düşürmek değil, yükseltmek gerekir.
Siyasal iktidarın bunu savunmadığı çok açık, tam tersini savunuyor. Neredeyse resmi görüş haline gelen bu görüşe göre faiz neden, enflasyon sonuçtur. Yani yüksek faiz oranı yüksek enflasyona neden olur.
Siyasal iktidarın benimsediği bu faiz-enflasyon görüşünün kendini temellendirdiği yorum Fisheryan Yaklaşımın yeni yorumu. Buna Yeni Fisheryan Yaklaşım ya da "Fisher Paradoksu" da deniliyor. Bu yeni yaklaşımı ilk kez ele alan çalışmalarsa Bullard (4), Cochrane (5) ve Williamson'ın (6) öncü çalışmaları. Bu çalışmaları daha sonra ülke uygulamalarını ele alan diğer ampirik çalışmalar izledi.
Yeni Fisheryan Yaklaşım, asıl olarak tüm makroekonomik modellerin önemli bir bileşenini tartışmaya açıyor: Merkez Bankasının hedeflediği nominal faiz oranı ile enflasyon arasındaki doğrusal ilişki. Bu ilişki Geleneksel Fisheryan Yaklaşımda enflasyondan nominal faiz oranına doğru bir nedensellik içerirken, Yeni Fisheryan Yaklaşım bunu nominal faiz oranından enflasyona doğru akan bir nedensellik olarak kurguluyor. Bunu da pragmatik bir biçimde, 2007-2009 Büyük Resesyonu sonrasında ABD ekonomisinde çok ciddi sorun haline gelen çok düşük enflasyondan çıkışın bir yolu olarak öneriyor.
Bu çerçevede Yeni Fisheryan Yaklaşım 2008 krizi döneminde düşük enflasyon ve düşük faiz oranlarını deneyimleyen Japonya, AB ve ABD gibi ülkelerin hedeflenen enflasyon oranına ulaşmak ya da bir miktar enflasyon yaratmak için merkez bankalarının faiz düşürmek yerine faiz artırmalarını önerdi.
Bilindiği gibi sermaye kesimi kârları azalacağından ve bu yüzden de üretime son vermek durumunda kalabilecekleri korkusuyla fiyatların düşmesini genelde istemez. Bu nedenle de asıl olarak bu sınıfın çıkarlarının hizmetinde olan burjuva iktisadı 'ılımlı' bir enflasyonu, hem hiper-enflasyonu, hem de deflasyonu önlemek için savunur.
Böylece Yeni Fisherian Yaklaşımı benimseyen iktisatçılar; reel faiz oranlarının uzun dönemde para politikasından bağımsız reel faktörler tarafından belirlendiğini ileri sürerler. Buradan hareketle de, kısa dönemde faiz oranlarındaki artışın harcamaları ve çıktıyı, bunun sonucunda da enflasyonu düşüreceğini, buna karşılık uzun dönemde nominal faiz oranlarındaki kalıcı bir artışın enflasyonda aynı oranda artışa neden olacağını savunurlar.
Bir başka anlatımla, bu iktisatçılara göre, ekonomideki enflasyon beklentileri otomatik bir biçimde yeni yüksek nominal faiz oranları ile birlikte yukarı doğru hareket eder. Çünkü firmalar yeni yüksek nominal faizlere bakıp bu faiz oranlarını daha yüksek enflasyon ile bağdaştırıp buna göre fiyatlarını yükseltirler.
Siyasal iktidar tarafından her ne kadar faiz oranlarının düşürülmesi Nass'ın bir gereği gibi topluma sunulsa da (7), bunun özünde yukarıda özetlediğimiz bir ana akım iktisat teorisinin özünün çarpıtılması yatıyor.
Yani siyasal iktidarın kendi siyasal ve sınıfsal tercihlerinin bir gereği olarak zorladığı faiz indirimi politikasını Yeni Fisheryan Yaklaşımın özünden saptırılarak yerli ve milli hale getirilmiş bir versiyonu olarak tanımlamak mümkün. Nitekim bu resmi bir hal alan faiz-enflasyon teorisini 2018 yılında Türkiye'de ilk tanıtanlarından birisi Cumhurbaşkanı'nın ekonomi danışmanlarından C. Ertem oldu. (8)
Teorinin nasıl çarpıtıldığını kısaca açıklayalım: ABD gibi sağlam bir ekonomik ve finansal istikrarın, kredibilitesi yüksek merkez bankasının olduğu dünyanın en güçlü rezerv parasına sahip bir ülkede belki bu teorinin faiz-enflasyon ilişkisini açıklama konusunda haklı gerekçeleri olabilir.
Ancak enflasyonun yüzde 50'yi aştığı, dolarizasyonun yüzde 63'e yaklaştığı, yani ulusal paranın istikrarını yitirdiği, ekonominin hızla bir finansal krize doğru sürüklendiği, Merkez Bankası'nın da, Hazine'sinin de ciddi bir güven yitimine uğradığı bir ülkede nominal faizleri düşürerek enflasyonun uzun vadede düşürülebilmesi mümkün değil.
Diğer taraftan böyle bir politikanın yöneten sınıfa sağladığı faydayı da görmezden gelemeyiz. Nitekim böyle özünden saptırılmış bir yaklaşım esas alınarak MB faiz oranlarında üst üste yapılan indirimlerin sonucunda ortaya çıkan enflasyon patlamasıyla, nominal olarak yüzde 50 artırılan asgari ücret bir iki ay içinde eriyip gidecektir.
Bu durum patronların kârlarının artmasıyla sonuçlanırken, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi halklar daha da yoksullaşacaktır. Bu da halkın daha fazla borçlanmaya ve yoksulluk yardımlarına mahkûm edilmesiyle neticelenecek ve halk geçim derdiyle uğraşmayı sürdüreceği için de yeterince direngen muhalif bir duruş sergileyemeyecektir. En azından egemenlerin beklentisi bu yöndedir.
Sonuç olarak, Merkez Bankası'nın politika faiz oranları düşürülerek yaratılacak bir kredi bollaşmasının yaratabileceği ekonomik canlanmanın (!) ya da kur korumalı mevduat uygulamasının kısa süreliğine de olsa döviz kurunu belli bir yerde tutmasının yaratabileceği güven tazelemesinin sağlayabileceği moral ile belki baskın ya da erken bir seçim hedefleniyor olabilir.
Ancak, yukarıda da vurgulandığı gibi, MB faizlerinin düşürülmesi piyasalarda kredinin ucuzlamasıyla sonuçlanmıyor. Talimatla kamu bankalarının kredi faizlerinin düşürülmesiyle yaratılan kredi bollaşmasının ise bu bankaların bilançolarını süratle bozması kaçınılmaz. Kur korumalı mevduat ise (sürdürülebilirliği bir yana) ekonomiyi ve siyasal iktidarı daha büyük krizlere sokabilecek dinamiklere sahip.
1) TCMB, Döviz Tevdiat Hesaplarından Türk Lirası Vadeli Mevduata Dönüşümün Desteklenmesine İlişkin Basın Duyurusu, 21 Aralık 2021, Sayı: 2021-62, https://www.tcmb.gov.tr.
2) https://www.hangikredi.com/kredi/ihtiyac-kredisi; https://www.isbank.com.tr/is-ticari/ticari-krediler-faiz-oranlari; https://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Istatistikler/Piyasa+Verileri/ihale+Yontemi+ile+Satilan+Hazine+Bonolari+ve+Devlet+Tahvilleri (20 Aralık 2021).
3) Marksist enflasyon teorisinin tanıtımı için bak: M. Roberts, "A Marxist theory of inflation", https://thenextrecession.wordpress.com (21 August 2020).
4) Bullard, Seven Faces of "The Peril", Federal Reserve Bank of St. Louis, Review, September 2010, s.339-352.
5) Cochrane, "Do Higher Interest Rates Raise or Lower Inflation?", Hoover Institution, https://bfi.uchicago.edu/wp-content/uploads/fisher, 2016, pdf .
6) Stephen D. Williamson, "Neo-Fisherism: A Radical Idea, or the Most Obvious Solution to the Low-Inflation Problem?", https://www.stlouisfed.org (5 July 2016).
7) https://www.birgun.net/haber/erdogan-bir-musluman-olarak-Nass-ne-gerektiriyorsa-onu-yapmaya-devam-edecegim (19 Aralık 2021).
8) Cemil Ertem, "A theoretical overview of Erdoğan's remarks: The issue of interest-inflation", Daily Sabah (18 May 2018).