Sezgin Baran Korkmaz (SBK) canlı yayında bir gazetecinin kendisinden üst makamlara verilmek üzere 10 milyon avro rüşvet istediğini anlatırken, aynı zamanda her yıl, İstanbul başta olmak üzere, Türkiye'de aralarında bazı emniyet mensuplarının da bulunduğu bazı kamu görevlilerine milyonlarca liralık hediye adı altında rüşvet dağıttığını ileri sürmüştü.
Ayrıca, iddiaya göre SBK'dan vazgeçmesini istedikleri alacak tutarı 45 milyon dolar civarında (1). Rakam bu denli büyük olunca rüşvet de büyük olmalı diye düşünmeden edemiyor insan. Ayrıca bir gazetecinin KHK'lilerle ilgili olarak adeta bir Fetö borsası oluşturarak binlerce dosyayı çözdüğü itirafını kendi ağzından dinledik. Bir mafya liderinin ise düzenli olarak aylık 10 bin dolar maaş ödediğini iddia ettiği bir politikacı uzunca bir süredir kamuoyunu meşgul ediyor.
Kısaca, ülkede yolsuzluk iddialarıyla ilgili haberlerin ardı arkası kesilmediği gibi Mafya lideri Peker'in açıklamalarıyla bu iddialar daha da çeşitleniyor ve yaygınlaşıyor. Kuşkusuz yolsuzlukların bir ayağı devlet ya da bürokrasi ve siyaset olduğundan, bu durum beraberinde büyük rüşvet iddialarını da gündeme getiriyor. Rüşvet sanki kurumsallaşmış gibi bir görüntü ortaya çıkıyor.
Hatırlayalım, 2013 yılında 17-25 Aralık sürecinde dört bakanın istifasıyla sonuçlanan yolsuzluk ve rüşvet iddiaları ayakkabı kutularına ve evdeki para sayma makinesine sığmamış, ortalığa saçılmıştı. New York'ta görülen R. Zarrab davasında Zarrab'ın Türkiye'de verdiğini iddia ettiği büyük çaptaki rüşvetlere ilişkin olarak tuttuğu liste ise mahkeme kayıtlarına geçmişti.
Yolsuzluklar, kara para aklama ve rüşvet gibi olgular paranın, finansın hayatımızı bu denli belirlediği ve servet edinme ve bölüşümündeki adaletsizliklerin zirve yaptığı kapitalizm altında öncelikle toplumsal bir çürümeye işaret ediyor.
"Benim memurum işini bilir" neo-liberal ahlaksızlığının topluma sanki erdemli bir davranışmış gibi sunulduğu Özal'la başlayan böyle bir neoliberal kapitalist çürüme süreci Siyasal İslamcı yapılarla ile birlikte artık zirveye çıkmış durumda.
Diğer taraftan onlarca milyon doların ya da milyarlarca liranın yolsuzluklar kazanında pişirilirken, bunlardan bir kısmının mafyatik ilişkiler aracılığıyla kamu adına görev yapanlarla paylaşılmasının ağır bir suç olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Zira yasalara göre, bu ülkede hala rüşvet almak da, vermek de ciddi bir suç ve hapis cezasını gerektiriyor.
Rüşvetin kamuyu ilgilendiren bir diğer boyutu neden olduğu büyük çaptaki vergi kaybı. Zira hem kara aklama sırasında, hem de rüşvet dağıtımı sırasında bu gelirler, alanlar tarafından beyan edilmediğinden, ortaya çok ciddi bir vergi kaybı çıkıyor. Örneğin sadece gelir vergisi açısından bu gelirlerin yüzde 40 oranında vergiye tabi tutulması gerekiyor. Yani 650.000 liradan fazla bir rüşvetin 650.000 lirası için 212.190 lira ve fazlası için yüzde 40 oranında vergi alınması gerekiyor.
Vergi hukuku açısından rüşvet ve kara paranın nasıl vergilendirilebileceği hususuna geçmeden önce ülkedeki yolsuzluk ve rüşvetin gerçekten ne kadar yaygın olduğunu gösterebilecek bazı karinelere bir göz atalım.
Öncelikle, gerek Zarrab, gerekse de SBK olayında olduğu gibi, çok ciddi yolsuzluk ve rüşvet iddiaları var ve bunların bir kısmı belgelerle de doğrulanır nitelikte.
Bunun dışında son yıllarda ülkedeki yolsuzluk algısının ne denli arttığını gösteren uluslararası çalışmalar da mevcut. Aslında 21 Mart'ta bu konuyu ele almış ve yazımızın başlığını da 'Yolsuzluk Algısı Endeksi'nde 15 puanlık kötüleşme' olarak atmıştık. (2)
Yazıda da belirttiğimiz gibi, Uluslararası Şeffaflık Kurumu adlı bir kuruluş her yıl düzenli olarak 'Yolsuzluk Algı Endeksi' yayımlıyor. Bu endeks (3), kuruluşça düzenli olarak takip edilen toplam 180 devlet ile ilişkilendirilmiş yolsuzluk algısını ölçmeye çalışan bir endeks. Böylece sosyolojik boyutuyla önemli bir bozulmaya ve çürümeye işaret ediyor. Endeks "0" ile "100 puan" arasındaki puanlardan oluşuyor. Puanı 100'e yaklaşan bir ülke yolsuzluk açısından en temiz, yani en az yolsuzluğun olduğu bir ülke, buna karşılık 0'a yaklaşan ülke yolsuzluk açısından en kötü durumdaki bir ülke olarak tanımlanıyor.
Türkiye'ye ilişkin yolsuzluk algısında, özellikle de 2013'ten bu yana, ciddi bir artış var. Çünkü ülke 180 ülke arasında bugün en alttan 86'ncı sırada kendine yer bulabiliyor, dahası endeksteki sırası sürekli olarak düşüyor. Bu da ülkede yolsuzlukların giderek artmakta olduğu algısının arttığı anlamına geliyor. Öyle ki 2013 yılında endeksin değeri 50 puan iken, bu 2014'te 45 puana, 2015'te 42 puana, 2016'da 41puana ve 2017'de 40 puana kadar geriledi.(4) 2020 yılında ise ülke bu puanını korurken, diğer bazı ülkelerin durumlarını iyileştirmeleri nedeniyle, endekste 5 sıra daha geriledi ve 86'ncı sıraya indi.
Dünyadaki vergi sistemlerini uluslararası vergi rekabeti açısından sıralayan ve düzenli olarak her yıl hazırlanan bir endeks var: Uluslararası Vergi Rekabeti Endeksi. Bu endeksin üst sıralarında yer alan ülkeler en liberal vergi rejimine, en alt sıralarda yer alanlarsa en katı vergi rejimine sahip ülkeler olarak tanımlanıyorlar.
Bu yıl yayınlanan endekse göre (5), Türkiye'nin genel endeks sıralamasındaki yeri 11. ABD ise 32'nci sırada yer alıyor. OECD ülkeleri genelde Türkiye'nin altında kalıyorlar. Böylece Türkiye sermaye üzerinden aldığı vergilerin oranlarını en fazla indiren ve mevzuatını/uygulamasını en fazla liberalleştiren, ekonomisini uluslararası vergi rekabetine en fazla açan ülkeler arasında yer alıyor. Üstelik ülkenin 2018 yılında 14'ncü sıradan 2020'de 11'nci sıraya yükseldiği görülüyor. Oysa geçen yıldan bu yana birçok gelişkin ülke farklı bir tutum izleyerek vergi sistemlerini daha katılaştırdı.
Yani Merkez Ekonomiler vergi rekabetini eskisi kadar önemsemiyorlar. Buna rağmen Türkiye bu konuda ısrarcı davranıyor çünkü hem ekonomisi yabancı sermayeye yapısal olarak bağımlı, hem de ülkeyi yönetenler neo-liberalizme sonuna kadar sadıklar.
Endekste Türk vergi sistemi şöyle tanımlanıyor (6): "Türkiye oldukça liberal bir vergileme sistemine sahip. Uluslararası yatırımlardan elde edilen kârlar vergilendirilmiyor, ülke muafiyet endeksinde 1'nci sırada yer alıyor. Kâr payları üzerinden sadece yüzde 20 oranında nominal vergi alınıyor. Bu OECD ortalaması olan yüzde 23,9'un yaklaşık 4 puan altında. Türk vergi sistemi yatırım teşvikleri konusunda da oldukça cömert".
Bu noktada, ülkede bu göstergeleri haklı çıkartacak büyüklükte bir servet dağılımı eşitsizliğinin olup olmadığı önem kazanıyor.
Küresel servet dağılımı konusunda hazırlattığı raporlarıyla da bilinen bir finans kuruluşu olan Credit Suisse'ye göre; Türkiye'de 2019 yılında; en zengin yüzde 1'lik nüfus toplam servetin yaklaşık yüzde 42,5'ine, en zengin yüzde 5 yüzde 60,6'sına ve en zengin yüzde 10 yüzde 70,3'üne el koymuş durumda. (7)
Ülkede 1-5 milyon dolarlık serveti olan 80,944 zengin, 5-10 milyon dolarlık serveti olan 7,453 zengin, 10-50 milyon dolarlık serveti olan 4,779 zengin, 50-100 milyon dolarlık serveti olan 440 zengin, 100-500 milyon dolarlık serveti olan 282 süper zengin ve 500 milyon dolar ve üzerinde serveti olan 45 ultra süper zengin var. (8) Bu servetlerin sadece finansal serveti gösterdiğinin altını çizelim. Zira 2019 yılı ortası itibarıyla, finansal servetler toplam servetin sadece yüzde 21'ini oluştururken, servetin yüzde 79'u finans dışı (emlak-gayrimenkul, fiziki sermaye gibi) servetlerden oluşuyor. (9) Yani asıl zenginler büyük mülklere, gayrimenkullere sahip bulunan çok büyük müteahhitler.
Kapitalizm eşitsizlikler üzerine kurulu bir düzen ve gerçekte hiçbir zaman eşitsizlikleri (ortadan kaldırmayı bir kenara bırakın) yumuşatmadı, sosyal bütünleşmeyi hiçbir zaman gerçekleştirmedi çünkü böyle bir hedef kapitalizmin doğasına aykırı.
Dahası kapitalizm bu eşitsizlikleri daha da derinleştirerek, büyüterek, sürekli olarak yeniden üretiyor. Bu yeniden üretim öznel niyetten, çabadan bağımsız bir biçimde, sistemin üzerine kurulduğu üretim ve bölüşüm ilişkileri ve ulus devletlerin bu ilişkileri koordine etmedeki aracılık rolü ile nesnel olarak gerçekleşiyor. Üstelik tüm insanlığı derinden etkilediği ileri sürülen felaketler söz konusu olduğunda dahi kapitalizmin eşitsizlikleri derinleştirdiği görülüyor. Bunun en son örneği Covid-19 Salgını sırasında süper zenginlerin daha da zenginleşmesi.
Yolsuzluk ve rüşvet ise, finansallaşmanın görülmemiş ölçüde arttığı, servetin bu denli adaletsiz bölüşüldüğü günümüzde, müştereklerimize el koyma, rantı paylaşma, devletten iş/ihale alma, devletteki işini kolaylaştırma ya da iktidarca kayrılanlar karşısında korunma ve kara para aklama gibi eylemler sırasında ortaya çıkan ve kapitalist düzenin ahlaki çürümüşlüğünü de sergileyen yaygın bir olgu. Üstelik sadece tek bir ülke ile ya da azgelişmişlik olgusu ile de sınırlı değil. Hatırlayalım bundan bir kaç yıl önce dünya en son Almanya kökenli Siemens Şirketi'nin verdiği 1,3 milyar avroyu bulan rüşvetle ve çok büyük uluslararası yatırım fonlarının ve bankalarının karıştığı yolsuzluk ve rüşvet skandallarıyla çalkalanmıştı.
Gençliğimizde bu sözü çok duyardık. Gelişkin ülkelerde yapılanların tersine işler yaptığımızı anlatırdı bize. Yolsuzluklar ve rüşvetle ilgili durum tam da böyle aslında.
Şöyle ki 1997 yılında OECD bünyesinde gündeme getirilen ve sonrasında da 37 ülke tarafından da benimsenerek üzerinden ulusal uyum yasaları çıkartılmış olan "Yabancı Devlet Görevlilerine Verilen Rüşvetlerle Mücadele Anlaşması'na (10) kadar pek çok ülkenin vergi mevzuatına göre, yurt dışında iş yapan şirketlerin iş alabilmek için yabancı devlet görevlilerine verdikleri rüşvetler masraf gösterilip vergi matrahından indirilebiliyordu.
Yani ulus devletler dış pazarlardaki yoğun rekabet altındaki kendi sermaye gruplarının iş alma maliyetlerini dikkate alarak böyle vergi indirimi uygulamalarına izin veriyorlardı. Sonrasında bu uygulamadan vazgeçtiler.
Yani rüşvet veren şirketlerin bunu yasal masraf göstererek daha az vergi ödeyebilmesi (en azından yasal olarak) artık mümkün değil. Bunun yerine vergi cennetlerini kullanıyorlar. Bununla ilgili olarak da geçtiğimiz ay G7 ülkelerinin liderlerinin toplantısından çok büyük şirketlerin iş yaptığı ülkelerde, en az yüzde 15 oranında kurumlar vergisi ödemeleri önerisi çıktı (bu konuyu ayrıca ele alacağız).
Böylece (eğer düzenleme 139 ülke tarafından da onaylanırsa) bazı azgelişmiş ülkeler çok uluslu şirketler yüzünden ortaya çıkan vergi kayıplarının bir kısmını telafi edebilecekler. Bununla ayrıca özellikle de kaynak ihtiyacı çeken ülkelerin kendi aralarındaki vergide dibe doğru yarışına son verilmek isteniyor. Bu düzenlemeden, vergi cennetlerini eskisi kadar cazip olmaktan çıkartırken, yılda 200 milyar doları bulan vergi kaybını azaltarak, az gelişmiş ülkeler için toplamda yılda 50-80 milyar dolarlık ilave bir vergi geliri yaratması bekleniyor.(11)
Türkiye yolsuzluk, kara para aklama, rüşvet ve tüm bunlardan doğan vergi kaybı ile ilgili olarak ne yapıyor ya da ne yapmayı planlıyor? Asıl sorulması gereken soru bu.
Ancak bu sorunun yanıtını ararken, AKP iktidarlarının son 19 yıldır sadık bir biçimde uyguladıkları neoliberal birikim stratejisine uygun olarak, ülkeyi meşruiyetleri tartışmalı büyük sermaye ve servet sahipleri, büyük müteahhitler ve rantiye grupları için adeta bir cennete çevirdiğini de unutmamak gerekiyor. Aşağıda kısaca özetlediğimiz düzenlemelerle ve uygulamalarla ülke bu noktaya geldi.
Öncellikle 2003'te AKP iktidarının daha ilk yılında "nereden buldun" uygulamasına son verildi. Oysa bu uygulama tıpkı 1996 yılında kaldırılan "ortalama kâr haddi ve asgari hasılat esası" ya da 2001 yılında kaldırılan "hayat standardı" uygulaması gibi vergi kaçıranları yakalamaya dönük bir vergi güvenlik ve oto kontrol düzenlemesiydi. Vergi kaçıranlara "o halde bu serveti nasıl yaptın" sorusunun sorulmasını sağlıyordu.
En üst gelir gruplarına uygulanan gelir vergisi oranı yüzde 45'ten yüzde 35'e, oran/dilim sayısı 6'dan 4'e indirilirken, şirketlerden alınan kurumlar vergisi oranı yüzde 33'ten yüzde 20'ye kadar düşürüldü.
Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki 32 Sayılı Karar'da 2008 ve 2009 yıllarında yapılan değişikliklerle sermaye hareketlerinin önündeki tüm engeller kaldırıldı. Böylece Türkiye'de yerleşik kişiler ve dışarıda yerleşik kişilerin, bankalar vasıtasıyla yurtdışına döviz transfer ettirmeleri serbest hale getirildi. Türkiye'de yerleşik kişilerin yurt dışında yerleşik kişilerden döviz kredisi temin etmelerinin önü açılırken, kullanım tarihinde kredi bakiyesi 15 milyon dolar veya üzerinde olan, döviz geliri olmayan Türkiye'de yerleşik kişilerin yurt dışından döviz kredisi kullanabilmeleri sağlandı (2018'de tekrar kısıtlama getirildi).
Yurt dışından döviz kredisi kullanmanın kara para aklama açısından önemi biliniyor. Yani uygulamada kara para aklama yollarından biri kara parayı kişilerin ülkeye dövizli kredi olarak getirmesi. İşte 2009 düzenlemesi bunu mümkün kılarak kara paranın aklanmasına yardımcı oldu.
Büyük çaptaki yolsuzluklar, kara para ve rüşvet üçgenindeki operasyon mekanlarının başında vergi cennetleri geliyor. Diğer taraftan dünyada bir süredir vergi cennetleri uygulamasına karşı önlemler alınırken, bizde siyasal iktidar, Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 2006 yılından bu yana yürürlükte olan 30/7 maddesine rağmen, hala bu cennetlerin listesini yayınlamadığı için Türkiye ile vergi cennetleri arasındaki para trafiği sürüyor.
Vergi cennetlerinde Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşı süper zenginlerin tuttukları paranın miktarı ise dudak uçurtuyor. Yurt dışı kaynaklı bilimsel bir araştırmaya göre, T.C. Vatandaşı bireylerin ve Türkiye'de yerleşik şirketlerin yurt dışında tuttukları servetlerin tutarı ülke milli gelirinin beşte biri büyüklüğüne erişmiş durumda (150-170 milyar dolar).(12) Türkiye kaynaklı bazı açıklamalarda ise bu rakamın en az 200 milyar dolar olduğu ileri sürülüyor. (13) Bu da iktidarın vergi cennetlerine karşı neden önlem almak konusunda isteksiz olduğunu bir ölçüde izah ediyor.
Çok zenginlerin bazıları servetlerinin bir kısmını vergi ve diğer kaygılardan ötürü bu "vergi cennetleri" olarak bilinen, vergisiz ve servet sahipleri hakkında hiçbir bilgi verilmeyen "güvenli" bölgelerde tutuyorlar. Bu merkezler büyük servetleri çekebilmek için, tam gizlilik dâhil pek çok özel avantajlar sunuyorlar, aynı zamanda birçok ülkenin büyük hırsızlarının, diktatörlerinin servetlerine de kalkan vazifesi görüyorlar.
Büyük servetlerin bu merkezlere kaçmasında; dünya ticaretinin yarıdan fazlasının fiilen bu merkezler üzerinden yapılıyor olması, kârı gizlemek için kâr kaydırması yapılması (dolayısıyla da vergi ödenmemesi), diktatörlerin, yolsuzluğa bulaşmış politikacıların ve bürokratların rüşvet yoluyla elde ettikleri servetlerini yurt dışına kaçırmaları, servetlerin bir kısmının uyuşturucu ve silah kaçakçılığı başta olmak üzere yasa dışı yollarla elde ediliyor olması gibi faktörler ön plana çıkıyor.
Türkiye'nin her yıl böyle küresel vergi usulsüzlükleri ve vergi cennetlerinde tutulan vergilendirilmemiş servetler yüzünden 2,69 milyar dolar vergi geliri kaybına uğradığı tahmin ediliyor. Bu miktarın dörtte üçü vergi ödemeyen / kaçıran şirketler, kalanı ise zengin bireyler yüzünden ortaya çıkıyor. Bu rakam ülkenin toplam vergi gelirlerinin yüzde 1,8'ine ve kişi başına yaklaşık 33 dolara denk düşüyor. (14)
Bütün bunlar ortada iken son 12 yılda yedinci kez çıkartılmış olan Varlık Affı'nın süresi 4196 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı ile altı ay daha uzatıldı. Böylece ülke vatandaşlarına ve kurumlarına ait, yurt içinde ya da yurt dışında tutulan ancak Türkiye'de finansal sisteme sokulmamış bulunan (kayıt dışı) para, altın, döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçlarının 31 Aralık 2021'e kadar Türkiye'deki banka veya aracı kuruma bildirilmesi halinde; bu gerçek ve tüzel kişilere, bu serveti "nereden buldun" sorusu sorulmayacak, bu servetler üzerinden her hangi bir vergi alınmayacak ve her hangi adli bir soruşturma ya da geriye dönük vergi incelemesi de yapılmayacak.
Bu af bir kısım kara paranın aklanmasıyla sonuçlanacak. Böylece vergi cennetlerinde tutulan rüşvet, uyuşturucu satışı ve silah ticareti gibi faaliyetlerden ve her türlü vergiden kaçırılan büyük kârlardan elde edilen servetler de dâhil olmak üzere, normalde ceza kanunu gereği suç teşkil eden faaliyetlerden elde edilen servetler aklanmış olacak.
Böyle afların meşrulaştırdığı servetler borsa ve portföy yatırımlarıyla yasal olarak daha da büyütülecek. Ancak bunlar ülkenin karşı karşıya kaldığı finansal ve ekonomik sıkıntıları ortadan kaldırmaktan ve spekülatif atakları önlemekten ziyade, yüksek kâr ve politik rant içeren iş ve projelerde (sonuçta daha fazla servet biriktirmek için) kullanılacak. Bu arada mevcut ekonomik adaletsizlikler artarken, ülke finansal krize bir adım daha da yaklaşacak.
Gelelim asıl konumuz olan rüşvetin vergisine. Mevcut yasalar çerçevesinde rüşvet biçiminde elde edilen ama beyan edilmeyen gelirlerin vergisini alınabilir, alınmalıdır.
Bunun yasal dayanağı da mevcut. 193 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu'nun 1'nci maddesinde hangi gelirlerin ne koşullarda vergilendirileceği şöyle açıklanıyor: "Gerçek kişilerin gelirleri Gelir Vergisi'ne tabidir". Gelir ise, "bir gerçek kişinin bir takvim yılı içinde elde ettiği kazanç ve iratların safı tutarıdır".
Kanunun 2'nci maddesi gelir ve iradın unsurlarını sırasıyla; (i) ticari kazançlar, (ii) zirai kazançlar, (iii) ücretler, (iv) serbest meslek kazançları, (v) gayrimenkul sermaye iratları, (vi) menkul sermaye iratları, (vii) sair kazanç ve iratlar olarak sayıyor.
Bu durumda iddia edilen rüşvet geliri 7'nci bentte yer alan "sair kazanç ve iratlar" altında vergilendirilebilir. Bunun yasal dayanağı da var. Şöyle ki 1999 tarihinde çıkartılan 4444 Sayılı Kanun ile bu 7'nci bentte yer alan sair kazanç ve iratlar arasında "arızi kazançlar" belirtiliyor. Gelir vergisine tabi olması gereken arızi kazançların içinde ise: "İhale, artırma ve eksiltmelere iştirak edilmemesi karşılığında elde edilen kazançlar", alınan para ve ayınlarla diğer suretlerle elde edilen ve para ile temsil edilebilen menfaatler hükmü yer alıyor. Yani taahhüt piyasasında "çıkma" adı verilen yollarla elde edilen yasa dışı gelirlerin bu madde hükmüne göre vergilendirilmesi gerektiği belirtiliyor.
Diğer taraftan, bu ülkenin ceza yasalarına göre rüşvet almak yasal değil, aksine bir suç. Böylece yasal olmayan bir faaliyetten elde edilen gelirlerin nasıl vergilendirileceği konusu önemli. Bu konuda hem literatürde, hem de uygulamada yoğun bir tartışma mevcut.
Başta ABD olmak üzere bazı ülkelerde yasal olmayan yollarla elde edilen gelirlerinin vergilendirildiğini biliyoruz. Örneğin eğer ABD'de "bir bankayı soymuş iseniz, zimmetinize para geçirmişseniz, rüşvet almışsanız, uyuşturucu ticaretinden para kazanmışsanız beyannamenizde bunları gösterip vergisini ödemelisiniz".
Türkiye'de bu konuya açıklık getiren bir kanun var: 213 sayılı Vergi Usul Kanunu. Bu kanunun 9 /2 fıkrasında "vergiyi doğuran olayın kanunlarla yasak edilmiş bulunması vergi mükellefiyeti ve vergi sorumluluğunu kaldırmaz" hükmü yer alıyor.
Yani bir fiilin kanunlarla yasak edilmiş olması mükellef açısından vergisel sorumluluğu ortadan kaldırmıyor. Ayrıca yasaya uygun hareket eden birisinden vergi alınırken, yasaya ve ahlaka aykırı bir vergiyi doğuran olaydan gelir elde eden kişiden vergi alınmamasının vergi adaletine ve eşitliğe aykırı olduğu da açık.(15)
Anayasa'nın 73'ncü maddesi : "Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür" diyerek, tarihsel "genellik ilkesi" gereğince bu konuda son sözü söylüyor. Bu çerçeve de mali gücü olan ve elde ettiği gelirlerle bu gücü artan herkes bunun vergisini ödemek zorunda.
Özetle mevcut vergi hukuku düzenlemeleri çerçevesinde, hem vergi etiği, hem de "kamu yararının gözetilmesi" açılarından rüşvetin vergisinin alınması mümkün. Rüşvetçi düzenle mücadelenin politik bir mücadele olduğu gerçeğini unutmadan, mevcut ceza kanununda öngörülen hapis cezalarına ilave olarak, hem bu paralara el konulması, hem de bunların vergisinin alınması gerekiyor.
Dipnotlar