Siyasal iktidar Koronavirüs salgını ile birlikte iyice derinleşen ekonomik kriz, işsizlik ve hayat pahalılığı gibi sorunlara gerçekçi çözümler üretemiyor, üretemedikçe de seçmen tabanını kaybediyor.
Ayrıca böyle ekonomik sorunların yanı sıra, artan adaletsizlikler, hukuksuzluk gibi sosyal sorunları ortadan kaldırmak ya da en azda tutmak yerine, yeni düzenlemelerle bu sorunları daha da derinleştiriyor.
Örneğin işçilerin tutunabildikleri son bir dal olan kıdem tazminatı güvencesini ortadan kaldırmak gibi sadece patronları memnun edecek değişikliklere yöneliyor. Böyle olunca da toplumdaki mutsuzluk, huzursuzluk ve gerginlik daha da artıyor.
Patron yanlısı politikaları sürdürürken, tabanının önemli bir kısmını oluşturan yoksul kesimlerin de (başta kendi içinden çıkarak kurulan yeni siyasal partiler olmak üzere) diğer siyasal partilere kaymasının önüne geçmek istiyor.
Bunun için de bir yandan ekonomideki ve sosyal hayattaki tablonun tersine bir algı yaratmaya dönük “başarı hikâyeleri” anlatıyor, diğer yandan da milliyetçi seçmeni yanında tutabilmek için Suriye, Irak ve Libya’daki askeri operasyonlarına hız veriyor.
Başarı hikâyeleri ile ilgili olarak bir süredir siyasal gündemi de meşgul eden iki örnek yeterli olur: AKP Grup Başkan Vekilinin kendilerinden önce bu ülkede “kadın kelimesinin adının dahi olmadığını” açıklaması ve Genel Başkanının Türkiye ekonomisinin dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi arasına girebilecek bir başarı grafiği çizmekte olduğu (1) yönündeki açıklaması.
İlk açıklama ile ilgili olarak bu ülkenin tarihinde kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin hiçbir zaman bu kadar artmadığını ve bir zamanlar adı Kadın Bakanlığı olan bir bakanlığın adından AKP hükûmetleri tarafından “kadın” sözcüğünün çıkartılarak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirildiğini söylemek yeterli olur.
Ekonomik başarıya gelince, belki bizleri yönetenler böyle bir başarıya inanıyorlar ya da kendilerini inandırmak istiyorlar, yandaş medya da bunu sürekli olarak servis ediyor, ama uluslararası raporlar tam tersini söylüyor.
Bu raporların başında IMF’nin geçtiğimiz günlerde yayınladığı, daha doğrusu güncellediği bir rapor geliyor. Dünyanın Ekonomik Görünümü başlıklı Haziran tarihli rapor (2) birçok açıdan Türkiye ekonomisinin hiç de iyi durumda olmadığını, olma yolunda da olmadığını, bırakın aralarına girmek istediğimiz en gelişkin 10 ekonomiyi, aynın kulvarda yer aldığımız Yükselen Ekonomiler ve Az Gelişmiş Ülkelerle kıyaslandığımızda göreli olarak kötü durumda olduğumuzu gösteriyor.
İlk olarak (ekonomik büyümeyi fetiş haline getiren bakış açısına yönelik eleştirilerimizi bir başka yazıya bırakarak), ekonomik büyüme verilerine bakalım.
IMF raporunda dünya ekonomisinin 2020 yılında ortalama yüzde - 4,9 küçüleceği (buna karşılık 2021 yılında adeta V tipi bir toparlanma ile yüzde 5,4 büyüyeceği) ileri sürülüyor.
Raporda gelişkin Merkez Ekonomilerin yüzde 8 dolayında, Yükselen ve Az Gelişmiş Ekonomilerin ise yüzde 3 dolayında küçüleceği ileri sürülüyor (bu yıl dünyada sadece Çin’in yüzde 1 büyümesi bekleniyor ki bu da 1,5 milyara yakın nüfusu olan bir ülkede devede kulak bile değil).
Aynı rapor Türkiye’nin yüzde -5 küçüleceğini ( 2021 yılında eğer toparlanma olursa yüzde 5 büyüyeceği) ileri sürüyor.
Yani (siyasal iktidar tarafından ileri sürüldüğü gibi) Türkiye diğer ekonomilerden pozitif bir şekilde ayrışmıyor. Hatta dünya ortalamasından daha fazla, dahası aynı kulvardaki Yükselen ve Az Gelişmiş ekonomilerden beşte iki oranında daha fazla küçülecek gibi gözüküyor.
Raporun bazı detayları oldukça önemli zira eğer 2021 yılı başlarında bir ikinci salgın yaşanırsa dünya ekonomisinin 2021 yılında yüzde- 5 küçüleceği ileri sürülüyor. Finansal kaynak temini açısından çok büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülke olarak Türkiye ekonomisinin bu senaryo altında daha fazla küçülmesini beklemek ise hayal olmaz.
IMF ayrıca dünya çapında bu iki yıldaki kaybın 12,5 trilyon doları bulacağını ileri sürüyor. Bu da yıllık küresel ekonomik hasılanın yüzde 15’inin yok olacağı anlamına geliyor.
İkinci olarak bu pandemi nedeniyle hükûmetlerin ekonomilere verdikleri desteklere bakıldığında; ileri sürüldüğü gibi Türkiye ekonomisinin hem nicel, hem de nitel olarak yeterince desteklenmediği (bırakınız emekçilere, yoksullara ve işsizlere dönük programları) ortaya çıkıyor.
Salgın sonrası verilen devlet destekleri raporda iki grupta toplanıyor: İlk grup kamu harcamaları ve vergi kolaylıklarından oluşuyor. İşsizlere ve yoksullara verilen destekler, vergi indirimleri, ertelemeler ve vazgeçmeler bu grupta yer alıyor. İkinci grupta ise asıl olarak bankacılık sektörü aracılığıyla verilen krediler, kamu garantileri ve diğer likidite kolaylığı biçimindeki parasal destekler yer alıyor.
O halde öncelikle (en yetkili ağızdan artık ilk 10’unda yer alabileceğimizin açıklandığı) G20 ülkelerinin en zenginlerine bir bakalım.
G20 ülkelerinde (ortalama olarak) ilk grup devlet desteğinin payı bu ülkelerin milli hasılalarının ortalama yüzde 6,4’üne; ikinci grup desteklerse yüzde 5,8’ine denk düşüyor. Kısaca bu ülkelerde toplamda 10 trilyon doları bulan ve yüzde 12,2’lik bir orana denk düşen bir devlet desteği söz konusu.G20’nin hepsi gelişkin ekonomi statüsünde değil. Bu statüdekilere bakıldığında bunlarda oranların ortalama olarak sırasıyla: Yüzde 8,9 ve yüzde 10,9 olmak üzere toplam yüzde 19,8’i bulduğu görülüyor. Bu noktada ilk 10’a girmek isteyen Türkiye’nin ekonomiye verilen destek anlamında kendini bu oranlarla kıyaslaması gerekiyor.
Biraz detaylandırırsak;
ABD sırasıyla: 2,443 trilyon dolar (yüzde 12,3) + 520 milyar dolar (yüzde 2,6) olmak üzere toplam 2,953 trilyon dolar (yüzde 14,9) ile ekonomiye verilen desteğin büyüklüğü açısından ilk sırada yer alıyor (bu desteğin daha ziyade yüzde 1’lik en zengin gruba yönelik olduğu yönünde ciddi eleştiriler mevcut).
Japonya sırasıyla: 551 milyar dolar (yüzde 11,3) + 1,169 trilyon dolar (yüzde 24,0) ile ve toplamda 1, 720 trilyon dolar (yüzde 35,3) ile ikinci sıraya yerleşiyor.
Almanya sırasıyla: 332 milyar dolar (yüzde 9,4) + 1,115 trilyon dolar (yüzde 31,5) ve toplamda 1,447 trilyon dolar (yüzde 40,9) ile üçüncü sırada konumlanıyor.
İngiltere sırasıyla: 155 milyar dolar (yüzde 6,2) + 423 milyar dolar (yüzde 16,9) ve toplamda 578 milyar dolar ile (yüzde 23,1) dördüncü sırada kendine yer buluyor.
Kıta Avrupası’nda Almanya’dan sonra en büyük ekonomiye sahip olan Fransa ise sırasıyla: 12 milyar dolar (yüzde 3,7) + 380 milyar dolar (yüzde 16,2) ve toplamda 443 milyar dolar (yüzde 18,2) ile beşinci sırada yer alıyor.
Yani Korona salgını sonrasında, bu 5 ülkenin (mali ve parasal devlet desteği niteliğinde olmak üzere) en cimrisi bile Türkiye milli hasılasının yarısından fazlasına denk düşen bir devlet desteği sunmayı kararlaştırmış durumda.
Türkiye ile benzer bir ekonomik gelişkinlik düzeyine ve otoriter bir rejime sahip bulunan Brezilya ise sırasıyla 86 milyar dolar + 71 milyar dolar olmak üzere toplamda 157 milyar doları gözden çıkartmış bulunuyor.
Türkiye’nin açıkladığı destek ise sırasıyla: İlk grup destek olarak 2 milyar dolar ve ikinci grup destek olarak 61,3 milyar dolar olmak üzere toplam 63,3 milyar doları (yüzde 9,3 ) ancak buluyor. Yani ekonomiye verilen destek açısından da Türkiye sadece gelişkin G20 ekonomilerinin çok gerisinde değil, aynı zamanda bu grubun üyesi ve yükselen ekonomiler arasında sayılan Brezilya’nın da gerisinde kalıyor.
Üstelik Türkiye’nin verdiği 63,3 milyar dolarlık parasal desteğin yaklaşık yüzde 71’inin koşullu yükümlülükler ve garantiler biçiminde olduğunun altını çizelim. Yani Korona sonrasında da asıl desteğin; sosyal hareketliliğin bu salgın nedeniyle iyice azalmasından dolayı zararı iyice artan köprü, oto yol, hava limanları, enerji santralleri ve şehir hastaneleri gibi dış borçla yapılan projelere verildiği anlaşılıyor.
Üçüncü olarak verilen bu desteklerin sonucunda, dünya genelindeki borç stokları Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasındakinden çok daha yüksek bir orana çıkmış durumda. Kamu borç stoklarının ise sadece 1 yılda dünyada ortalama olarak yüzde 18,7 ve bütçe açıklarının ise yüzde 9 oranında artması bekleniyor.
Durumun ciddiyetini göstermek açısından bu verileri 2008-09 Büyük Resesyonu ile kıyaslamak gerekiyor. Çünkü bu resesyon sırasında kamu borçları sadece yüzde 10,5 ve bütçe açıkları ise yüzde 4,9 artış göstermişti.
Kısaca Korona ile birlikte dünya bir bütün olarak daha fazla borçlu, kapitalist devletler daha fazla borçlu ve bütçeler artık daha fazla açık veriyor. Bunların “dengelenmesinin” halktan daha fazla vergi alınarak ve halka dönük kamusal harcamaların daha da kısılarak sağlanacağı ise çok açık. Yani destekler sermayeye verilirken, fatura yine emekçi halklara ödettirilecek.
Rapora göre, Türkiye’de (hükûmetin öngörülerinin çok üstünde) bir bütçe açığı bizi bekliyor. Zira bu oranın yüzde 8,4’e çıkması öngörülüyor. Bu “mali disiplin” gibi hükûmetin yıllardır savunduğu kavramların bir kenara bırakıldığını gösteriyor. Ayrıca bu durum, bu açığın yeni vergi ve halka dönük kamu harcaması kısıtlaması gibi kemer sıkma önlemleriyle kapatılacağının da işareti.
Son olarak krizin insana, topluma değdiği asıl yerler olan işsizlik ve yoksulluk gibi alanlara değinelim. Rapor bu konuda da son derece endişe verici bulgular sunuyor.
Raporda işsizliğin devasa boyutlara eriştiği Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) öngörülerine referans verilerek anlatılırken, bu durumdan en çok etkilenecek olanların sayıları 2 milyarı bulan kayıt dışı ve güvencesiz çalıştırılan işçiler ve kadın işçiler olduğunun da altı çiziliyor.
Yoksullukta ise 1990’lardan bu yana oranı yüzde 10’un altına düşürüldüğü ileri sürülen aşırı yoksulluğun (günde kişi başı 1,90 dolarlık gelir tüketilmesi ölçütüne göre) Covid-19 sonrasında tekrar yüzde 10’ların çok üzerine çıkacağı öngörüsünde bulunuluyor.
Türkiye’de ise bu konuda bırakın pembe ya da gri tabloyu, kapkara bir tablo söz konusu. Öncelikle ülke olarak dünyadaki en yüksek resmi (dar anlamda) işsizlik oranına sahip ülkelerden biriyiz. Ayrıca DİSK-AR Haziran 2020 İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu’nda (3) ülkede geniş tanımlı işsiz sayısının 13 milyonu aştığını ve işsizlik oranının yüzde 39’u bulduğunu ileri sürülüyor.
Özcesi siyasal iktidar tarafından ileri sürüldüğü gibi ortada bir ekonomik başarı tablosu da, kısa ve orta vadede hızlı bir toparlanma umudu da yok. Başarılı bir ekonomi yönetimi algısı oluşturmaya dönük politik açıklamaların dışındaki tüm bilimsel araştırmaların, uluslararası örgütlerin raporlarının bulguları bu gerçeği her gün yüzümüze vuruyor.
Anahtar sözcükler, G20, IMF, Ekonomik büyüme, Devlet desteği, Teşvik, Bütçe açığı