"Tamamıyla bir gayret, son nokta
Kişisel bir sınav, neden tekrar tekrar denediğimize dair
Bazen eşsiz, aynı zamanda kasvetli
Oynadığımız bu oyun, kıt kanaat"
Kırk yıl düşünsem, bir yazıda polo sporuyla alakalı bir şiir kullanacağım aklıma gelmezdi. Ancak şiiri yazan kişi bu sporun tarihindeki akışı değiştiren isim olunca iş değişiyor. Bana da ismini zikredip hikayesini anlatmak düşüyor.
Sue Sally Hale…
Sue, dört yaşındayken bulaşıyor bu illete. Rahmetli babası nasıl becerdi bilinmez, son nefesini vermeden önce ufacık kızı ata bindirmiş. At dediysek, öyle dev gibi bir küheylan değil bu çocukluk hikayesinin kahramanı. Biraz daha ufak tefek, kibar bir şey yani. Şu, midilli dediklerinden…
Bazen böyle olur. Bir şeye bir kapılırsın ki, hayatın boyunca senden ayrılmaz o. Hele ki küçüklükten kaptıysan bu zehri, iflah olman zor. Sue’nun polo tutkusu da böyle bir hadise. Varlıklı bir çevrede yetişmiş olması ona pek çok avantaj sağlıyor elbette. Yüzme dersleri alıyor ama aklı hep poloda. Üvey babası Hollywood’da ünlü bir dublör olduğundan setlere de girip çıkıyor. Meşhur bir çevrede, banka hesabı kabarık insanların arasında büyüyor. Ama zengin düşmanlığı yapmanın alemi yok.
Ancak zenginlik de her şeyin çözümü değil. Her şeyi istediğin gibi yapamıyorsun. İster İngiltere Kraliçesi ol ister Sue Sally Hale, her zaman sana "Bunu yapamazsın" diyen birileri çıkar. Tabii Kraliçe’ye bu şekilde söyleyemezler. Ona karşı daha saygılı, "efendim"li falan cümleler kurulur. Sue’nun durumundaysa vaziyet o kadar nezaket içermiyor.
Çocukluktan itibaren varlıklı aile dostlarıyla birlikte polo oynamaya alışan Sue, büyüyüp turnuvalara katılmak isteyince rahatsız edici tepkilerle karşılaşmaya başlamış. Vay efendim neymiş: kadınlar, polo oynayamazmış. Bahsi geçen dönem ellili yıllar ve henüz kafalardaki örümcek ağlarının büyük bir kısmına dokunulmamış. Irk ve cinsiyet ayrımının toplumda hala kanıksanmış olarak sürdürüldüğü zamanlar. Ancak her ayrımcılığın karşısına da onu yıkacak birileri çıkar. Sue Sally Hale gibi…
Sue, kabul görmediği turnuvalara katılmak için olağan dışı bir yol bulmuş. Üvey babasının çalıştığı Hollywood stüdyolarına gidip makyözlerden küçük bir yardım alıyormuş. Önce göğüslerini vücuduna sıkıca yapıştırıyormuş, ardından takma bir bıyık takıp, son olarak da uzun saçlarını kaskının içine dolduruyormuş. Görüntü gayet uygun. Bu kılık değiştirme işlemi sayesinde yıllar boyu turnuvalarda yer almış Sue.
"Bir Komançi gibi ata binebilir ve topa bir kamyon çarpıyormuşçasına sert vurabilir."
Sahaya çıktığında kimseden bir eksiği yoktu Sue’nun. Maçlarda da iyi performanslar gösteriyordu. Ancak belli bir vakit geldiğinde kül kedisi gibi mekânı terk etmesi gerekiyordu. Çünkü maçlardan sonra verilen kokteyllere gitmek en büyük keyiflerinden biriydi. "Kendisi" olarak katıldığı bu etkinliklerde sohbetlere kulak misafiri olur ve sıklıkla maçın sonunda ortalıktan kaybolan A. Jones isimli genç bir adamın ne kadar iyi oynadığını dinlerdi. A. Jones elbette Sue’nun ta kendisiydi. En sevdiği oyunu oynamak için ne yapması gerekiyorsa sadece onu yapıyordu.
"Atlarla beraber sahaya çıkmak, 400 kg’lık bir kütleyle itiş kakış mücadele etmek ve anlık bir şut pozisyonu için çizgiyi savunmak."
Sue, kendisi için oyunu vazgeçilmez kılan detayları böyle ifade ediyor. O belki tutkusunun esiri oluyor ama kesinlikle dönemin dar kafalı polo yöneticilerinin esiri olmuyor. Altmışlı yılların ortalarında, serbest bir şekilde polo oynayamasa da binicilik eğitimleri vererek hayatını sürdürüyor Sue. En mühim kırılma anlarından biri ise bu dönemde Güney Kaliforniya’da yaşayan annesini ziyaret ederken gerçekleşiyor. Bu ziyaret esnasında, bir aile dostları Sue’yu yakınlardaki Will Rogers Polo Club’daki bir maça davet ediyor. Burada aile dostu kısmını biraz açmak gerekli çünkü bahsi geçen kişi Duke Coulter, ki kendisi o dönem polo dünyasının önemli isimlerinden biri. Sue, davet edildiği bu özel karşılaşmaya büyük bir hevesle gidiyor ancak daha sonra hevesi kursağında kalıyor.
"Saha kenarında herkesin gelmesini beklerken, kendi kendime 'Acaba erken mi geldim?', diye düşündüm. Ancak bir türlü sahaya gelmiyorlardı. Biraz ileride ayak sürüdüklerini fark ettim. Biraz sonra kulübün üyelerinden biri yanıma geldi ve bana sahadan çıkmam gerektiğini söyledi. Çünkü karşı takım bir kadına karşı oynamak istemiyordu."
Sue, belki o an göz yaşlarını tutamadı ama yine de onlara hiçbir şey söylemedi. Duke’e daveti için teşekkür etti ve sahadan ayrıldı. Ancak eşi Alex Hale’le birlikte evlerine dönerken kendi kendine bir söz verdi.
"Bir turnuvada polo oynamak en çok istediğim şey. Dünyanın en iyi kadın oyuncusu olacağım ve onlar da beni kabul etmek zorunda kalacaklar."
Will Rogers Polo Club’da yaşadığı bu hadiseden sonra Sue bizzat turnuvalar düzenlemeye karar veriyor. Yaşadıkları şehir olan Carmel’deki polo kulübüne diğer şehirlerden takımları davet ediyor ve onlarla turnuva öncesinde "resmi olmayan" müsabakalara çıkıyor. Fakat turnuva başladığında yine kenarda oturmak durumunda kalıyor. Ancak bu dönemde elde ettiği arkadaşlıklar, ileride onun için faydalı sonuçlar doğuruyor. Diğer tarafta Sue’nin yıllar boyunca yazdığı dilekçelerle polo federasyonuna üye olmak için çabaladığını da belirtmek lazım. Zira, yazdığı son dilekçeler arkadaşları tarafından da büyük destek görüyor ve federasyon baskı altına alınıyor. En sonunda 1972 yılında federasyondan gelen bir mektup yıllarca verdiği mücadelenin boşuna olmadığını kanıtlıyor.
"Oakbrook’tan gelen o zarfı açtığım an, spor hayatımın en güzel anıydı. İçinde kulübümüzdeki oyuncuların üyelik kartları vardı, en üstte ise benimki."
Sue, verdiği mücadelenin sonucunu belki geç de olsa bir şekilde almayı başardı. Onu geçtiği çileli yol, kadın polo sporcuları için yeni bir dünyaya açtı. O, bir tutkunun peşinden yılmadan mücadele etti.
Sue Sally Hale, polonun kraliçesi…