1905 yılında küçük bir kız çocuğu Londra hayvanat bahçesinde gezdirilirken bir deveye bindirildi. Ancak deve bu durumdan pek hoşnut görünmüyordu. Bir anda huzursuzlandı ve hızla ileri doğru atıldı. Çocukcağız yere düşüp kafasını vurdu ve hafif bir baygınlık geçirdi. Biraz sonra ayıldığında yepyeni bir hayata başlayacaktı.
Joe Carstairs, bir gün biyografisi yazıldığında yukarıdaki hikayeyle başlamasını arzuluyordu. Arzusunun gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Zira, "The Queen of Whale Cay" isimli biyografisi tam da bu hikayeyle açılıyor. Carstairs'e göre, henüz 5 yaşındayken yaşadığı bu tehlikeli kaza hayatının gerçek başlangıcını işaret ediyordu. O, "sert biriydi" ve hiçbir zaman "küçük bir kız" olmamıştı.
Çok büyük bir mirasın varisi, Birinci Dünya Savaşı'nda bir ambulans şoförü ve açık bir lezbiyen… Ya da onu asıl tutkusuyla tanımlamak gerekirse, su üstündeki en hızlı kadın: Joe Carstairs…
Yirmili yılların İngiltere'sindeki bir kadın olarak erkek kıyafetleri giymek ve hayatı dilediği gibi yaşamak kolay mesele değil. Bunun için biraz imtiyazlı olmak da gerekiyor. Joe ya da değiştirmeden önceki ismiyle Marion Barbara Carstairs de bu açıdan şanslı doğanlardan. Anne tarafından dedesi, Standart Oil firmasının kurucu ortaklarından Jabez Bostwick olan Joe, kendine kalan mirası o dönemin toplum normlarına tamamen aykırı, uçarı ve şaşalı bir yaşamı finanse etmek için layıkıyla kullandı.
"Yaşamak dünyadaki en nadir şey. Çoğu insan sadece var oluyor."
Oscar Wilde'ın bu sözü daha önce Joe'nun kulağına çalınmış mıydı bilinmez ancak onun tam da bu minvalde yaşadığını görebiliyoruz. Daha 16 yaşındayken Kızıl Haç için çalışıp savaş sırasında ambulans şoförlüğü yapıyordu. Bu dönemde, yine kendi gibi ambulans şoförü olan bir kadınla tanışacaktı: Dolly Wilde, meşhur yazar ve şair Oscar Wilde'ın yeğeni.
Kayda değer ilk gönül ilişkisini Dolly'yle yaşayan Joe, ilerleyen yıllarda Greta Garbo ve Marlene Dietrich gibi dönemin sinema ikonlarıyla da beraber olacaktı. Ancak onun en büyük tutkusu hiç değişmeyecekti. O tutku, bir arkadaşının sorduğu "Çocukluğunda kime ya da nelere hayranlık duyardın?", sorusuna verdiği cevapta gizli:
"Hiçbir şeye hayranlık duymadım… Tekneler hariç…"
Savaş sonrası İngiltere'ye dönen Joe, bir süre oto kiralama işleri yapıp bir tamirhane işletmişti. 1925 yılında ise ilk sürat teknesini aldı. Çocukluğunda hayranı olduğu makinelerle artık daha fazla vakit geçirebilirdi.
"Tekneleri seviyordum. Onların su üzerindeki davranışlarını seviyordum. Onları anlıyordum."
Joe'nun teknelerle olan ilişkisini ne kadar içselleştirdiği aşikâr. Sadece sevmekle kalmıyor, onların yapımında çalışıyor, tamir ediyor ve elbette yarışıyordu. Kısa zamanda ufak tefek yarışlar kazanmasının yanı sıra hayli prestijli olan "Duke of York" yarışını da önde bitirmişti. Böylece "su üstündeki en hızlı kadın" olarak kendini kanıtlamış oldu. Ancak onun hayali dünyanın en hızlı sürat teknesi yarışçısı olmaktı. Bunun da tek yolu vardı: Harmsworth Trophy.
Britanya'nın en meşhur sürat teknesi yarışında başarılı olabilmek için çok çaba gösterdi Joe. Denedi, yenildi. Tekrar denedi, tekrar yenildi. Ancak istediği sonuca bir türlü ulaşamıyordu. Kimisinde teknesi battı, kimisinde arızalar rahat bırakmadı. Ne yaptıysa olmadı. Harmsworth Trophy, kaderde yoktu.
Bu durum onda büyük bir üzüntü yaratmıştı. Belki de bu yüzden artık yarışları bırakıp başka bir fantezinin peşinden sürüklendi. Aynı zamanda vergi cenneti olarak da bilinen Bahamalar'daki "Whale Cay" yani "Köpekbalığı Adası"nı satın alıp bir nevi kendi küçük devletini kurmuştu. Demek ki, çok zengin olduğunuzda böyle şımarıklıklar yapabiliyorsunuz.
Elbette, bu adada toprağı sıksanız ünlü misafirler fışkırıyordu. Öyle ki, bir köşede Windsor Dükü ve Düşesi otururken başka bir taraftan Marlene Dietrich çıkabiliyordu. O, yerel halkın deyimiyle "Patron"du. Her istediğini yapabildiği iki yüz kişilik bu küçük adada, adeta kendi krallığını yönetiyordu. Bu renkli hayat, Joe 1975'de mülklerini satana kadar sürdü.
Joe Carstairs bir hız tutkunuydu. İster otomobil kullanırken olsun, ister tekneyle yarışırken… O, hızlı yaşadı ancak genç ölmedi. 93 yaşında hayata veda ederken arkasında dolu dolu yaşanmış bir hayat ve bir sürü hikâye bırakmıştı. Kim bilir, belki de gittiği yerde bile rengarenk bir krallık kurmuş olabilir.