Sevgili Hakan, Son mektubumda sana Nataşa Mektupları’nın kısa, ama benim için çok önemli tarihçesiyle beraber bazı görüşlerimi yazmıştım. Birçok okurdan gelen destek mesajlarının yanı sıra, bazılarının bu mektuplarda Türk düşmanlığı, hatta Rus milliyetçiliği yapıldığı kanısında olduğunu aktarmıştım. Ve milliyetçilik ile “halkların kardeşliği” konularında kendi çocukluğumdan başlayarak bazı duygu ve düşüncelerimin şekillenmesini kısaca açıklamıştım. Ve çok sevdiğim bir ilkokul öğretmenimden bana kalan birkaç cümlelik mirası paylaşmıştım:- Ulusunuz size otomatik olarak hiçbir şey kazandırmıyor veya kaybettirmiyor. Çünkü hangi ulusa ait olduğunuz, tümüyle bir tesadüf sonucu belirlendi. Siz asıl dikkatinizi kendinizi geliştirmeye, iyi birer insan ve yetenekli birer meslek erbabı olmaya verin. Bunları başarırsanız övünecek şeyiniz olur, başaramazsanız sizin şu ya da bu ulustan olmanız hiçbir şey ifade etmez!.. * * * Diyeceksin ki, söylemesi kolay. (Aslında söylemesi de kolay değil!) Günümüzde büyük çoğunluk hayatını öncelikli olarak kendi ulusuyla ve ulusal değerleriyle yaşıyor, bununla övünüyor, başka uluslara ve başka uluslardan insanlara kolayca düşmanlık duyguları üretebiliyor. Evet, ne yazık ki böyle. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde de “Nerelisin?” ve “Hangi ulustansın?” soruları, hatta daha da keskinleştirerek soralım, “Damarlarında hangi kan akıyor?” yaklaşımı yaygın. İnsanların önemli bölümü kendilerini birey olarak yeterince geliştiremiyor, hissedemiyor. Onun için hep bir ulusal, sosyal, kültürel, dinsel, sportif vb. gruba aidiyet unsuruyla değer ve güç kazanabileceğini düşünüyor. Hangi ulustansın? Hangi kentte doğdun? Hangi dinden ve mezheptensin? Hangi takımdansın?.. Sorular uzayıp gidiyor. Alınan cevaplara göre bazen kaşlarınız çatılabiliyor. Karşınızdaki insan size karşı henüz hiçbir hata yapmamış olsa da… Kimisi bunu daha da ileriye götürüyor. Sokaklara çıkıp “Rusya Ruslar’ındır!”, “Türkiye Türkler’indir”, “Almanya Almanlar’ındır!” diye bağırabiliyor. Kendilerinden olmayanları kovabiliyor, hatta onlara saldırabiliyor. Eğer bir insan doğmadığı bir yerde yaşıyorsa, kaderinde şu ya da bu biçimde bir göçmenlik varsa, horlanıp aşağılanabiliyor. Neden kimse göçmen kuşlara eleştiri getirmiyor da göçmen insanlara karşı bu kadar acımasız davranılıyor?.. * * * Geçenlerde Rusya’da bir anket yapılmış. Buna göre, Ruslar’ın sadece yüzde 40’ı “Bir kez daha doğsam yine Rusya’da doğmak isterdim” demiş. Yani yüzde 60 “Keşke başka ülkede doğmuş olsaydım” vaziyetinde… Bunların büyük bölümü 24 yaş altında. Yüzde 44, “Keşke küçük, ama uygar ve istikrarlı bir ülkede doğsaydım; mesela, Danimarka veya Belçika’da” gibi cevaplar vermiş. Her beş Rusya yurttaşından biri, fırsatını bulursa yurtdışına şansını denemek isteyebileceğini söylemiş. Yüzde 15 kesin olarak ve sürekli yurtdışında yaşamak istiyormuş. Anket katılımcılarının, çoğu yaşça daha büyük olan yüzde 40’lık kesimi kendini “yurtsever” ilan ederken, bu “gözü dışarıda olanlar”ı sanki kınıyor gibi. Kullandıkları ifadeler arasında şöyle cümleler var: “Rusya çok güzel ve güçlü bir ülke. Doğal zenginlikleri fazla, insanları saf ve temiz ruhlu…” Anket değil, sanki bir tartışma platformu, değil mi? Yurtseverlik, “yurtsevmezlik”, her şey içinde… * * * Bu çıkan anket sonuçlarını yorumlarken hemen “Ee, orası Rusya, birçok sorun var, elbette herkes oradan kaçmaya çalışıyor” demeye acele etmeyin. İngiltere’de yapılan benzeri bir ankette de İngiliz gençliğinin büyük bölümü başka bir ülkede yaşama isteğini dile getirmiş. İnsanlar kendi hayatlarından sıkılabiliyor işte. Ve ülkelerinden de. Bunu kınamakta, böyle bir eğilim içine girenleri “vatan haini” ilan etmekte bir yarar yok. Dahası bence kimsenin böyle bir hakkı da yok. Herkes kendi hayatının sahibi. İstediğini yapsın. Siyasi, ideolojik, dinî vs. şablonlarla ya da milliyetçi kalıplarla kimse burnunu başkasının tercihlerine sokmamalı. Kim nasıl mutlu oluyorsa, öyle olsun. Bu dediğim bütün uluslara mensup insanlar için. İster İngiliz, ister Rus, ister Tük olsun. Yurtdışında milyonlarca Türk var. Acaba hepsi “ekmek parası” derdiyle “bir sürgünde” gibi mi hissediyor kendini? Belki bazıları. Ama bence hepsi değil. Bazıları kendini “dışarıda” daha rahat hissediyor. Pek çokları, başta kadınlar olmak üzere Rusya yurttaşlarının Türkiye’ye akın akın geldiğini söylerken iki ülkeyi iki saniyede ve iki cümlede kıyaslama denemesi yapıveriyor. Bu tür karşılaştırmalar görecelidir, sübjektiftir. Ben kendini Rusya’da daha rahat hissettiğini söyleyen çok sayıda Türk biliyorum. Üstelik “onca kışa-kıyamete rağmen”… * * * Vatan neresidir? İnsanın doğduğu yer mi? Doyduğu yer mi (sadece karnının değil, ruhunun da)? Ya da sadece insanın kendini iyi hissettiği yer midir? Yoksa vatan birden fazla olabilir mi? Ya da bütün dünya?.. Karışık konular bunlar. Herkesin cevabı farklı olabilir. Varsın olsun… Bence de hayatı ve insanları sürekli düşünüp irdelemeliyiz, ama kolay yorumlara, hele hele müdahale ve kınamalara kalkmamalıyız. Bir de şu var: Eskiden bizde komünizm teorileri bütün dünyada sınırların kalkacağı bir gelecek vaat ederdi. Şimdi yeni evrensel (global) gelişmelerle bambaşka bir yoldan da olsa sınırların silindiği, insanların şu ya da bu şekilde kaynaştığı, “demokrasi”, “insan hakları ve özgürlükleri” gibi kavramların ve hayat normlarının herkes için geçerli olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bunu herkes kabul etmeyebilir, ama kanımca artık birçok insan kendini “dünya vatandaşı” olarak hissetmeye başladı. Bunun, milliyetçiliğe tepki duyan ve ondan zarar gören benim gibi bir insanın da hoşuna gidecek bir gelişme olduğunu söylemeliyim. * * * Hoşuma giden bir başka şey de belki “dünya vatandaşı” kavramının bana, çocukluğumda aldığım “enternasyonalizm dersleri”ni ve “bütün halklar kardeştir” sloganlarını hatırlatmasıdır. Bu, bir parça da gerçeklikten kopmak mı? Zaman, o zaman değil mi? Enternasyonalizm çöktü ve bugünkü gelişmelerden hiç de öyle pespembe kardeşlik görüntüleri çıkmaz mı? Belki. Ama yine de ben iyimserlerdenim. Ve kendini “dünya vatandaşı” hisseden dünyanın milyonlarca insanı arasında özel bir şansım var: Rusya ve Türkiye gibi iki ülkeye, iki zengin tarihe, uçsuz bucaksız güzel topraklara ve rengarenk geleneklerle derin kültüre sahip bir ortamdayım. Ama bu iki ülkede de işler her zaman “Batı’nın gelişmiş uygar devletlerindeki gibi” yürümüyormuş… Ne yapalım? Umarım önümüzdeki yıllarda (on yıllarda) her şey çok daha güzel olur. Hem Rusya’da, hem Türkiye’de… Ve onların da birer parçası olduğu şu muhteşem, ama “yalan dünya”da…
Bu iyimser mesajla bitsin bu mektup da bu sefer.
Güzel günler dileklerimle… Nataşa