Sevgili Hakan,
Sana bu mektubu, şimdiye kadar hiç yazmadığım ilginç bir ortamda kaleme alıyorum. Son derece gürültülü bir yerdeyim. Neşeli bir gürültü bu.
Etrafımda pek çok Rus ve Türk var. Ve kulağımda şarkıları Rus halkının, Türk halkının…
Ve kahkahalar; onlar Rus mu Türk mü, bilmiyorum (gülmenin ve ağlamanın dili ve milletinin olmaması ne güzel; onlar bize ortak değerlerimizi hatırlatmaya çalışıyor her gün, biz bunu inatla anlamasak da). Ama her şey gibi, son derece dostane onlar da. Birer çocuk kahkahası gibi; çıkarsız, coşkulu, ağız dolusu…
Bir mutluluk gecesinin içinden yazıyorum sana bu mektubu. Yeni yıl kutlamasının başlangıcındayız. İçimde iki güçlü istek çatışıyor. Biri, bir an önce eğlenceye ve buradaki arkadaşlarıma dönmek için sana mektubu bu seferlik kısa kesmem gerektiğini söylüyor. İkincisi, tam da bu karmaşanın ortasında, sana içimden geçen birçok duyguyu aktarmak istiyorum. Belki de kalabalığın içinde yalnızlığı yakalama gibi yeni bir alışkanlığımdan dolayı (bu bir yaşlılık belirtisi mi acaba?). Belki de, kim bilir, gecenin başında alınan bir kadeh kırmızı şarabın bende uyandırdığı eski bir dostla dertleşme arzusundan…
* * *
Ev sahiplerimiz bir Rus-Türk aile (elbette erkek Türk, kadın Rus; bunun tersine sadece bir kez rastladım)… Ve bugünün şerefine uyku saatleri geldiği halde yatmama hakkı olan Rus-Türk çocuklar…
Salonun ortasında ışıl ışıl bir ağaç. Her bir dalında mutluluk asılı sanki. O kadar da güzel ve erişilebilir mutluluklar ki bunlar… Gerçek hayatta neden bu kadar zordur uzanıp dokunuvermek mutluluğa?.. Dönüp dolanırsın onu bulmak için yıllarca, ülke ülke, kent kent, insan insan, yürek yürek… Ve erişemezsin çoğu kez…
Ve bu ağacın yanında sizin Noel Baba, bizim “Ded Moroz” (“Ayaz Dede”) dediğimiz sevimli ihtiyarla, onun torunu, bizim “Sneguroçka” dediğimiz güzel kız…
Bu iki kahramanın, Rus halk masallarında büyük yeri vardır. Noel Baba, kimine göre Rusya’da, kimine göre Finlandiya’da, kimine göre ise Türkiye’de yaşamıştır (Antalya Demre’deki Aziz Nikolay’ın müzesine her yıl binlerce Rus turist giderek Noel Baba’yı tanımaya çalışır). Masallarda onun yanında olan torunu ise, 1873’te ünlü Rus yazarı Ostrovski’nin (Nikolay değil, Aleksandr Ostrovski) yazdığı “Sneguroçka” adlı piyesten sonra daha da tanınmıştır.
Demre’deki Noel Baba anıtı Türkiye’de epeyce tartışmalar yarattı ve defalarca söküldü, farklı biçimlerde yeniden yapıldı (Ruslar’ın yaptığı güzelim heykelin yerinde şimdi Coca-Cola’yı hatırlatan “plastik bir şey” var maalesef orada).
* * *
Biliyor musun, geçenlerde Noel Baba Türkiye’de bıçaklanmış? Yeni yıl kutlamalarının İslam’a aykırı olduğunu savunan bir grup genç, İstanbul Üniversitesi önünde Kuran’dan bir ayet okuduktan sonra “temsili şişme Noel Baba”ya bıçakla saldırmış.
Bu haberi duyunca, tüylerim diken diken oldu ve “Nerede yaşıyorum ben, Tanrım!” diye irkildim doğrusu.
Neyse ki Türkler’in çoğu böyle düşünmüyor. Hatta yeni yıl kutlamaları, sanırım her yıl bir öncekine göre daha da yaygınlaşıyor.
Eğlenmenin, birlikte yiyip içmenin ve gülmenin, birbirine iyi dileklerde bulunmanın ve hediyeler vermenin neresi kötü? Ve umudun, yeni yıldan güzel şeyler bekleme isteğinin neresi zararlı?
Biz Sovyet döneminin en sert yıllarında, her şeyin maddi nedenlerle açıklanıp inançların zararlı sayıldığı zamanlarda bile inandık yeni yıla. Ve her yılbaşı birbirimize içtenlikle mutluluklar diledik. Mutluluğun ne olduğunu tam bilmesek de, yürekten gelen bir sevgiyle mutluluk diledik ve umduk.
Bunda ne kötülük olabilir?
Her gün sıkıntılı, düşünceli, kaygılı, hatta mutsuz olma hakkın vardır bize, Ruslar’a göre; iki gün hariç: doğum günü ve yeni yıl… Hani, neredeyse kutsaldır bu iki gün, bu iki bayram…
Ama biliyor musun, bizim ülkemizde de yasaklandığı oldu yeni yılın. Başlangıçta, bunun “Sovyetler’e uymayan bir dini gelenek” olduğu gerekçesiyle Bolşevikler tarafından resmi olarak yasaklanan yeni yıl kutlamaları, 1935’ten sonra serbest bırakıldı.
Şimdi dünyanın en görkemli kutlamalarından biri Rusya’da yapılır her yıl. Hele Kızıl Meydan’daki görmeye değer.Ama itiraf etmeliyim, ben oraya yalnızca yıllar önce bir kez gitmiştim. Devasa kalabalık içindeki gürültü, patlayan şampanyalar, hatta bazen havada uçan şampanya şişeleri beni öylesine korkuttu ki, bir daha oraya gitmeye cesaret edemedim. Bir kez de İstanbul’da yeni yılı Taksim’de karşılama hatası yapmıştık. Ama sonra “özümüze döndük”. Yeni yıl, bizde aile bayramıdır ve genelde evde kutlanması gerekir.
Aslında “yeni yıl kutlaması” diyerek kimseyi yanıltmamalıyım. Bir değil, birçok yeni yıl kutlamamız vardır bizim. 24 aralığı 25’ine bağlayan gece tüm Hristiyanlar’la birlikte Hz. İsa’nın doğumunu kutlamaya başlarız; 31’i gecesi bütün dünyayla devam ederiz; Ortodoks inanışına göre asıl doğum günü 7 ocaktadır; eskiden kullanılan Jülyen Takvimi’ne göre ise 13 ocak’ı 14’e bağlayan gece kutlarız yeni yılı; alın size dört yeni yıl kutlaması!..
* * *
İşte Türkiye’de olmasa da, başka birçok ülkede yeni yıl çoktan başladı. Yeni Zelanda'da önce, ardından Avustralya’da. Sonra Japonya, Tayvan, Çin, derken Rusya’nın doğusu…
Bizde eski bir şaka var: Yeni yıla gizli tutulan dileklerle girip onların gerçekleşmesini bekleyenlere önce doğuda bir yerlerde yeni yılı karşılamaları, sonra uçarak yeni yılın başlayacağı öteki kentlere gidip tekrar tekrar bu bayramı yaşamaları önerilir. Böylece bir günde birçok yeni yıl töreni ve çok sayıda dileğin gerçekleşme şansı olur, derler.
Geçenlerde vizyona giren ve içinde bir ara (yaptığı yeni yıl konuşmasıyla) görünen Devlet Başkanı Medvedev’in de olduğu “Yolki” (“Çam ağaçları”) filminde tam da bu konu, ironik bir üslupla işlenmiş.
Ama sanırım bu film, bizim 35 yıllık geleneğimizin yerine geçemez. 1975’te çekilen “Kaderin cilvesi veya sıhhatler olsun” filmi, bizde her yılbaşı akşamı gösterilir. Onu bıkmadan izleriz. İçinde utangaç bir aşk, tertemiz bir mizah ve sımsıcak duygularla içten ilişkiler vardır.
Bir film nasıl 35 yıl seyredilir, diye şaşmayın. Ruslar garip insanlardır. Aşık olduklarında (bir insana, bir şarkıya, bir filme) bunu abartmaktan ve tutkularıyla kendi gözlerini kör etmekten büyük keyif alırlar.
* * *
Yılın sonuna geliyoruz. Ve mektubun da.
Sana bu mektubu birkaç kez ara vererek ve “herkesi idare ettiğimi düşünerek” birkaç parça halinde yazdım. İşte bu son satırları yazarken mutfakta yakalandım.
Arkamda aniden belirip kıkırdayan kız arkadaşım ne yazdığımı sormadı. Ama kime yazdığımı sordu nedense… Bir erkeğe mi yazıyorsun, dedi. Ses çıkarmadan başımı sallayarak onayladım. O da “yeni bir aşk mı?” dedi. Cevap vermeden yazdığım mektuba döndüm. Neden aşk? Başka bir duygu olamaz mı? En az aşk kadar değerli, ama çoğu kez ondan daha kalıcı?..
İçerdekiler mutfağa doluşmadan burada bırakıyorum kelimelerimi.
Sevgili arkadaşım, sana yeni yılda mutluluklar diliyorum. Hem sana, hem de aylardır bizim yazışmamıza kulak veren okurlarımıza sevgi ve dostluk dolu yeni yıllar diliyorum.
Nataşa