Sevgili Hakan, Son mektuplarımda epeyce karamsar ve bunaltıcı konulara girdiğim için üzgünüm. Bu sefer işi biraz düzeltmeye niyetliyim. Ne kadar becerebilirim bilmem, ama Türkler’in “kibarlık kalıpları” üzerine birkaç satır yazmak istiyorum. Yani alışkanlıklar ve gelenekler sonucu söylenen nazik sözlerden, takınılan tavırlardan, her zaman içten olmasa da, hatta bazen insanı rahatsız etse de, yıllar boyu neredeyse genlere yerleşmiş olan bazı şablonlardan söz etmek istiyorum. Baştan söyleyeyim de, kimse alınmasın. Mesele alay etmek veya tepeden bakmak değil. Ruslar’da da, başka halklarda da bu türden tonla alışkanlık vardır. Bazen içten içe güleriz, bazen bırakırız; ama kolay kolay bunlarsız bir hayat düşünemeyiz. * * * Nelerden mi bahsediyorum? Örneğin, misafirlikte yemek zorunda kaldığınız ve pek sevmediğiniz bir yemekle ilgili fikir beyan etmeniz gereken bir durumda, “Yemek çok güzel olmuş” demenizden… Herkesi ilgilendiren bir durum değil mi bu? Ne yani, sen “Bu et biraz daha pişmeliydi, tuzu fazla kaçırmışsınız, salataya da biraz domates ekleyebilirdiniz” gibi eleştiriler mi getirirsin misafirlikte yediğin yemeğe? Bunlar biraz zoraki sözler, belki “beyaz yalanlar”. Ama neylersin!.. Türkiye’de bunlardan fazlasıyla var. Misafirlik ve yemekten söz açmışken, devam edelim. Misafirin tabağını doldurmak, sonra tekrar tekrar yemek eklemeyi önermek, ne önermesi şiddetle ısrar etmek, misafir gönüllü veya zoraki kabul edip “biraz daha fasulye” dediğinde, tabağı tepeleme doldurarak geri getirmek… Bunlara az mi şahit oluyoruz? Az yersen ve istemezsen “Yaa, demek yemeğimi beğenmedin?” kırgınlıklarına yol açmıyor musun?“Çok koymuşsuz teyze, bu kadar yiyemem” dediğinde, “Yersin yersin, şu kadarcık tabak, salatadan veya ekmekten az ye” gibi bir açıklama ile yeniden zorlanmaz mısın? Biraz “nazlandığın” izlenimini verirsen “Bak, Allah’ın adını verdim, ölümü gör” gibi garip rica-tehditlerle burun buruna gelmez misin? Ev sahibi, misafirinin karnının doyurulması konusunu neden bu kadar abartır acaba? Bu doğal iş sırasında “ev sahibi bonkörlüğü” neden bu kadar güçlü vurgulanmalıdır? Bazen de tencerenin dibinde kalanı sana sormadan tabağına boca etmezler mi? Sen itiraz etmeye çalıştığında “Ye işte, az kalmış, yoksa atılacak” diyerek çöplük yerine sana öncelik verdiklerini söylemezler mi? (Rusça’da benzer bir durumda yapılan “Yiyin misafirler, yiyin, nasıl olsa atılacak” esprisi vardır.) * * * Misafir konusunu kapamadan, önceden sözleşmeksizin “çat kapı misafirlik”in Türkiye’de hâlâ epeyce yaygın olduğunu ve böyle bir sürpriz sonucu gelip genellikle evdeki herkesi rahatsız eden insanın, kapıda masum bir yüz ifadesiyle sorduğu soruyu ve aldığı zoraki cevabı da ekleyelim: - Rahatsız ediyor muyum? - Yok canım, rahatsızlık olur mu hiç! Gel içeri, buyur… Ha, bir de misafirlik işinin finaline bakmakta yarar var. Genellikle birilerinin misafirliğin fazlaca uzadığı kanısında olduğu geç saatlerde, sonunda misafirler arasında en otorite sahibi olanı ayaklanır. Ev sahibi, bu hareketi çoktan beri beklese de, “Aa, ne güzel oturuyorduk” veya “daha çok erken” gibi bir şeyler söylemezse kabalık etmiş sayılır. Misafir de yarınki iş günü ve çocuğun okulu gibi haklı gerekçelerini sıralayarak ev sahibini ikna etmiş olur. Zor ikna olmuş rolünü yapan ev sahibi tarafından, “Bunu saymayız” diye garip bir cümle edilir ve böylece sayılmayan misafirliğin tekrar edilmesi gerektiği mesajı iletilir. Uzun ve bıktırıcı bir toparlanma ve giyinme aşamasına, mutlaka kapı önü sohbeti eklenir. Vedalaşırken sessizliğe kimse dayanamaz. Nedenini bilmiyorum. Belki sessizlik bazı gerçekleri gizleyemez diye düşünüldüğündendir… En halis sohbet ve şakalar kapı önünde gündeme sürüldükten sonra, kibar ev sahipleri misafirlerini geçirme işini abartarak neredeyse yollara dökülür. Onlar gidene kadar camlarda ve balkonlarda nöbet beklenir. El sallanır. (O sırada başın öteki tarafa çevrilmesi ve giden misafirle göz temasının eksik edilmesi saygısızlık sayılır.) Eğer misafirler arabayla gidiyorsa, bu kadar uzun veda sürecinden sonra bir de gece yarısı arabanın kornası çalınarak – başkalarını rahatsız etme pahasına – saygıda kusur edilmemiş olunur. Ah, evet, geliş ve gidişlerdeki öpüşme ve sarılma adetlerini az kaldı unutuyordum. Bazen ilk gördüğüm insanlarla bile bu kadar yakın tensel teması hâlâ kaldıramıyorum doğrusu. Ama neyse, geçelim… * * * Verilen hediyeler kabul edilirken, onlar için teşekkür dile getirilirken, en sık kullanılan cümlelerden ikisi şu: - Neden zahmet ettiniz?.. - Ne gerek vardı?.. Bu cümleler de bazen “seçilen hediye - hediye ediliş tarzı - hediyeye gösterilen tepki” üçgeninde samimi olarak ele alındığında her zaman yerine oturmuyor. Bazen (özellikle de hediyeyi alanın, kendisine verileni beğenmemesi durumunda) yapmacık kalıyor. Hani, dudaklardan dökülen “Çok teşekkür ederim, ne lüzumu vardı” kelimelerinin gerisinde “Ala ala bunu alabilmiş haspam, o da en ucuzundan, insaf!” gibi bir mimik yüze ve gözlere yerleşmiş olabiliyor. Hayat işte! Bu tür durumlarla karşılaşılabiliyor. Ara sıra da bir tanıdığınızın veya akrabanızın pek de güzel ve akıllı bulmadığınız çocuğuyla ilgili yorum yapmak zorunda kalıyorsunuz: - Ne güzel ve akıllı çocuk! Değil mi teyzesi? - Gerçekten de çok hoş ve süper zeki!.. Sıkıysa içinden geçeni söyle ve “Yahu bu çocuk daha çok kurbağaya benziyor. Zeka konusuna gelince, su katılmamış bir ebleh!” de!.. Olur mu? Olmaz tabii! Hem de bir çocukla ilgili böyle şeyler söylemek! Asla!.. Aslında Türkiye’de çocukların özel bir yeri olması çok hoşuma gidiyor. Varsın böyle birkaç kalıp egemen olsun. Ve acayip bir-iki alışkanlık bizi ara sıra rahatsız etsin:- Sence çocuk annesine mi benziyor, babasına mı? Bence gözleri ve çenesi babaya, kafa yapısı ve dudakları anneye… Bence bunlar da aşırı yaygın zorlamalar Türkiye’de. Ama daha beteri var. Hem de çocuğun aktif katılımını gerektiriyor:- Gel bakayım yavrum! Söyle bana, sen kimi daha çok seviyorsun: anneni mi, babanı mı? Ooof, off!.. Benzetmek deyince, bir şey daha eklemeden yapamayacağım. Rusya’da olduğu gibi Türkiye’de de, birilerine “Aa, sen hiç Rus’a/Türk’e benzemiyorsun; tıpkı bir yabancıya (İtalyan’a, Fransız’a, İngiliz’e vs.) benziyorsun!” demek bir iltifat sayılıyor nedense. Neden acaba? Sakın komplekslerimizden olmasın? * * * Fazla mı uzattım ve dağıttım konuyu? O halde toparlayayım. Türkler’in tanışırken mutlaka “Nerelisin?” sorusunu sorup daha cevabı duymadan “içinden mi?” diye eklemelerine… Bir seyahatte yanındakine “Yolculuk nereye?” diye sorarak sohbete başlama alışkanlığına… Mektuplarda “büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden” öpmelerine ve “kestane kebap, acele cevap” beklemelerine… Hiç inanmadıkları halde “Her görüşe saygım vardır” diye poz yapmalarına… Yarışmalarda kendilerini tanıttıktan sonra “öteki yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim” demelerine… Hediye verirken garip bir şekilde “Sana layık değil ama…” yarım cümlesiyle kimin neye layık olup olmadığı konusunda akıl karıştıran üslup kullanmalarına… Sabahtan birbirlerine günaydın yerine “Uyandın mı?”, gelenlere de “Geldiniz mi?” demelerine… Telefon açtıklarında “Orası neresi?” ya da “Sen kimsin?” sorularına… Bütün bunlara alıştım ve gülümseyerek bakıyorum. Ama bir şey daha var ki, ona gülümsemiyorum, gülüyorum, ne gülmesi, kahkahalar atıyorum. O da restoran ve kafelerde sıra hesabın ödenmesi aşamasına gelince başlayan “Türk işi kavgalar”… Birbirlerinin eline sarılmalar, şakacıktan bağırıp kızmalar, garsonları bunaltan gizli tezgahlar düzenlemeler ve ortaya savrulan okkalı cümleler:- Senin paran burada geçmez! Ben bütün bunlara bayılıyorum. Ve samimiyet derecesini ölçme falan gibi eski reflekslerimi terk etmenin rahatlığıyla, bu sözler ve sahneler eşliğinde hoşça vakit geçiriyorum. Senin de hayattan ve insanların - içten ya da dıştan, fark etmez – tavır ve sözlerinden zevk alarak yaşamanı diliyorum. Sevgiler, Nataşa