Demokratikleşme Paketi ile başlayacağı açıklanan tartışma sürecinde, insan hakları kurumlarının Paris İlkeleri çerçevesinde yeniden ele alınarak değerlendirilmesi, ülkemiz insan haklarını sisteminin güçlenmesi için önemli bir fırat olacaktır.
Türkiye Avrupa ile entegrasyon çabalarını sürdürürken, BM’in insan hakları sistemine de dahil olmakta, uluslararası ve bölgesel insan hakları sözleşmelerini kabul ederek insan haklarını geliştirme ve koruma alanında çeşitli yükümlülükler altına girmektedir.
Günümüzde insan haklarının korunma mekanizmalarının gelişimine baktığımızda ise, kamu kurumları ve yargı dışında, insan hakları gözetim ve denetimini yapan özerk kurumların öne çıktığı görülmektedir. Bu kurumların, oluşumu ve çalışma sistemleri ise uzun zamandır hem Birleşmiş Milletler’in hem da Avrupa Birliği’nin ilgi alanına girmiş olmaları nedeniyle, kurulma ve çalışmalarına ilişkin geliştirilmiş kriterler ülkelere önerilmektedir.
BM ve AB’de bu tür kuruluşların demokratik sistemin kuruluş ve işleyişinde özel bir ağırlığı olduğu kabul edilerek, bu konuda temel kriteleri getirdiği kabul edilen ve “Paris İlkeleri” olarak bilinen kriterlere uygun olması istenmektedir.
Bilindiği gibi, Avrupa Birliği her yıl katılım sürecine ilişkin gözlemlerini yansıtan bir ilerleme raporu yayımlamakta, oldukça kapsamlı Türkiye incelemesi olan bu raporlarda, AB tarafından geliştirilmesi ve değişimi istenen mevzuat ve uygulamalar ele alınarak değerlendirilmektedir.
AB tarafından belirlenen standartların, tam üyelik uzun vadeli bir hedef olsa da, Türkiye tarafından ulaşılacak hedefler olarak belirlenmiş olması, bu hedeflerin neler olduğu, ne gibi eleştiriler yapılmakta olduğunun olabildiğince çok kişi tarafından bilinmesi, Avrupa ile entegrasyon süreci için özel bir önem taşımaktadır.
Anayasa tartışmalarının sürdüğü, demokratikleşme paketinin beklendiği şu günlerde, Avrupa Birliği’nin diğer eleştrileri yanında hak ve özgürlükler alanındaki eleştirileri özel bir önem taşımaktadır. Diğer yandan, AB’nin insan hak ve özgürlükleri alanında, yeni mevzuat çıkarılması ile birlikte, bu mevzuatın “etkin uygulanmasına” ayrı vurgu yaptığı ve “uygulamayı” yakından izlediği bilinmelidir.
Raporun ifadesi ile; ilk bölümde; “Türkiye’nin, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıklara saygıyı ve azınlıkların korunmasını güvence altına alan kurumların istikrarını gerektiren Kopenhag siyasi kriterlerinin karşılanmasına yönelik olarak kaydettiği ilerleme” incelenmektedir.
Burada, sözü edilen hak ve özgürlükleri güvence altına alcak kurumlar içinde, özerk denetim ve gözetim kuruluşları da yer almakta, bu kurumların kuruluş ve işleyişi özel bir ilgi ile izlenmektedir. AB, hak ve özgürlükler alanında yapılması istediği reformlar yanında, hak ihlallerinin etkin bir izleme sistemi ile denetlenmesini istemektedir.
Ulusal İnsan Hakları Kurumları’ının kuruluş ve işleyişinde temel alınacak ilkeler, 1991’de Paris’te yapılan uluslararası bir toplantıda belirlenmiş olması nedeniyle ‘’Paris Prensipleri’’ olarak anılmaktadır. Bu ilkeler 1992’de BM İnsan Hakları Komisyonu tarafından, 1993 yılında ise, BM Genel Kurulu tarafından tarafından kabul edilerek, ulusal insan haklarını koruma ve geliştirme amaçlı kuruluşlar için uyulması gerekli ilkeler olarak genel kabul görümüş bulunmaktadır.
Avrupa Birliği tarafından da benimsenen Paris İlkeleri, katılım sürecindeki ülkeler için tamamlayıcı işlevleri nedeniyle uygulanması istenen ilkeler olarak, oyulması gerekli kurallar niteliği kazanmış bulunmaktadırlar.
Paris İlkeleri’ne göre; ulusal insan hakları kurumlarının, öncelikle, kamu görevlisi olan güvenlik güçlerinin hak ihlallerini denetimini yapabilmeleri, kamu yöneticilerini eleştirebilmeleri için, devlet-hükümet etkisi dışında, sivil toplum ağırlıklı, beklenen işlevle orantılı özerklik ve yetki ile donatılmış kurumlar olmaları gerekmektedir.
Uzun yıllara dayanan güçlü merkezi yönetim geleğine alışmış bir ülke olarak, bu tür kurumların kamu yönetim kültürümüze yabancı olduğu kabul edilse de, parçası olduğumuz Avrupa sistemi ve BM’in geliştirmeye çalıştığı insan hakları sistemi bu tür kurumların varlığını kabulenmemizi gerektirmektedir.
Aşağuda kısaca özetlenen, Türkiye İnsan Hakları Kurumu deneyimi, insan hakları alanında oluşturulacak kurumlar konusunun yeniden ele alınması gereğini ortaya koymaktadır.
Haziran 2012 itibariyle kabul edilen Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu 4. Maddesinde
Kurum’un amaçları şöyle sayılmaktadır; “insan haklarının korunmasına, geliştirilmesine ve ihlallerin önlenmesine yönelik çalışmalar yapmak; işkence ve kötü muamele ile mücadele etmek; şikâyet ve başvuruları incelemek ve bunların sonuçlarını takip etmek; sorunların çözüme kavuşturulması doğrultusunda girişimlerde bulunmak; bu amaçla eğitim faaliyetlerini yürütmek; insan hakları alanındaki gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek amacıyla araştırma ve incelemeler yapmakla görevli ve yetkilidir.”
Kuruluş ve statüsünü belirleyen 3 Maddesi ise; ‘’Kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip, özel bütçeli’’ olduğunu belirtmekte, ardından ‘’Kurum Başbakanlıkla ilişkişlidir’’ demekte ve diğer fıkrada; ‘’Kurum görev ve yetkilerini kendi sorumluluğu altnda bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır. Görev alanına giren konularla ilgili olarak hiç bir organ, makam, merci veya kişi Kurul’a talimat veremez, tavsiye ve telkinde bulunamaz’’ denmektedir.
11 üyeli İnsan Hakları Kurulu’nun 2 üyesi Cumhurbaşkanı tarafından, 7 üyesi Bakanlar Kurulu tarafından, 1 üyesi YÖK tarafından seçilmektedir. Seçimler belli kuruluşlar tarafından gösterilen adaylar arasından yapılsa da, siyasi tercihlerin ağır bastığı bir seçim yöntemi belirlenmiş bulunmaktadır.
Kurumun, “kamu tüzel kişisi olarak” kurulması ve “Başbakanlıkla ilişkili olması”, üye atamalarındaki siyasi iktidarın ağırlığı, kurumdan beklenen işlev için gerekli özerklikten yoksun olduğunu, Paris Kriterleri’ne uyulmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kısaca yasa ile, beklenen işlevi yerine getirmektan uzak, yeni bir kamu birimi yaratılmış olmaktadır.
Kurum’un Paris Kriterleri’ne uyumu, sadece bir şekil sorunu olmayıp, Kurum’dan beklenen işlev nedeniyle önemlidir. Yasanın oluşum süreci, AB tarafından yapılan öneriler ve taslak konusunda görüş bildiren sivil toplum kuruluşlarının eleştirilerinin hiç dikkate alınmadığı görülmektedir. Bu nedenle de Kurum, hem AB hem de uluslararası insan hakları örgütleri tarafından eleştirilmektedir.
Bu konuda, yapılan eleştiriler ve tasarı halindeyken, alt komisyonda yer alan sivil toplum kuruluşlarının açıklamaları ve muhalefet yazılarının benzer kurumlar oluştururken yardımcı olacak bir rehber niteliğinde olduğu görülmektedir:
Kanun tasarısı görüşmelerinde, sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin hazırladıkları görüş belgesinde; bu kurumun ülkemizin demokratikleşmesinde önemli bir yeri olabileceğine işaret edilmiş, ülkemizin taraf olduğu BM antlaşmalarının bir gereği olması yanında, AB’nin katılım ortaklığı belgesi ve yıllık ilerleme raporlarında yer alan bir yükümlülük olduğu vurgulanmıştır.
Ayrıca, İnsan hakları ihlallerinin en büyük ihlalcisinin devletler ve hükümetler olduğu, dolaysıyla ihlalleri önlemeye, hakları korumaya yönelik olarak oluşturulacak bir kurumun da yönetim hiyararşisinden bağımsız olması gerektiği ifade edilmiştir.
Ayrıca, İnsan Hakları Kurulu üyelerinin; sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, meslek örgütlerinin dahil olduğu geniş katılımlı bir aday belirleme sürecinin sonunda belirlenecek liste içinden, TBMM tarafından nitelikli çoğunlukla seçilmesinin kurumun bağısızlığının geliştirilmesine katkı sağlayacağı, kurumun ilşkisinin yürütme ile değil, TBMM ile olmasının büyük önem arzettiği ifade edilmiştir.
Yazılan uzun muhalefet şerhinde de, “tasarının insan hakları savunucuları ve muhalif üyelerin eleştiri ve uyarılarını hemen hiç dikkate almaksızın, öte yandan Kürt halkının inkarından kaynaklanan bir savaşın ağır yaşam hakkı ve temel insan hakkı ihlalleri doğurarak süregittiğini görmezden gelerek, bununla ilgili hiç bir tasarruf önermeksizin bu hususta standard norm olarak bilinen Paris ilkeleri’yle dahi hiç ibir biçimde uyuşmayan bir devlet dairesi kurulmasını önermektedir” diyerek maddeler halinde gördükleri sakıncalar ayrı ayrı açıklanmaktadır. Bu açıklamalar içinde, bu tasarının BM İşkeneceye Karşı Sözleşme ile öngörülen; bağımsız, işlevli ve etkin bir önleme mekanizmasının oluşturulmasına izin vermediği ayrı bir başlık olarak açıklanmakatdır. http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss279.pdf
AB 2012 İlerleme Raporunda; “TBMM, Türkiye Insan Haklari Kurumu Kanununu Haziran ayinda kabul etmistir. Söz konusu Kanun özellikle kurumun bağimsizligi bakımından BM Paris İlkeleri ile tam uyumlu değildir. Ayrıca, ulusal ve uluslararası uzmanlarin endişe ve önerileri kanun metnine yeterince yansıtılmamıştır.” Denmekte, ayrı bir pararafta ise şu değerlendirme yapılmaktadır: “Sonuç olarak, özellikle Adalet Bakanlığı ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonunun çalışmalarıyla, uluslararası insan hakları hukukuna riayet konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. Ancak, insan hakları yapılarını güçlendirme konusunda önemli reformlara ihtiyaç duyulmaktadr ve insan hakları savunucularının aleyhine başlatılan cezai kovuşturma sayısı endişe vericidir.”
İnsan Hakları İzleme Örgütü ise, (Human Rights Watch 19 Temmuz’da yaptığı açıklamada Türkiye Hükümeti’nin insan hakları kurumunun tesisine ilişkin yasa taslağını, bu tasarıyla kurulması önerilen kurumun hükümetten bağımsız ve tarafsız olamayacağı gerekçesiyle geri çekmesi gerektiğini belirmektedir. Örgütün Türkiye araştırmacısı Emma Sinclair-Webb, “Türkiye’de hükümet güdümlü insan hakları organlarının bir geçmişi olduğunu ve bu organların her birinin de işlevsiz kaldığını” hatırlatarak “Türkiye’nin hükümetten hesap sorma yetkisine haiz, etkin ve bağımsız bir insan hakları organına ihtiyacı var ve halihazırdaki planlar bu sınavı geçemiyor” dedi. http://www.hrw.org/node/108118
Demokratikleşme paketi ile iki önemli yeni gözetim-denetim komisyonu kurulması öngörülmekedir: Kolluk Gözetim Komisyonu ve Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu Kolluk Gözetim Komisyonu’nun, Türkiye’nin taraf olduğu, BM İşkenceyle Mücadele Sözlesmesi uyarınca kurulması ve insan hakları alanında önemli bir sorun olan güvenlik güçlerinin şiddet ve hukuk kurallarına uymama nedeniyle ortaya çıkan hak ihlallerinin denetimi için bir denetim-gözetim organı olarak görev yapması öngörülmektedir.
Tasarı ile; kolluk şikayet sisteminin daha etkili ve hızlı işlemesini sağlamak, saydamlığını ve güvenilirliğini geliştirmek üzere kolluk görevlilerinin işledikleri iddia edilen suçlardan veya disiplin cezasını gerektiren eylem, tutum veya davranışlarından dolayı idari merciler tarafından yapılan ya da yapılması gereken iş ve işlemlerin merkezi bir sistemde kayıt altına alınması ve izlenmesi amacıyla Kolluk Gözetim Komisyonunun kurulması, Komisyonun görev, yetki ve çalışma yöntemi ile kolluk şikayet sistemine yönelik diğer idari tedbirlere ilişkin usul ve esasların belirlenmesi öngörülmektedir
Tasarıdaki hali ile, “Madde 3-(1) Bu Kanunla verilen görevleri, kendi yetki ve sorumluluğu altında, bağımsız olarak yerine getirmek üzere Kolluk Gözetim Komisyon’u kurulmuştur. Komisyon, İçişleri Bakanlığı bünyesinde sürekli kurul olarak görev yapar .” denmekte, Komisyon’a Bakanlıktan ayrı bir tüzel kişilik tanınmamaktadır.
Komisyon, İç İşleri Bakanı Müsteşarının başkanlığında, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanı, Kurul Başkanı, Bakanlık I. Hukuk Müşaviri, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürü, üniversitelerin öğretim üyeleri arasından Bakan’ın teklif edeceği 3 aday arasından ve ve baro başkanı seçilme yeterliliğne sahip avukatlar arasından Adalet Bakanı’nın teklif edeceği 3 aday arasından Bakanlar Kurulunca seçilecek birer üyeden oluşur.
Madde’nin 5.fıkrasında ise, “Hiç bir organ, makam, merci veya kişi Komisyon’un kararalarını etkilemek amacıyla emir ve talimat veremez, tavsiye veya telkinde bulunamaz” denmektedir.
Komisyon’un görev ve yetkileri incelendiğinde ise, Komisyon’un güvenlik güçleri hakkında olacak şikayetlerin takibinde bir tür yardımcı, kolaylaştırıcı görevi yerine getireceği görülmektedir.
Görüldüğü üzere; yasalaşması istenen tasarı ile, insan haklarını ihlal eden güvenlik mensuplarının bağlı olduğu Bakanlıklar ve bürokratlarından oluşan bir Komisyon tarafından izlenmesi, denetim görevi yapılması beklenmektedir.
Ayrımcılıkla mücadele etmek için bir kurul oluşturulması, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, müslüman-müslüman olmayan gibi kutuplaşmaların getirdiği ayrımcılık ve kadın erkek eşitliğinin önemli ölçüde yasa metinlerinde kaldığı ülkemiz için büyük önem taşımaktadır.
Ancak, hazırlanan tasarıda, insan hakları kurumunun kuruluşundaki yaklaşımın benimsendiği, yeni bir kamu birimi kurulması amaçlandığı görülmektedir. Olduçka geniş kapsamlı bir amaç maddesi, bu alanda ülkemizde yaşanan sorunları kapsayacak biçimde düzenlenmiş bulunmaktadır:
“Amaç ve kapsam, Madde 1- (1) Bu Kanunun amacı, kişilerin eşit muamele görme hakkını güvence altına almak ve ayrımcılığa karşı etkili bir şekilde korunmalarını sağlamaktır.
(2) Bu Kanun, kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişilerin ya da bunlar adına hareket edenlerin, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, inanç, etnik köken, felsefi ve siyasi görüş, sosyal statü, medeni hal, sağlık durumu, özürlülük, yaş ve benzeri temellere dayanan, gerçek ve tüzel kişiler ile tüzel kişiliği olmayan toplulukları etkileyen davranış, uygulama, işlem ve düzenlemelerini kapsar. Yasama ve yargı organının idari eylem ve işlemleri de bu Kanun kapsamındadır.”
Ancak 11 Madde’de; (1) Kurul’un, “kamu tüzel kişiliğine, idari ve mali özerkliğe sahip olduğu ve Kurum’un Başbakanlıkla ilişkili olduğu” yer almaktadır. Ayrıca, kurul üyelerini belirlemede, siyasi terchlerin öne çıktığı görülmektedir. 12 üyeli Kurul’un 5 üyesinin Bakanlar Kurulu, 4 üyesinin ise Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi seçilmesi öngörülmektedir.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında, böyle bir Komisyon’un yapılanması, Paris Kriterleri ile uyumlu olmadı gibi, beklenen işlevi yerine getirecek özerklikten yoksun olduğu görülmektedir.
Özetle, yukarıda yapılan açıklamalr, Paris ilkeleri ve bu kurumlardan beklenen işlevler göz önüne alındığında, başta İnsan Hakları Kurumu olmak üzere, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu ve Kolluk Gözetim Komisyonu’nun yeniden tartışmaya açılması ve düzenlenmesi, BM ve AB kriterleri bir yana, öncelikle ülkemizde insan haklarının güvenceye alınması için gerekli olmaktadır.