Bir yanım diyor "gitme kal", öbür yanım diyor "kalk gidelim".
Türkiye'de hâlihazırda artan siyasi baskı, mutsuzluk, yoksulluk, gelecek kaygısı gibi kavramları bir kenara bırakalım, Korona'nın verdiği sonsuza kadar hapsolma hissi, artan işsizlik, bitmeyen mutsuzluk, ayyuka çıktığı halde hiçbir değişiklik olmadan devam eden haysiyetten uzak yönetim düzeninin varlığı.
Değiştiremediğimiz, belki de değiştiremeyeceğimize olan inancımız; yani baştan yenik başlayışımız, içimizdeki gitme isteğini dürtüyor her seferinde.
Hepimizin bir tane ömrü var. Ömür boyu kötüleri bitirmek için mücadele mi etmeli yoksa mutluluk peşinde mi koşmalı? Babam sonsuz mücadelecilerdendi. Bana sorsaydı "Günce mücadele edeceğim insanlık için; ama bunun bize maliyeti olacak. Belki de erken göç edeceğim bu dünyadan, kabul eder misin?" diye. "Asla" derdim. Babamla daha çok vakit geçirmeyi, mücadeleye elbette tercih ederdim.
Şimdi sıra bende. Önümde bir ömür var. Kalmalı mücadele mi etmeli, gitmeli ve görmezden mi gelmeli?
Gitmek gerçekten çözüm mü? Mutluluğun anahtarı mı yoksa çaresizlikten alınmış bir karar mı? Her insan sonuçta kendi hikâyesini yaratıyor ve nereye gitse kendini de götürüyor.
Mevzu benimle ilgili de değil. ODTÜ'den birlikte mezun olduğum arkadaşlarımın yarısı zaten yurt dışında. Tercihen Türkiye'de kalanlar da, artık gitme zamanının geldiği kanısında…
Yanlış anlaşılma olmasın, bizi de babam Nazım Hikmet'in şiirleriyle büyüttü. Bugün tereddüt yaşıyorsam sebebi temelden atılan bir mücadele ruhudur. Değiştireceğimize inanarak büyüdük.
Uzun yolculuklarda kasetlerden dinledik:
"Ben diyorum ki ona Kül olayım Kerem gibi yana yana Ben yanmasam Sen yanmasan Biz yanmasak Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa"
Ama şimdi bakıyorum da geçmişe;
2002'de ilk defa şort giyerken utandım.
O gün bu gündür, utanıyorum yapmadıklarımdan, yapamadıklarımdan.
Dönüm noktasındayım. Tamam mı, devam mı?